"Ülkemize, Irak'ımıza, devletimize dönmeli ve onun için çalışmalıyız. Bu çağrı tekrarlanıyor olsa bile, bu aşamada gerekli ve Beşşar Esad rejimi, önümüzde duran apaçık bir gerçeklikten ve almamız gereken büyük bir dersten başka bir şey değil"
Şarku'l Avsat'ta yayımlanan 11 Aralık tarihli makalesinde, eski Irak Başbakanı Mustafa El-Kazimi, Suriye'deki Esad rejiminin çöküşü ışığında, Orta Doğu'daki birçok oyuncunun kritik bir seçim yapması gerektiğini yazdı.
Eski Irak Başbakanı Kazimi’nin Londra merkezli Şarku'l Avsat’ta yayımlanan makalesi şöyle:
‘’Ortadoğu bölgesinde ve şiddetli çatışma arenasında şu anda yaşananlara, nüfuz parametrelerini ve angajman kurallarını yeniden tanımlayacak ve yeniden şekillendirecek depremlerden başka bir şey diyemeyiz.
Rejimler ve örgütler çöktü ya da sınırlandı, bazı ülkeler onlarca yıldır dillendirilen sloganların gerçekte uygulanıp uygulanmayacağını gösteren o an ile karşı karşıya kaldı.
Bu çatışma ve hızla artan kompleks sorunlar karşısında, sessizce cevap aramayı gerektiren, bölgesel ve yerel boyutları olan, özellikle Ortadoğu coğrafyasının dört bir yanına yayılmış Şii mezhebinden kardeşlerime yöneltilecek bir soru var.
Ertesi günümüz nedir?
Bizden ne isteniyor?
Bu soru, geçmiş yıllarda olup bitenler ve yaşananlar hakkındaki bilgilere dayanarak, elde edilen sonuçlara ve mevcut yaşayan gerçekliğe bakarak eleştirel bir öz değerlendirme yapılmasına yönelik gerekli bir çağrıdan yola çıkıyor.
Bu grupların özellikle Irak'taki hareketleri ve faaliyetleri hakkında bilgili ve bilinçli olduğum için nadir görülen durumlar dışında herhangi bir gözden geçirme veya eleştiri yapılmadığını söyleyebilirim.
"Bazılarının davranışlarındaki değişiklik" konusunda söylenenler, politik-ekonomik oyunun koridorlarına daha fazla girdiklerinden beri büyüyen ve gelişen ekonomik çıkarlar ağına boyun eğmekten, mümkün olmayan devlet ve devlet dışılığın birleştirilmesi fikrinde ısrar etmekten başka bir şey değildir.
Devlet ve devlet dışılık gibi iki zıt şey nasıl buluşabilir?
Bölgedeki gelişmelere yakından bakıldığında bu sözler istisnasız herkes için geçerli.
Günümüzün aktif güçleri kendi kimliklerini formüle etme içinde, vatan ve millet kavramı arasında kaybolmuş.
Anavatanını inşa etmek için çalışmak ile kendisine yönelik tehlikeleri uzaklaştırmak amacıyla aynı inancı ve düşünce bağını paylaştığı kişileri "desteklemek" için daha fazla şiddet, kavga ve kan demek olan sınırlarının ötesine genişlemek arasında kaybolmuş.
Söz konusu kuvvetler, ulusal kimliğe ait olmak ile inanca ait olmak arasında pusulalarını belirleyemiyorlar.
Bunun anlamı, genellikle dış çıkarların iç ulusal çıkarların önüne geçmesidir ve bu da orada buradaki çatışmalar ve savaşlar lehine devletin ve kurumlarının çalışmalarında ciddi ilerlemelere engel oluyor.
Bu güçler bir yandan insan, bugünü ve geleceği için inşa etme fikrine, diğer yandan geleceğin yaratılmasına, vatandaşın onur ve haysiyetinin korunmasına, yaşamsal ihtiyaçlarının güvence altına alınmasına katkıda bulunacak herhangi bir vizyon veya proje olmadan, çeşitli imkanları tüketen sürekli bir savaşma ve savaşlara katılma fikrine bağlılığın biçimini belirleyemiyor ve belirleyemeyecektir.
Ne yazık ki bazıları eylemleri için "fetva"yı veya dini direktifleri bir örtü olarak kullanıyorlar.
İdeolojik güçler eylemlerini ve hareketlerini her zaman buna dayandırmışlardır.
İşte bu noktada dünyadaki birinci Şii otoritenin, Necef'in ne düşündüğüne dönüp bakmalıyız.
Seyyid Ali el-Sistani'nin vatan, devlet ve vatandaşla ilişkilerle ilgili görüşlerine, Irak'ı uluslararası ve bölgesel hesapların görüldüğü bir arenaya dönüştürmeyi kesin bir şekilde reddetmesine, silahın kontrolünün devlette olması, yolsuzlukla ve yolsuzlarla mücadele eden, Iraklıların umutlarını gerçekleştiren bir devlet inşa edilmesi ve Iraklılar arasında yetkin kişilerin bu devletin inşasından sorumlu tutulmaları hakkındaki fikirlerine bakmalıyız.
Ama bunlara kulak asan var mı? Sanmıyorum.
Nitekim otorite de daha önce "sesimiz kısıldı" şeklinde bir açıklama yapmıştı.
Ama aynı zamanda ümitsiz miyim?
Yaşanan tüm olaylar nedeniyle vatansever kuvvetler pes mi etti?
Kesinlikle hayır, çünkü bu ulusal, insani ve ahlaki sorumluluğa aykırıdır.
Bu, tarihin devinimini ve devletlerin kritik anlardaki ihtiyaçlarını anlayan, devleti ve kurumlarını inşa etmenin gerekliliği konusunda kendisine yüklenen sorumluluğa inanan herkese aykırıdır.
Bugün Irak'ta vatandaşla neredeyse mutlak bir yabancılaşma halinde yaşıyoruz ve bu durum, silahın hakimiyeti ve yaygınlaşması, devletsizlik fikrinin devlet fikrini yutması sonucunda pekişti.
İkincisi, birincisinin esiri oldu ve artık iki fikir ile iki mekânın aktörleri arasında ayrım yapmak imkansızlaştı.
Devleti ve kurumlarını, sadece uluslararası toplum veya komşuları ve dostları dahil destekçileri değil, siyasi eylemden, devletin ve kurumlarının yeniden ayağa kalkması ihtimalinden umudunu kesmiş vatandaşın karşısında da zor bir durumda bırakan budur.
Dahası bunun da sonuçları ve yansımaları var.
Burada şunu sormalıyız; devletin, kurumların ve milletin bünyesinde bugünkü boyutlarına ulaşan bu amansız sorunla nasıl başa çıkabiliriz?
Hasta genellikle durumunu kötüleştirebilecek psikolojik baskıdan etkilenir. Ülkeler, rejimler ve halklar da kendilerine yakın dönüşümlerin gölgesinde böyledirler, onlardan etkilenirler.
Ancak tehdit- genellikle- varlığı, kazanımları ve geleceği korumaya yönelik yaklaşımı gözden geçirme ve yeniden inşa etme fırsatını da oluşturur.
Dolayısıyla cevap, devlete dönmek ve devlet fikrine bağlı kalmak gerektiğidir.
Devlete dönmek, onun çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda çalışmak, gerçek anlarda medyayı dolduran süslü sloganlar olduğu ortaya çıkan sloganlardan uzaklaşarak onu ayağa kaldırmak gerekiyor.
Devlete dönüp vatandaşın elektrik, su, gerçek iş fırsatları (faydacı iş fırsatları değil), tıbbi bakım ve diğer ihtiyaçlarını araştırıp güvence altına almak için çalışılmalı.
Silahların nasıl kontrol altına alınacağı ve sınırlandırılacağı araştırılmalı, herkes ülkedeki temel tercihlerden devletin sorumlu olduğuna dair net bir beyanda bulunmalı.
Devlete dönülmeli ve dini otoritenin direktiflerine kulak verilmeli. Çünkü kendisi Irak ve Iraklılar için en iyi olanı yapmak amacıyla üzerinde çalışılması gereken öncelikleri belirleme konusundaki meşru sorumluluğuna göre hareket etmektedir.
Anavatana ve sınırlarına dönülmeli, sınırları aşan, ülkeyi ve halkını mevcut çatışmaların çizgisinde birer sayıya dönüştüren çatışmalardan uzak durulmalı.
Coğrafi konumu ve başkalarının mahremiyetini anlamaya, yabancılaşma, önyargı ve bir grubun lehine diğerinin aleyhine militarizasyon yoluyla değil, ortak çıkarlara ve ikili, üçlü ve kolektif bütünleşmeye ulaşmak için çalışmaya geri dönülmeli.
Burada şehit Başbakan Refik Hariri'nin şu sözlerini hatırlıyorum:
Kimse ülkesinden büyük değildir.
Evet, doğru Sayın Başbakanım, ne kadar güçlü, yetenekli olursa olsun ve ne kadar desteğe sahip olursa olsun hiç kimse vatanından daha büyük olamaz.
Ülkemize, Irak'ımıza, devletimize dönmeli ve onun için çalışmalıyız. Sloganlar inşa etmez, korumaz; inşa eden sizin kararınız, çalışmanız ve vizyonunuzdur.
Bu çağrı tekrarlanıyor olsa bile, bu aşamada gerekli ve Beşşar Esad rejimi, önümüzde duran apaçık bir gerçeklikten ve almamız gereken büyük bir dersten başka bir şey değil.
Geçen yüzyılda "gericiliğin" evlatları ile "ilericiliğin" evlatları arasındaki çatışmaları unuttuk mu?
Bu ülkeler halklarına ne sundu?
Bugün neredeler?’’