Önce çöp kokusu gibi kötü kokmuştu.
16 Mart 1988 günü saat 11 civarında Irak Baas Rejimi’ne ait uçak ve helikopterlerin eşliğinde yaptığı ve en az 5 bin Kürdün yaşamına mal olan Halepçe Katliamı’nın üzerinden 26 yıl geçti. İnsanlık tarihinin gördüğü en acı katliamlardan biri daha insanlık aleminin gözü önünde ve yine dünyaya insanlık değerlerini öğretme iddiasındaki devletlerin sattığı kimyasal gazlar sayesinde gerçekleşiyordu.
Üzerinden geçen çeyrek asır artı bir yıla rağmen, ne Halepçelilerin acıları dindi; ne Kürtlerin dünya tarafından zalimlere terkedilmişlik duygusu azaldı; ne de dünya devletleri bu olaydan ders alıp başka katliamlara yol açmamanın siyasetini geliştirdi.
İran-Irak Savaşı’nın sonlarına doğru gelindiği bir dönemde, 16 Mart 1988’de yaşanan Halepçe Katliamı’nda çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan en az 5 bin Kürt yaşamını yitirirken, 7 ila 10 bin arasında kişi de yaralandı. Katliamdan sağ kurtulanlar ise birçok hastalığa maruz kaldı. Binlerce insan sinir sistemi, deri, akciğer hastalıklarınına yakalanırken, tümör oluşumu ve özürlü doğum da birçok kişi de görülen rahatsızlıkların başında geliyor.
ONLARCA YILLIK BAAS POLİTİKASININ DORUK NOKTASI
Katliam, dönemin Irak lideri Saddam Hüseyin ve Baas Rejimi’nin Kürt politikasının bir parçası idi sadece. İlk işaretleri 70’li yıllara dayanan Kürtleri topraklarından sürerek, Arap halkı içinde eritme ve Kürdistanı yavaş yavaş boşaltma politikası, İran-Irak Savaşı’nın doruğa ulaştığı yıllarda giderek bir soykırım politikasına dönüştü.
Savaşın üçüncü yılında yani 1983’te başlayan Kürt İsyanı, 70’lerde kaybedilen özgürlük umudunun yeniden dirilmesini sağlarken, Baas Rejimi’nin Kürtlere yönelik katliamcı uygulamalarının da hız kazanmasını beraberinde getirdi. Dağlık alandaki peşmergelerle savaşın tek başına yeterli olmayacağını anlayan Irak ordusu, Kürt peşmergesine yardım ettiği gerekçesiyle binlerce köylüyü de hedefine oturtmuştu.
İran ordusu ile savaşan Irak ordusu, Güney Kürdistan’da ise Kürdistan Demokrat Parti (PDK) ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (YNK)’nin direnişi ile karşılaşıyordu. Ancak, Kürtlere karşı askeri başarılarını garantiye almak isteyen Baas Rejimi, Kürdistan’ı boşaltmanın zamanının da geldiğini düşünüyordu. Birçok yerdeki köy boşaltmalar ve katliamlar tam hız devam ederken, savaşın ilk yıllarında savunma pozisyonunda olan İran ordusunun hamleleri de yenilgiden çekinen Baas Rejimi’ni daha sert ve caydırıcı bir katliam yapmaya yönlendirdi. Bu ‘caydırıcı operasyonun’ adı Halepçe olacaktı. Tabii İran-Irak Savaşı, Bağdat yönetimine, Kürtleri dize getirmeyi amaçlayan çabalarını doruğa tırmandırmak için ele geçirdiği fırsatı kamufle edebileceği elverişli bir ortam da hazırladı.
SADDAM’IN KUZENİ ‘KİMYASAL ALİ’ DEVREDE
Katliamın olduğu Halepçe’de 15 Mart 1988 günü İran askeri birlikleri ‘Zafer-7 Harekatı’ adlı genel bir taarruz başlatmıştı. Celal Talabani liderliğindeki YNK’ye bağlı güçler de İran Ordusu ile ortak hareket ediyordu. İran ordusu ve YNK güçleri Halepçe’yi geçerek, kent yakınlarındaki Derbendihan Gölü’nün güneyine çıkmışlar ve Süleymaniye karayolunu tutmuşlardı. Bölgede konumlanan binlerce Irak askeri arasında onlarca üst rütbeli kurmay da bulunuyordu. Ancak, buradaki birliklerin ve bölgenin Irak’ın diğer bölgeleri ile ilişkisi kesildi.
Irak ise, hem İran ordusunun girişi, hem de bölgenin Kürt Peşmergesinin denetimine geçtiğini ve isyan başladığını görünce paniğe kapılmıştı. Durumun vehametini gören Saddam Hüseyin ise, İran Ordusu’nun ilerlemesini durdurmak için Kuzey Cephesi Komutanı ‘Kimyasal Ali’ lakaplı Korgeneral Alî Hasan al-Majîd al-Tikritî’ye kimyasal silah kullanmasını emretti. 16 Mart sabahı, Irak Hava Kuvvetleri’ne bağlı Sovyet yapımı Mig – 23 uçakları Halepçe, Dûceyde, İnab, Hurmal ile Sirva kasaba ve köylerini kimyasal bombardımana tabi tuttular. Uçak ve helikopterler hardal, sinir ve siyanit gazı bombaları kullanıyordu. Bombalamanın kurbanlarının başında ise, erkeklerin önemli bir kısmının savaşta olması nedeniyle kadın ve çocuklar geliyordu. Kimi kaynaklara göre 5 bin, kimilerine göre ise 6 bini aşkın kişi yaşamını yitirirken, bunların dörtte birinden fazlasını kadın ve çocuklar oluşturuyordu.
“ÖNCE ÇÖP GİBİ KÖTÜ, SONRA ELMA GİBİ GÜZEL BİR KOKU GELDİ”
Katliamdan sonra yüzlerce hatta binlerce tanık anlatmıştı o günü. Aradan geçen süre içinde devletler sussa da, birçok medya mensubu olay yerine gitmiş ve geçte olsa soykırımın bu vahşi anını dünyaya göstermişlerdi.
16 Mart 1988 saat 11’de evlerindeki sığınakta olan Halepçeli bir genç kız, şöyle anlatacaktı katliamı: “Önce helikopterler geldi, sonra uçaklar. Bir bir atıldı bombalar. Başlangıçta çöp gibi kötü bir kokuydu. Sonra elma kokusu gibi güzel bir kokuya dönüştü. Ardından yumurta gibi koktu. Dışarı baktım. Çok sessizdi, ama hayvanlar ölüyordu. Koyunlar ve keçiler ölüyordu. Herkese yanlış giden bir şeyler olduğunu söyledim. Havada ters giden bir şeyler vardı. Rahatsızlanmaya başlasak da saklanmaya devam etmeye karar verdik. Gözlerimde çok şiddetli bir acı hissettim. Kız kardeşim yüzüme yaklaştı ve ‘gözlerin kıpkırmızı’ dedi. Sonra çocuklar kusmaya başladılar. Çok fazla acı çekiyorlar ve sürekli ağlıyorlardı. Annem ağlıyordu. Sonra yaşlılar kusmaya başladı.
Havada kimyasal maddeler olduğunu anlamıştık. Gözlerimiz gittikçe kızarıyordu ve bazılarımızın gözleri yaşarıyordu. Kaçmaya karar verdik. İneğimiz bir köşede yatıyordu. Koşuyormuş gibi hızlı hızlı nefes alıyordu. Sonbahardaymışız gibi ağaçların yaprakları dökülüyordu. Etrafta yere çöken duman bulutları vardı. Çocuklar yürüyemiyorlardı. Kusmaktan bitkin düşmüşlerdi.
İnab köyüne doğru giderken çoğu kadın ve çocuk ölmeye başladı. Kimyasal bulutlar yere yakındı. Ağırdılar. Onları görebiliyorduk. Her tarafta insanlar ölüyordu. Bir çocuk daha ileri gidemeyecek duruma geldiğinde korkudan çılgına dönen ebeveynleri çocuğu yolun kenarında bırakıyorlardı. Aynı şekilde yaşlılar da bırakılıyordu. Koşuyorlar, nefes alamaz duruma geliyorlar ve ölüyorlardı.”
“HER ŞEY YERLİ YERİNDEYDİ, AMA BÜTÜN CANLILAR ÖLMÜŞTÜ”
Katliamdan sonra 21 Mart’ta Halepçe’ye ilk girenlerden olan ve katliam ile özdeşleşen, Kürt bir babanın minik bebeğini kurtarmak isterken yere düşerek öldüğü anı gösteren ‘Sessiz Tanık’ fotoğrafı ile bilinen gazeteci Ramazan Öztürk, o günü daha sonra şöyle anlatacaktı:
“Bütün sokaklar cesetlerle doluydu. Etrafta dayanılmaz bir koku hakimdi. Körpecik bebelerden bazılarının derileri kavrulmuş, bazılarının vücudu mosmor kesilmişti. Cesetlerin çoğu kadın, çocuk ve yaşlı insanlara aitti. Bazı bebekler annelerinin kucağından fırlamış yerde sere serpe yatıyorlardı. Kimi evinin avlusunda kurulmuş sofra başında; kimi kapının eşiğinde; kimi bebeğini emzirirken; kimi oyun oynarken yakalanmıştı zehirli ölümün pençesine...
Şehrin dışındaki boş tarlalarda ise, toplu halde ölmüş yüzlerce insan vardı. Uzaktan bakıldığında, sanki tarlalarda ot yerine insan bedenleri biçilmişti. Bu açık hava mezarlığında, yine kadın ve çocuklar çoğunluktaydı. Hepsi birbirlerine sokulmuş, korkunç ölüme teslim olmuşlardı.
Bazıları ise, su birikintilerinin başında ölüvermişlerdi. Bunlar da, kimyasal gazların yaktığı vücutlarını suyla ıslatarak kurtulmaya çalışanlardı. Toplu cesetlerin arka planında, otlarken yine zehirli gazın etkisiyle telef olmuş ve vücutları şişmiş hayvanların görüntüsü göze çarpıyordu. Kısacası, bomba isabeti almış birkaç binanın dışında her şey yerli yerindeydi, ama bütün canlılar ölmüştü.”
KATLİAMIN BIRAKTIĞI İZLER HALEN BELİRGİN
Halepçe Katliamı, hem Kürtler hem de uluslararası gözlemciler tarafından 23 Şubat- 6 Eylül 1988 arasında süren Enfal Operasyonu’nun doruk noktası olarak görülüyor. Katliamdan sonra kent ve çevresinde yaşayan insanlar diğer Güney Kürdistan halkının da yaptığı gibi Kuzey ve Doğu Kürdistan’a kaçmak zorunda kaldı. Savaşların sona ermesi ile birlikte evlerine geri dönen insanların yaşamlarını yeniden eski düzene koymaları bir daha asla mümkün olmadı.
Her ne kadar tüm Enfal Harekatı boyunca katledilen Kürtlerin sayısı 100 ila 200 bin arasında olsa da, yaşanan vahşetin boyutu ve sonrasında yarattığı tahribatlar ile Halepçe Katliamı, hem Kürt hem de insanlık tarihinde belki de Enfal’den daha derin izler bıraktı. Halen binlerce kişi çeşitli hastalıklarla boğuşurken, birçok kadın doğum sonrası çocuklarını kaybedebiliyor. Yapılan araştırmalara göre, 2000’li yıllara kadar Halepçe’de özürlü doğum oranı Hiroşima ve Nagazaki’den bir kaç kat daha fazla idi.
Katliamdan kurtulan birçok insan gözlerini kaybederken, binlerce insan deri, akciğer, boğaz ve diğer sinir sistemi hastalıkları ile mücadele etmek zorunda kaldı. Katliam sonrasında Güney Kürdistan’ın 2000’li yıllara kadar sürekli bir çatışma halinde olması ve yeterli önlemlerin alınmaması nedeniyle sağ kurtulanların rehabilitasyonuna ilişkin ciddi bir çalışma da yapılamadı.
DÜNYA VAHŞETİ AYLAR YILLAR SONRA GÖREBİLDİ
Bugün Halepçe Katliamı için hemen hemen tüm devletler ‘derin üzüntülerini’ dile getirseler de, katliamın olduğu günlerde tam bir sessizlik hakimdi. Sonradan Saddam Hüseyin ve Baas rejimini devirmek için Halepçe’yi argüman olarak kullansa da, dönemin ABD yönetimi o günlerde böylesi bir katliamın olduğundan ‘bihaber’ bir tavır takınıyordu. İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı yıllarca destek verdiği Irak’ın böyle birşey yapmış olması zaten mümkün değildi...
Bu insanlık dramını günler hatta haftalar sonra bile zar zor gören ‘demokratik’ Avrupa devletleri ise yine sadece üzüntülü idiler ve birçoğu halen de katliamı soykırım olarak kabul etmiyor. Kendilerinin ortak olduğu, her türlü malzemesini sağladıkları bir katliama “bu bir katliamdır, soykırımdır” diyemeyeceklerine göre...
Sosyalist Parti (PS)’li François Mitterand’ın cumhurbaşkanı olduğu Fransa, ‘kimyasal silah kullanılmaması’ çağrısı yaparken, Birleşmiş Milletler, Nisan 1988’de yayınladığı raporunda, “hem İran’da hem de Irak’ta kimyasal silah kullanılıyor” derken, sivil ölümlerinin artmış olmasından duyduğu endişeyi dile getirmekle yetiniyordu. Aynı Fransa’nın sonraları cumhurbaşkanı olan Jacques Chirac, 1974’de başbakan olarak Saddam Hüseyin’e nükleer santral satışına bizzat Bağdat’a giderek öncülük eden kişi idi.
Halkların kurtuluş umudu olduğunu iddia eden Sovyetler Birliği de sessizleri oynuyordu. O da uzun yıllar desteklediği Irak rejimine verdiği Mig-23 uçaklarının Kürtleri bombaladığını ve katlettiğini bile bile ne diyecekti ki?
KİMYASALLARI SATAN İŞADAMI HOLLANDA İSTİHBARATINA ÇALIŞTI
Almanya ve Hollanda’nın ise zaten katliamda ayrı bir rolleri vardı. Zira, katliamda kullanılan gazların ham maddesi ve üretim teknolojisi kendilerine aitti. Katliamda kullanılan gazların yapımında da kullanıldığı bilinen ‘thiodiglycol’ adlı kimyasal maddenin satışına ise Hollandalı Silah tüccarı van Anraat aracı olmuştu. 1970’li yıllarda Irak’a kimyasal madde satan İtalyan, İsviçreli ve Singapurlu şirketlere çalışan Van Anraat, 80’lerde İsviçre’de kurduğu FSA Contractor adlı şirket aracılığıyla artık kimyasal madde satışına direkt olarak aracılık ediyordu. Van Anraat, 1984-1988 yılları arasında Irak rejimine hardal gazında kullanılan tonlarca thiodiglycol (TDG) adlı kimyasal madde sattı.
Katliamdan bir yıl sonra İtalya’da gözaltına alınan Van Anraat, daha sonra serbest kalır kalmaz Saddam Hüseyin’in Irak’ına gitti ve 2003 yılında devrilmesine kadar orada yaşadı. Hollanda’ya döndükten sonra 2004 yılında ‘savaş suçlarına ve soykırıma ortaklık ve yardım etmek’ suçundan tutuklanan Van Anraat, mahkemede suçlamaları kabul etmedi, ancak 17 yıl hapis cezası almaktan kurtulamadı. Sattığı maddelerin kimyasal silah üretiminde kullanıldığını bilmediğini ve Irak rejiminin bu maddeleri ne için aldığından bihaber olduğunu iddia eden van Anraat, ne ilginçtir ki 1989 yılında, yani katliamdan bir yıl sonra kaçmak için yine Irak’ı seçmişti.
Ancak katliamın sorumluluğunu tek başına Frans van Anraat’a yüklemek de pek mantıklı değil. Tutuklanması ardından Hollanda’da birçok medya kuruluşu, van Anraat’ın aslında Hollanda Ulusal İstihbarat ve Güvenlik Servisi (AIVD)’ne çalıştığına yönelik iddialara yer verdi.
İddiaları 2009 yılında kabul eden van Anraat, Irak’a kaçtıktan sonra AIVD yetkilileri ile görüştüğünü ve onlara muhbirlik yaptığını söylemişti. Van Anraat, Saddam Hüseyin’in devrilmesi ardından Suriye’ye, oradan da Hollanda’ya getirilişinde Hollanda istihbaratının yardım ettiğini kabul ederken, kendisine ‘Ortadoğu’da yeni bir şirket kurulmasının’ dahi teklif edildiğini söylemişti.
BOMBALAR ‘ÜSTÜN ALMAN TEKNOLOJİSİ’ İLE ÜRETİLDİ
Yakın Kürdistan tarihinde kapanmayacak bir yara açan o gazları dönemin Irak rejimi Samarra kentindeki bir fabrikada üretmişti. Bir günlük işlem sonucu fabrikadan gazlar, ‘üstün Alman’ teknolojisi sonucu elde edilmişti. Hamburglu ‘Water Engineering Trading’ firması, Samarra’ya ‘civatalama’ tekniğini ihraç etmişti. Böylelikle Halepçe’ye ölüm yağdıran 20 bombanın ağzı hatasız şekilde kapatılacak, Kürdistan’ın o küçük kentine ulaşana kadar bombalardan gaz sızmayacaktı.
Bavyera’lı otomotiv parçası üreten W.E.T. firması ise, 7 Milyon Mark değerindeki bomba kılıfları ve ateşleme sistemini satmıştı. Saddam rejimi, gazları elde etmek için de Hessen eyaletindeki Karl Kolb firmasından kimyasal madde ve laboratuar malzemesi satın almıştı. Daha sonraki yıllarda uluslararası bağımsız kuruluşlar, Halepçe’ye atılan bombaların üretiminde Alman firmalarının en az yüzde 52 oranında payı olduğunu rapor edecekti.
Fakat Saddam’ın ölümcül silahlara sahip olduğu batıda bilinmeyen bir sır değildi. Daha 1984 yılında New York Times gazetesi Bağdat’ın Alman firmalarının yardımıyla kimyasal silah üretmeye başladığını yazmıştı. 1982-1986 yılları arasında Saddam, Almanya ile 625 milyon dolar değerinde silah ticareti yapmıştı. Almanya ve Saddam’ın silah dostluğu bununla da sınırlı değildi. Almanya, sadece Mahmudiye’deki füze sistemi için 1,2 milyar Dolar değerinde malzeme sattı.
Halepçe’den iki yıl sonra 1990 yılının başında Almanya’nın suç ortaklığı gündeme geldi. Federal Meclis’te araştırma komisyonun kurulması istendi, fakat o dönemin Başbakanı Helmut Kohl yönetimindeki Hristiyan Demokrat Parti (CDU) ve koalisyon hükümeti silah tüccarlarına arka çıktı, skandalı hasır altı etti. Ancak Ağustos 1990′da Alman savcıları hareke geçebildi ve Karl Kolbe ile W.E.T. firmalarından 7 yönetici hakkında tutuklama kararı çıkarttı.
Ne yazık ki, firmaların Saddam’a malzeme sattığı ispatlanamadı, çünkü satış yasal olmayan yollardan yapılmıştı. Alman istihbaratı ise bu kirli ticarete göz yummuştu. 1992 yılında Alman gazeteciler Hans Leyendecker ve Richard Rickelmann, kaleme aldıkları “Ölüm ihracatı-Ortadoğu’daki Alman silah skandalı” kitabında ‘Made in Germany’ damgalı malzemelerin Halepçe’yi nasıl vurduğunu ayrıntılı olarak anlattılar.