Tarih mütehassısı, araştırmacı yazar Mahmut Akyürekli, gençliğinde Türk Milliyetçisi bir hareket içinde olması ardından, ayrılması ve Kürtler üzerine çok önemli kitaplar yazmasına giden süreçte yaşananları anlattı
Tarih mütehassısı, araştırmacı yazar Mahmut Akyürekli, Rudaw TV’de Kawa Emin’in sunduğu “Pencemor” (Parmak İzi) programına konuk oldu.
Akyürekli ile yapılan Kürtçe röportaj Türkçeye çevrilerek üç bölüm şeklinde yayınlandı.
Daha önce 1 bölümü ve ikinci bölümü verilen Akyürekli röportajının üçüncü bölümü daha çok kişisel hayatına odaklandı.
Akyürekli gençliğinde Türk Milliyetçisi bir hareket içinde olması ardından, ayrılması ve Kürtler üzerine çok önemli kitaplar yazmasına giden süreçte yaşananları anlattı.
Tarihçi yazar Mahmut Akyürekli röportajı III. Bölümü şöyle:
Muhabir: Özel hayatınızla ilgili sorularıma geçmeden şunu sormak istiyorum; Dersim İsyanında Fransa’nın parmağı olduğu yönündeki iddialar için ne dersiniz?
Mahmut Akyürekli: Türkiye’de etnik milliyetçi, ulusalcı kesim, Kürtlere hain yaftası vurmak için, Şeyh Said Ayaklanmasında Musul meselesini gerekçe gösterip, İngilizlerin parmağı olduğunu; Dersim meselesinde ise Hatay’daki durumu ileri sürerek Fransızların destek ve silah verdiğini iddia ediyorlardı. Hakikatler ifşa olunca bu tip tezler çürüdü.
Musul meselesinin ne olup olmadığı artık sır değil. Lozan’ın 100. yılında gizli maddeler bekleyenler gerçekle yüzleşmek istemeyenlerdir, GODOTO’yu bekleyenler gibi... Şeyh Mahmut hareketini anlattığımız bölümde bu konuya açıklık getirmiştik, yine de üstünden geçelim:
Musul verilmiş karşılığında İstanbul İşgali kaldırılmış, Musul verilmiş karşılığında Ankara hükümeti devlet olarak tanınmış, Musul verilmiş Kürt nüfusun bir araya gelip kuvvetli bir siyasi güç olmaları önlenmiş, Musul verilmiş Cenubi Kürdistan’da müstakil bir Kürt devleti kurdurulmamış, Musul verilmiş İngiltere Ermenilere olan desteğini askıya almış. Kısaca bir verilmiş beş alınmıştı. Hilafetin kaldırılmasını da özelikle al-ver hesaplarıyla ele almak lazım.
Bozuk saat bile 24 saate bir doğru zamanı gösterir misali, Lozan’nın gizli kapaklı görüşmelerinin mimarı, 1925’in Başbakanı İsmet İnönü hatıratında “Şeyh Said isyanını doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında, kesin deliller bulunamamıştır” ifadesi ile “resmi yalanları” ifşa ediyor.
Dersim’de yakalan bir tek Fransız silahı yok. Bırakın Fransızlarla teması, temas edildiğine dair şüphe dahi uyandıracak bir belge yok. 2010’da yayımlanan “Dersim Kürt Tedibi” adlı kitabımda Dersim’de yakalanan silahların envanterini resmî belgelerle verdim. Yakalan silahlar ağırlıkla Martini, bir kısmı da Rus malı tüfekler ile yine Rus malı Legan (Nagant) tabancalardan ibaretti. Martini tüfeklerinin hikayesini de kitapta anlatmıştım. Kısaca size de anlatayım.
Martini tüfeklerinin Kürtler arasında yaygın kullanılmasının hikayesi 1878-1877 Osmanlı Rus savaşına kadar uzanır. Nehrili Şeyh Übeydullah (Seyid Abdulkadir’in babası) Ruslara karşı Osmanlı müttefiki olarak savaşa iştirak edince, ona silah desteği olarak 20.000 Henry Martini Tüfek gönderilmişti. Şeyh bu silahları İran’a karşı yaptığı ayaklanmada da kullandı. Şeyh Übeydullah daha sonra Osmanlı ile itilafa düşünce Mekke’ye sürüldü. Toplanmayan bu silahlar İran, Irak ve Türkiye pazarlarında, özelikle Kürtler arsında satılarak her yana dağıldı. Çok ağır olmasına rağmen yaygın olduğu için rahat temin ediliyordu. Mahalli imkanlarla tamir edilecek kadar basit ama sağlam bir mekanizmaya sahipti, bu sebeplerle her Kürt ağasının veya silahşorun gözdesiydi. Martini’nin Dersim’e kadar uzanmasını hikayesi böyle…
Muhabir: Öyleyse Dersim’in dışarı ile bir bağlantısı yoktu?
Akyürekli: Evet yok. Dersim bir ada gibi. Dersim’in etrafı dağlarla çevrili, Anadolu’nun orta yerinde, Fransız hattına (Suriye) kuş uçuşu 380 KM mesafede. Fransızların, casuslarının veya silahlarının oraya ulaşması mümkün değildi. Nitekim Jandarma Umum Kumandanlığının Dersim hakkında hazırladığı raporda “…Daima propaganda altında kalmışsalar da rüessa (ağa) geçinenlerden hiçbirinin hariçle temas ve muhaberesi tespit edilmemiştir” diyor. Vesselam…
Muhabir: Türkiye’nin modern tarihine gelirsek, bilhassa 1940 sonrasına... İlk defa milliyetçi bir parti olarak MHP (Kürtler bazen ‘Faşist’ der) ve benzer partiler kuruldu. MHP ne zaman kuruldu, nasıl ve ne amaçla kuruldu?
Akyürekli: Türk milliyetçiliği meselesi, MHP döneminde başlamadı. Daha öncesinde İttihat ve Terakki ile su yüzüne çıkmış bir mesele. Milliyetçilik İttihat ve Terakki’nin kuruluşundan 1940’a kadar beli evrimler geçirdi. Önce Ziya Gökalp sonrasında Nihal Atsız’ın fikirleri ile sistematik altyapısı oluştu.
II. Dünya Savaşı sırasında İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye devleti Türkçülere, Etnik Milliyetçiler destek verdi. Hitler, Mussolini Faşizmi yükselişteydi. Türkiye’de bu hareketlere paralel olarak Etnik Milliyetçilere sempati ile bakıyordu. 1944’te bu iklim değişti. Amerika’nın savaşa girmesi ile Avrupa’da faşizmi mağlup olup dağıldı. Türkiye eş zamanlı olarak Türkçülere karşı tavrını 180 derece aksi istikamette değiştirdi. Türkçüler bölücü ilan edildiler. Nihal Atsız, Alparslan Türkeş gibi liderleri tabutluk denilen nezarethanelerde işkenceye tabi tutulup tırnakları çekildi. Bu olaydan sonra Türkçüler uzun süre boyunca toparlanmadılar. Aktif eylemleri olmadı, ta ki 1967-68’de Dünya’da özgürlük hareketi rüzgarının esmesine kadar.
Muhabir: Ama MHP 1941’de bir parti olarak kuruldu, değil mi?
Akyürekli: Hayır, önce CKM (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) vardı.
1967-68’de Fransa’da başlayan öğrenci hareketleri ile özgürlükler tüm dünyada karşılık bulunca, değişim Türkiye’de de kuvvetli karşılık buldu. Türkiye’de sosyalist hareketler yükseldi ve eylemleri yaygınlaştı. Bu gurupların nerdeyse tamamı Komünist ve Marksist’ti. Türk Milliyetçileri, ve Türkçüler Komünizme karşıydılar. İslamcılarla birlikte “Komünizmle Mücadele Derneklerini” kurdular. Devletle aynı çizgide siyaset üretince desteklendiler. Aslında bu bir Amerikan projesiydi. Çünkü Türkiye gibi bir NATO müttefikinin Ruslara kaptırılmaması lazımdı.
1980 öncesi Ülkücü Hareketin ikinci adamı Enver Altaylı “Ruzi Nazar” adlı bir kitap yazdı. Biyografi türünde olmakla beraber aslında Altaylı’nın şahit olduğu hatta içinde olduğu olayları anlattığı için, birazda hatırat kabilinde bir çalışma. Altaylı kendi gibi Özbek olan CIA ajanı Ruzi Nazar’ın hayatına ve Türkiye’deki faaliyetlerine genişçe yer vermiş. Altaylı’nın MİT te çalıştığı daha sonra ifşa oldu. CIA ile ilişkisi ise FETÖ davasında ceza alması ile açıklık kazandı. Enver Altaylı’nın şahitlik ederek aktardığı olaylara göre Ruzi Nazar CIA adına Türkiye’de yıllarca anti Komünist programların organizatörü. 1950’lerden itibaren 1970 li yıllara kadar bu adam sürekli Türkiye’de yaşamış CIA’nın Türkiye şefi gibi.. Alparslan Türkeş, Fuat Doğulu (Eski MİT Müsteşarı) ile hep beraberlermiş, onları CIA ve Pentagon’la Ruzi Nazar tanıştırmış.
Bu önemli bir bilgi ve milattır, çünkü o tarihten itibaren Türkçüler, Milliyetçiler teşkilatlarını Komünizmle Mücadele ekseninde örgütlemeye başladılar. Bu aşamada ideoloji de farklı bir versiyonda taktim ediliyordu; zamanın ihtiyacına göre Türkçülük değil de maneviyat yani İslam öncelikliydi.
Muhabir: Türkçülerle Milliyetçiler aynı şey değil miydi?
Akyürekli: Hayır. Her Milliyetçi Türkçü değildi, şimdi de değildir. Türkiye’de çeşitli Milliyetçi akımlar var. Sosyolojik Milliyetçilik, Kültürel Milliyetçilik, Anadolu Milliyetçiliği gibi menfi, nasyonalist olmayan damarları vardı, bunlar Etnik Milliyetçilikten daha yaygındı. Türkçülüğün karşılığı Etnik Milliyetçiliktir.
Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinin CKM (MHP öncüsü)1969 Adana kongresinde etnik milliyetçiler, Türkçüler tasfiye edildi. Mutedil müspet, kapsayıcı kültürel ve sosyolojik sentezde milliyetçi bir anlayış benimsendi. Vatandaşlığı temel alan Türk kavramı ile ülkede yaşayan her kesimi kasteden, maneviyatı esas alan, bir ekoldü. İslami kavramlarla ıslah edilmiş, daha rafine edilmek için Türk ile İslam sentezlenmişti. Adı da “Türk İslam Ülküsü”ydü. Bu fikir hâkim oldu. Türk ile İslam’ın sentezlenmesindeki iki teorisyeninden biri Van’ın tanınan Seyitleri Arvasi ailesinden Dr. Seyid Ahmet Arvasi’ydi. Hal böyle olunca uzun yıllar Nihal Atsız’ın kitapları Ülkü Ocaklarında yasaklandı. Alparslan Türkeş Hacca gitti, Nihal Atsız öldüğünde sanırım cenazesine de katılmamıştı.
1969 kongresi Milliyetçiler içindeki ilk büyük ayrışmanın su yüzüne çıkmasıydı. Parti’de Kültürel ve Sosyolojik Milliyetçilik, Komünizme karşı mücadele ve İslami yaşam tarzı öncelikli olmuştu. Bu kısmı benim de hayatımın bir dönemini kapsar.1970’ten 1979’a kadar Elâzığ, Erzincan, Sivas, Erzurum, Muş, Bingöl, Malatya’daki birçok Kürt genci gibi ben de Komünizmle Mücadele aksında yer alırken Milliyetçi cenahın içinde yer aldım.’’
Nihal Atsız’dan bahsetmek isterim. Enteresan bir de vasiyeti varmış biraz ondan bahseder misiniz? Konularına değinen Akyürekli:
‘’Hay hay... Etnik Milliyetçiliğin nasıl bir şey olduğunu anlayabilmek için Nihal Atsız’ın 1941’de doğan adını Yağmur (uzun yıllar Solcu Cumhuriyet gazetesinde köşe yazdı) koyduğu oğluna yazdığı vasiyetine bakmak yeterli olur:
“Yağmur Oğlum,
Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.
Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle.
Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır.
Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır.
Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.
Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır.
Ermeniler, Kürtler, Çerkesler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içer(de)ki düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı. Tanrı yardımcın olsun!”
4 Mayıs 1941
Nihal Atsız
Atsız bu öğüdüyle oğluna, binaenaleyh kendi takipçilerine adeta ideolojik, sanal bir hapishane yaratmış. Aynı düşünceyi takip eden bir başka düstur ise “Türk’ün Türk’ten Başka Dostu Yoktur” paranoyasıdır.
Bu zihniyetle bütün Dünya’yı kendine düşman ilan etmiş bir ideoloji tasavvur edilebilir mi? Irkçılık tamda böyle bir şey. İmparatorluk mütebakiyesi bir ülkede, Türk ister Kürt ister Çerkes kim yaparsa yapsın “Etnik Milliyetçilik” bölücülüktür, Türkçü olmak kimseyi bu bölücülükten azat etmiyor.
Gelelim günümüze: Türkiye’de önde gelen etnik Milliyetçi, Türkçü kişilere baktığınızda neredeyse aralarında Türk yok; Kürt, Arap, Arnavut, Boşnak, Manav, Çerkes; Çerkesler en büyük gurubu oluşturur. Örneğin Ümit Özdağ Çerkes’tir. Babası Alparslan Türkeş’in yardımcısıydı. Kendisi de Devlet Bahçeli’nin yardımcısıydı. Meral Akşener Hanım Çerkes. Nihal Atsız penceresinde baktığınızda ikisi de “içer(de)ki” düşman kampından.’’ İfadelerini kullandı
Bu, bütün Türk milliyetçileri Kürtlere karşı bir bloktalar mı? Sorusu üzerine Akyürekli :
‘’1980 öncesi devletin gizli ajandası dışında Kürt karşıtlığı üzerinden bugünkü gibi bir bloklaşma yoktu. PKK eylemleri yoğunlaşınca 1985’ten itibaren PKK karşıtlığı üzerinden Kürt karşıtlığı, Milliyetçi, Sağcı siyasettin hatta İslamcıların bir kısmının bile ortak kabullü oldu.’’ Cevabını verdi
Muhabir: Bu, bütün Türk milliyetçilerini bir arada mı tutuyor?
Akyürekli: Evet, biraz öyle. Bu noktada biri birine yakınlar. Tabi bu sebepsiz de değil. Körü körüne elleştirmektense onları da anlamaya çalışmak lazım. 22 milyon kilometrekare büyüklüğündeki Osmanlı Devleti dağılıp 750 bin kilometrekareye düşünce “Beka” (gelecek) korkusu ortaya çıktı. Bu tedirginlik PKK’nin eylemleri ile paralel olarak yükseldi, paranoyaya dönüştü. Dün Atatürk, bugün Sağ cenahtaki birçok siyasinin diline peleseng edip taraftarlarını konsolide etmek için sık sık baş vurduğu bir motivasyon mekanizmasına döndü “Beka meselesi”. 1. Dünya savaşındaki muazzam toprak kaybından sonra, o gün birlikte mücadele verdikleri Kürtlerin kopma ihtimali diğer unsurları tedirgin ediyor. Dolayısıyla bu tedirginlik anlaşılır bir his. Esasına bakarsak Türkler Kürt düşmanı değildir. Ferden ferda Kürtlerle kaynaşmış bir toplumdan bahsediyoruz. Türkiye Irak, İran’a benzemiyor. Kürtlerle Türkler arasında yaşanan yoğun evlilikler iki halkı biri birine bağlamış. İki halk arasında derin bir de tarihi arka plan var.
Kürt karşıtlığı salt Kürt düşmanlığı olarak tezahür etmedi, PKK ile ortaya çıkmış bölünme paranoyasının yarattığı bir durum. Bazı siyasiler oy için bunu kullanarak körüklüyorlar. Yoksa sıradan insanı anlamak lazım, istismar edilmezse anlaşılır bir kaygı. Bu kadarda büyütülmezdi. Türkiye’de kişisel bazda Kürt ile Türkün arasında bir problem; husumet, düşmanlıkta yok.
İdari ve siyasi yönüyle sizler de Irak Kürdistan’ında bir kısım Türkmen, Arap, Asurinin siyasi ekollerine karşı benzer hisler taşımıyor musunuz? ‘’
Muhabir: Irak Kürdistan’ında Türkmenlerin her hakkı bulunuyor...
Mahmut Akyürekli: Öyle de olsa taşıyorsunuz. Sizdeki yönetimi bu cihetiyle taktir ediyorum. Genç bir yönetim olmanıza karşılık demokrasi ve çoğulculukta bizden başarılı gözüküyorsunuz. Irak Kürdistan yönetimi bu anlamda bölgede iyi örnek oluşturuyor, tabii diğer ‘eksikleri’ eleştirme hakkımı saklı tutarak bunu söylüyorum. Türkiye’de bazı eksiklikler var, Ana dilde eğitim gibi. Fakat en önemli eksiklik Anayasal tanım. Siyasi görüşü ne olursa olsun, Türkiyeli Kürtlerin ortaklaştıkları bu iki temel talep maalesef hala gündemde.
Ana dilde eğitim aslında kısmen aşıldı. Özel okul açıp Ana dil ile eğitim vermenin önünde kanuni bir engel yok ama, nedense Kürtler bu hakkı kullanmıyor. O kadar zengin Kürt iş adamı olmasına rağmen kimse ekonomik olarak elini taşın altına koyup Kürtçe eğitim-öğretim yapan bir kolej açmadı. Mevki, makam, ihale olsa kimseye sıra vermezler. Kürtler adına siyaset yapan hiçbir grup veya partinin de böyle bir çabası yok. Herkes “devlet yapsın” havası içinde.
Zengin iki üç Kürt iş adamı çıkıp böyle bir okul açsalar adlarını tarihe yazdırmış olurlar.
Bunu yapmayacak, bu işin propagandasını yapacak, Kürtlük nutukları atacak fakat elini taşın altına koymayacaksın, bu makul bir davranış mı?
Maalesef Türkiye’deki Kürtlerin hali bu. Bakmayın sosyal medya veya siyasi arenada bağırıp çağırmalara. Okul konusunda geri durmaları sebebiyle Kürdi olma iddiasında olan Türkiyeli Kürt zenginlerini ve siyasetlerini samimi bulmuyorum. Çünkü Kürtlere “Kürt” denilmesinin sebebi Kürt lisanının “Kürdi” konuştukları için verilmiş. Mensubiyetin esası biyolojik değil dil ve kültür üzerine oturur...
Muhabir: Milliyetçi Partiler Kürdistan’da nasıl şube açtılar? Kim üye oldu? Hangi şehirden başladılar?
Mahmut Akyürekli: Bu konuda sıkıntı yok. Çünkü Kürtlerin yaşadığı şehirlerde Türkler de yaşıyor. Bir de Türk olduğuna inanmış olan Kürtler, sayıları hala az değil. Bu işin bir tarafı. Diğer tarafı ise ideolojik kamplaşmalar. Ayrıca Türkiye’de her parti istediği yerde şube açıp teşkilatlanabilir. Kürt haklarını esas almış partiler de Türkiye’nin her yerinde teşkilatlanıyorlar. HDP, HÜDA-PAR, DEZA-PAR, PAK, KDP-T partileri gibi. Önemli olan taraftar bulmaktır.
Esasa bakarsak, 1967-68 yıllarında Komünizmle Mücadele siyaseti ile bölgede Türk Milliyetçileri rahat zemin ve taraftar buldu. Komünizm tehlikesi vardı, yalnız bizde değil bütün Dünyada. Müslüman, dindar halk tedirgindi. Gençlik olayları başladığında Türk-Kürt demeden Alevi gençliği tamamen, mezhebi ötekileştirmeye ilaç olarak gördükleri, “eşitlik” vaadi sebebiyle Komünizm taraftarı olmuşlardı. Çünkü Aleviler yılardır ikinci sınıf vatandaş gibi görülüyordu. Durumları Kürtlerden daha kötüydü. Hele bir de hem Alevi hem de Kürt isen ötekinin de ötekisi oluyordun. Amerika’da siyahiler ne ise Türkiye’de Alevi- Kürtler öyleydi. Erzurum, Erzincan, Malatya, Adıyaman, Elâzığ, Bingöl, Maraş, Sivas Aleviler ile Sünnilerin, Kürtler ile Türklerin bir arada yaşadığı kentlerdi. Özelikle bu kentlerde mezhebi karşıtlık yıllarca alttan alta devam ederek gelmişti. Vatandaş arasında kamplaşmanın asıl sorumlusu da sebebi de devlet ve uygulamalarıydı.
Selim (Yavuz) Şeyhülislamı İbn. Kemal’den aldığı “Kızılbaş’ın katli, malı, ırzı helaldir” fetvasından 400 yıl sonra, 1920’de Koçkıri Kırımında Sünni halk silahlandırılıp, milis yapılarak Alevi Koçkıri aşiretinin üzerine salınmıştı. Keza 1938 Dersim Tertelesinde (Tedibinde) harekette katılan birliklere, “Bunlar Rafızi, Allah tanımaz, anne, bacı bilmez” gibi çirkin telkinler yapılarak operasyona gönderilmişti. Bu telkinler olmasaydı Dersimde bu kadar acımasız katliam olmazdı. Çünkü asker neticede Anadolu insanı ve Müslüman. Kendi dindaşına karşı bu kadar acımazsız davranamazdı.
Alevi gençlik bu sebeplerle Komünist ideolojiye bir mezhep, bir din gibi sarılınca Sünni gençlik karşı cephede yer aldı. Aslında çok da bilinçli değildi. Dindar olmak, Sünni olmak yeter sebepti. NATO müttefiki olan Devlet’in tavrı Sünni gençlerin tercih ettiği ideolojilerle aynı çizgiye düştü. Kürtler ise Komünizmi dinsiz, ahlaksız, kötü bir rejim olarak görüyordu. Genlerine işlemiş olan Rus (Moskof) düşmanlığı da buna ilave olunca Sünni Kürt gençlik bu kentlerde anti komünist ideolojileri tercih etti. Aynı tarihlerde Komünizmle belirgin ve agresif mücadeleyi kendilerini Milliyetçi olarak tanımlayan Ülkücüler yapıyordu. Hararetli, lider ruhlu, sıcak kanlı anti Komünist Kürt gençleri onların safına katılmayı tercih ediyorlardı.
Daha önce söylemiştim bu dönemlerde Nihal Atsız çizgisi (1969’dan sonra) devre dışı bırakılmıştı. Ülkücü İdeoloji Türk-İslam Ülküsü (ideali) olarak tanımlanıyordu. Etnik Milliyetçilik, Türkçülük kabul edilen bir çizgi olarak görülmüyordu. Bir de Kürtlerin Türk oldukları tezi işin içine girince, Kürt gençlerinin Ülkücü olması için artık bir engel kalmamış oluyordu. Çünkü tamamı dindar ailelere mensuplardı o yüzden komünizmle kim savaşıyorsa orda olmak adeta bir zorunluluktu.
Hareket içinde görünürde bir ayrım yapılmıyordu. İl ilçe başkanlığı yapan onlarca Kürt vardı. Türkeş “Onlar ne kadar Kürt’se ben de o kadar Kürt’üm. Ben ne kadar Türk’sem onlar da o kadar Türk’tür” sözleri Ülkücü Kürtlerin kendilerine karşı ayrım yapılmadığı inancına dair icazet gibiydi. “Aramızda hiçbir fark” yok anlamındaki bu sözleri dışında Kürtlerin Türklüğü üzerine yüzlerce kitap yazılmıştı. Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü adında bir enstitü bu işin yayın kısmını götürüyordu. Tarih bölümünde okurken hocalarımın tamamı bu düşünceyi işleyen enstitü ile ilişkisi olan insanlardı. Nitekim 1978’e kadar bende Kürtleri Türk olarak biliyordum. Sonuç olarak Kendi milliyetini Türk olarak bilince, insana Türk Milliyetçisi olmak absürt gelmiyor.
Muhabir: Ama siz Kürtçe konuşuyorsunuz... Türkçe ile Kürtçe dilleri birbirinden farklı.
Mahmut Akyürekli: Evet bugünden bakarsak doğrudur. O günlerde farklıdır diye düşünmüyorduk, öyle öğretilmişti. Bize “Kürtler, Türklerden önce Orta Asya’dan geldiler” dolayısıyla dillerine Farsça çok fazla karıştı Kürtçe öyle oluştu” deniliyordu. Kürtler en has, en eski Türklerdir söylemi oldukça yaygındı. Bakın 1979 yılında Ülkücüler “Kon” (kıl kara çadır) adında bir de Kürtçe dergi çıkardılar. Dergiyi Diyarbakır Ülkü Ocakları Başkanı Vedat Güldoğan çıkarmak istemiş Türkeş de müsaade etmiş, dergi öyle yayımlandı. Bugün PKK üzerinden yaratılan Kürt karşıtlığı o zaman tahvilde değildi.
Muhabir: Ben Türkeşçilerin Kürdistan’daki örgütlenmeleri hakkında bir şey sormak istiyorum. Özellikle dindar kentlerde, İslam’ın güçlü olduğu yerlerde güçlü olduğu söyleniyor doğru mu?
Mahmut Akyürekli: Evet doğrudur, Komünizme karşı en aktif mücadeleyi veren onlardı. En fazla Allah, din, iman, Kuran söylemine onlar sahipti. Camilere gider, namaz kılar, Komünist guruplara karşı sokakta, okulda, üniversitede, kavgada, hatta silahlı mücadelede hep onlar öndeydi. Nurcular, Süleymancılar gibi diğer sağ guruplar fiziki mücadeleye girmiyordu, fikri mücadelede yeterli etkinlikleri yoktu. Gençsin, kanın kaynıyor, heyecanlıysan, anti Komünist dindar bir aileden geliyorsan o gün için gideceğin başka da adres yok gibiydi. Kısaca bütün yollar oraya çıkıyordu.
Muhabir: Siz ne zaman üye oldunuz? Hangi seneydi? Orada ne yapıyordunuz, göreviniz neydi.
Mahmut Akyürekli: Ben 1969- 70’te Milliyetçi oldum, 1979’a kadar.
Muhabir: Sizin göreviniz, faaliyetiniz neydi?
Mahmut Akyürekli: Şahsi özel bir görevim yoktu. Öğretmen olduğum için kültürel alandaydım. Genel olarak en önemli görevimiz insanları komünizme karşı eğitmek, İslami şuur vermekti. Zaman zaman bu konuda gençlere seminerler verdim. Seminerlerde Mevdudi, Seyid Kutup gibi yabancı; Necip Fazıl, Nurettin Topçu gibi yerli Müslüman aydınların görüşlerini anlatıyordum. Nihal Atsız’a o günde ısınmamıştım.
Muhabir: Silahlarınız var mıydı? Ya da silahlı kişiler, Komandolar denilen grup?
Mahmut Akyürekli: 1969-1980 arası öncelikle can güvenliği için silah taşıyan pek çok genç vardı. Gençlik guruplarının içinde de silah taşıyan insanlar az değildi fakat tamamı silah taşımazdı. Dolaysıyla Ülkücüler de silah taşıyanlar vardı ama ben taşımıyordum.
Komando tabiri bir dönemler genel olarak bütün ülkücüler için kullanıldı fakat asıl Komandoları muhtemelen Kontrgerilla, Özel Harp programı çerçevesinde bizatihi devlet yetiştirdi. Bu konuda bilgim sıradan insanların bilgisinden farklı değil.
Muhabir: Siz Kürt öğrencilere ya da kadın ve çocuklara yönelik nasıl bir propaganda yürütüyordunuz? Bunlara dair planınız neydi?
Mahmut Akyürekli: Açıkçası çok büyük bir mesele değildi, bizim propagandamız iki şey üzerine kuruluydu: Bir anti-komünizm, ikincisi dini değerler. İslami hassasiyet öndeydi, oruç, namaz önemsenen ibadetlerdi. 1983’te Türkeş cezaevinde hareketin başındaki insanlara ikaz mektubu yazarken davayı(ideolojiyi) şöyle tanımlıyor:
“Malum olduğu üzere davamız Türk İslam davasıdır. Hareketimizin gayesi Allahın (cc) rızasını kazanmak ve asil milletimize hizmet etmektir.”
O zaman böyleydi arkasında başka şey aramıyorduk. Tamamen etnik, ayrıştırıcı, ötekileştirici 1969 öncesi Türkçü çizgiye geri dönmeleridir.
Muhabir: Anlattıklarınızdan anlıyorum ki Ülkücülük her zaman diliminde aynı çizgide değilmiş, doğru mu anlamışım?
Mahmut Akyürekli: Evet tamda öyle.
Bütün insani düşüncelerde olduğu gibi oluşan şartlara bağlı olarak, Ülkücülük de zaman içinde evrim geçirip değişime uğraması tabiidir. Nitekim evrim devam ediyor. Fraksiyonlar yeni ekoller, anlayışlar guruplar tezahür ediyor.
1944’te Türkçü etnik bir çizgide,1968’den sonra İslami hassasiyetleri önde; toplumcu, etnik ayrım yapmayan sosyolojik, kültürel Milliyetçilik eksenine oturmuş Türk-İslamcı. 1980’sonrası başlayan PKK eylemleri ile yeniden etnik çizgiye yönelme, 1990’da PKK eylemleri yoğunlaşınca Etnik Türkçü çizgiye tamamı ile dönüş gibi aşmalar geçirdi. Her aşamada ayrılmalar yeni guruplar oluştu. Günümüzde bunların bir kısmı sert ırkçılık noktasında kimisi ise mutedil, müspet siyaset yapıyor.
Muhabir: Kürdistan’daki sorumlularınız ya da yöneticileriniz kimdi? Oraya gelen Türkler miydi?
Mahmut Akyürekli: Hayır, çoğu Kürt’tü. Yerel yöneticiler Kürt’tü. Fakat bazı kentlere bir -iki Ülkücü subay bir iki de tarih, edebiyat öğretmeni gönderildiği de olmuştur düşüncesindeyim. (Bu düşünceye daha sonraki yıllarda sahip oldum).
Ayrıca bazı guruplarla özel olarak ilgilenildiğini düşünüyorum. Şeyh Said ayaklanmasına katılan lider konumundaki kişilerin torunlarının sayısının fazla olduğunu gördükten sonra sanki bunlar üzerinde özel olarak çalışılmış kanaati bende oluştu.
Muhabir: O zaman kişilerin kimler olduğunu biliyorsunuz, dedeleri asılmış, bilinen insanlar mıydı?
Mahmut Akyürekli: Evet tanınmış lider konumunda olan insanların torunlardan bahsediyorum fakat müsaadeleri olmadan adlarını söylemem doğru değil. Dedesi ya asılmış ya da vurulmuş olanlardan bahsediyorum.
Muhabir: Mahmut Bey, gençliğinizde bu siyasettin içinde olduğunuzda siz “Türk olduğunuza” kendinizi nasıl ikna ettiniz?
Mahmut Akyürekli: Eğitim hayatımız boyunca sürekli olarak Kürtler Türk’tür deniliyordu. Şimdi sizlere garip gelebilir ama o dönemde biz ikna olmuştuk. Mesela Ziya Gökalp için “Kürt’tür Türkçülerin piridir, teorisyenidir” diyorlardı. Onların has teorisyeni bir Kürt olunca bana “Kürtler Türk’tür” iddiası doğru geliyordu, aksini yazan bir kitap makale elimize geçmiyordu ki okuyalım. Tabi şartlanmış olmakta önemliydi çünkü tek taraflı okuyorduk.
Orta Asya’da Göktürk Anıtı adında tarihi bir dikili taş var. İlk Türk alfabesi ile yazılmış. O taşta “Ben ki Kürt Hakanı Alpurungu” ibaresinin varlığı anlatılıyordu. En eski Türklük belgesi üzerinden Türklüğümüz kayıtlıysa başka neye ihtiyaç var ki diye düşünüyorsunuz. O zaman öyle düşünenlerdendim.
Daha sonra İslam Ansiklopedisi yayımlanmaya başladı, “Kürt” kelimesi geçen fasikül 1977-1978’de yayımlandı. İlk kez orada Kürtlerin Türk olmadıklarına dair ciddi bir teze tesadüf ettim. Minorsky’nin kitabından aynen iktibas edilmişti. Kürtlerin Turani bir kavim olmadıkları, menşei ve tarihi hakkında uzunca bilgi veriyordu. İslam Ansiklopedisi Kürt maddesini hala aynı makalenin iktibasıyla vermeye devam ediyor. Bu makale Millî Eğitim Bakanlığı gibi resmi bir makamın yayın evinde yayınlanmış ve dağıtılmıştı. Solcuların falan bastığı yayınladığı bir şey değildi. Olsa zaten inanmazdık. Üstelik o dönem MHP’nin de yer aldığı Milli Cephe Hükümeti iktidardı. Bu makaleyi okuduktan sonra meseleye şüpheyle bakmaya başladım. “Madem Kürtler Türk değil, o halde Kürtler kim?” sorusunun cevabını bulmak üzere üniversiteye girip tarih okudum. Benim araştırmacılığım, tarihçiliğim, bu sorunun peşine düşmekle başladı.
Muhabir: Kaç sene sonra Kürtlerin kim olduğunu öğrendiniz?
Mahmut Akyürekli: 1980’lerden sonra Kürtlerin Türk olmadıkları kanaatine sahip oldum, fakat siyasetten bir tercih içinde değildim. Akademik olarak daha ileri gitme düşüncesi ağır basıyordu. Tarih bölümündeyken üniversite dersleri dışında Kürtlerle ilgili başka kaynaklar tetkik etme fırsatım oldu. Böylece Kürtlerin ayrı bir halk olduklarını öğrendim. Şunu da ilave edeyim Türklerle ortak bin yıllık bir geçmişinde analizini bugün dahi yapmaya devam ediyorum. Bunun için de “Türklerle Kürtler Bin yılık Geçmişin Kısa Tarihi” adlı kitabı yazdım.
Muhabir: Evet... Kürdistan’da diğer partilerin temsilcileri ve parlamenterleri vardı. SHP, CHP ve diğerleri... Bunların Kürdistan’da rolü neydi? Neden onların birine üye olmadınız? Onlar açık açık Türkçüyüz demiyorlardı en azından...
Mahmut Akyürekli: Öncelikle şunu söyleyeyim: Kürtlere yönelik katliam ve ötekileştirmeler sizin saydığınız partiler zamanında oldu. CHP iktidarları döneminde Kürtler katledildi. 1925 Bicar (Şeyh Said),1930 Ağrı, Sason, 1937-38 Dersim hadiselerinde MHP henüz ortada yoktu. Bütün bu olaylar CHP’ iktidarlarında oldu. Bugün solcu dediğiniz bu partiler o dönemin Kürt katliamlarından sorumluluğu olan zihniyetlerin devamı. Kürt isen ve bunun bilincindeysen, sağcılar senin için daha iyi görünür. Geriye doğru baktığında solcular (Kemalist İdeolojiyi kastediyorum) senin kasabın olmuş, sonuçta kendi kasapların hayranı olamazsın, değil mi? Dolaysıyla sağa sempati duymak onlarla ittifak adeta mecburiydi. Yoksa Kürt’ü yok sayan “Ulusalcı”nın ideolojisinin temsilcisine mi gideceksin; asimile eden, köyüne gelen çerçinin bile Kürtçe konuşmasına izin vermeyen zihniyette mi?
Bakın zamanın “Kürt çocuklarına okuma yazma öğretmeyin eğitmeyin, önce Türkleri eğitin. Kürtçeyi konuşturmayın, sürgünlerde bile bir köyde üç Kürt aileden fazla bir arada bulunmasın, bir şehirde 100 Kürt aile yan yana gelmesin” şeklinde yazılan raporlar CHP zihniyetinin eseriydi.
Kuran okumak dahi yasaklanmış, dedelerimizin sarıkları çarşı pazarlarda başlarında alınarak yerlere atılıp çiğnenmiş, yakılmış. Sarık veya külah taktıkları için cezaevlerine atılmış, hata idam edilmişler. Dost arıyorsan bunlara kim karşıysa senin dostun o diye düşünüyorsun. Sağı tercihimizin sebeplerinden önemli bir kısmı saydıklarınız partilerin yaptıkları icraatlarıydı.
İşin aslına dönersek: Konu Kürt olunca arada çok da fazla farkları yok, zira hepsinin zihin dünyası aynı, bölünme paranoyası...
Muhabir: Yani dediğinize göre tamamı aynı aslında...
Mahmut Akyürekli: Ha Nasyonalist milliyetçilik ha Ulusalcılık, ne fark eder ki. Biri diğerinin modern ağızla telaffuzu, fark o kadar. Hepsi aynı zihniyet. Günümüzde konu Kürtler olunca bazı istisnalar dışında Tük siyasetinde pek farklılık göremezsiniz.
Muhabir: Türkeşçi Kürt kadınlar da var mıydı?
Mahmut Akyürekli: Elbet, Kadın da, genç de yaşlı da her kesimden insan vardı, gördüğüm kadarıyla bugün de varlar.
Muhabir: O dönem özellikle tanınan Türkeşçi Kürt var mıydı? Varsa kim(ler)di?
Mahmut Akyürekli: 1970’li yıllarda Bingöl Belediye Başkanı Hikmet Tekin, Malatya Belediye Başkanı Hamid Fendoğlu, Türk İslam Ülküsü teorisyenlerinde Seyid Ahmet Arvasi ilk aklıma gelenler. S. Ahmet Arvasi’en bahsetmişken şu notu da düşelim: Türkiye’de Türkçü harekatın baştan itibaren öncülerinin çoğunluğu Türk değil. Ziya Gökalp (Zaza), Tekin Munisalp (Yahudi) gibi…
Muhabir: Evde Kürtçe konuşur muydunuz? Ailenizle?
Mahmut Akyürekli: Elbette Ailem ve arkadaşlarımla Kürtçe konuşurdum. Kürtçe ve Kürtlük 1980 öncesi göreceli olarak bizim bölgede o kadar yadırganacak bir şey değildi. Sanırım 1975’teydi, Elâzığ Fırat Üniversitesi’nde bir gurup Kürt Ülkücü odalarına Kürtçe “Oda Mêran” (Erkekler Odası) adını vermişti, kapılarında da öyle yazılıydı.
Muhabir: Bunlar hâlâ Türkeşçi mi? Mesela kimler?
Mahmut Akyürekli: Bir kısmı evet fakat bir kısmı değil. Bağışlayın, müsaadesini almadığım kimsenin adını veremem.
Muhabir: Ne zaman onları bıraktınız, hangi dönemde onlardan ayrıldınız?
Mahmut Akyürekli: 1980’de ihtilal olunca bir müddet herkes sessiz kaldı. Ateşli siyasetin harareti düşmüştü. Üniversiteye devam ettiğim için araştırma ile meşguldüm. Kürtlerin Türk olmadığını anladıktan sonrası harekete ilgim haliyle zayıfladı. 1983’ten sonra ise siyasi angajmanlarımı atarak tarih üzerinde yoğunlaştım. Kürt tarihi, Kürtlerle Türklerin tarihi ilişkileri üzerine okumalar yaptım, araştırmalar yaptım. 1985’te Dersim meselesi benim yüksek lisans tezimdi. İki sene boyunca üzerinde çalıştım, belgeleri hazırladım, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’ne tezi teslim ettim. Tez savunmamda bir hoca özgeçmişime bakarak: “Mahmut, sen tarihçisin oğlunun adı da Bedirhan” deyince kastettiği şeyi anladım. “Hocam affedersiniz oraya Kürt olduğumu yazmayı unuttum” deyip çekildim, çünkü biri birimizi anlamıştık. Hocalarımın tamamı o siyasi ekoldendi. O gün itibariyle siyasi olarak bağım kalmadı. Tezimin geçmeyeceğini düşünerek kendimi küçük düşürmedim, Yüksek Lisans eğitimime son verdim. Ama bunu yıllarca dilendirmedim. “Bana bu kadar ilim yeter” dedim. Elazığ’a döndüm, Öğretmenlikten de istifa ederek ticarette atıldım. Dostluklarım baki olmak kaydıyla siyasetle ilgimi tamamen kestim, o günden sonra bütün enerjimi ticarette başarılı olmaya harcadım.
25 yıl sonra 2010 yılında akademiyi kapsayan bir af çıktı, aftan istifade ederek Akademiye geri döndüm. Tezimi yeniden ele alıp belgeleri zenginleştirildim, üç ay içinde tezimi savunup diplomamı aldım. Tezim “Dersim Kürt Tedibi” olarak kitaplaştı. O zamana kadar Türkiye Akademisinde “Dersim” kelimesi kullanmak yasaktı. Bu adı kullanan ilk resmi akademik tezin sahibi oldum.
İçimde uhde kalmış olmalı ki 2010’da bu kez ticareti bırakarak Tarih araştırmalarına kaldığım yerden devam etme kararı aldım. Bağımsız olarak Tarih çalışıyorum. Konularımın ağırlığında özne hep Kürtler oldu. Şu ana kadar 11 Kitap yazdım.
Muhabir: Şimdi ne üzerinde çalışıyorsunuz?
Mahmut Akyürekli: Musul Meselesi, Birinci dünya savaşında sahipsiz olduğu için yitirilen üç yüz elli binden fazla kimsesiz çocuk, 1. Dünya Harbinde Kürtler, Kürt Aşiret albümü, 1918-1938 Osmanlıdan Türkiye’ye Kürt Siyasi Hareketinin 20 Yılı gibi konular üzerinde çalışıyorum. Allah ömür verirse, başlatmayı düşündüğüm “Ansiklopediya Kurd” adında bir ansiklopedi çalışması için de maddeler yazıyorum.
Muhabir: Üniversitede değilsiniz bu araştırma ve çalışmalarınızı nasıl yapabiliyorsunuz, imkanlarınız var mı?
Mahmut Akyürekli: Geçmişte ticaret yaptığım zamanlarda Allah kendime yetecek kadar rızık nasip etti, şimdiye kadar kimseden destek almadan araştırma yapma olanağım oldu. Bu özgürlüğü yaşadığım için; gördüğümü, inandığımı, siyasi ve idari etki altında kalmadan objektif yazma şansına sahip oldum. Herhangi bir üniversitede çalışmış olsaydım bunu yapamazdım. Geçim derdim yok Elhamdülillah, seyahat ve araştırma için kısıtlı da olsa şahsi bir bütçem var, oturup yazmak için zamanım var, daha fazlasına ihtiyacım yok.
Muhabir: Bütün belgeleri, bu arşivi nasıl buldunuz?
Mahmut Akyürekli: İlk olarak Şeyh Said meselesine ilişkin Şark İstiklal Mahkemesi belgeleri elime geçti. TBMM’nin hemen altında, Meclisin arşivinde muhafaza ediliyordu. Mecliste çalışan bir dostum vardı, bana güven duyuyordu yardımcı olmak için o verdi. Bizde onun güvenine layık olduk, zaman zaman yapılan baskılara rağmen ismini onurumuz gibi mahfuz tutuk.
Koçgiri belgeleri beni buldu. CNN Türk TV de “Eğrisi Doğrusu” programına konuk olmuştum. Taha Akyol’la Dersim meselesi üzerinde konuşurken birileri izlemiş, ısınmış güven duymuş. Televizyonu arayıp telefonumu rica edip alıyor. Ertesi gün beni ardı, sesinden beli yaşlı bir hanımefendi, “seni izledim evladım, çok ahlaklı tarafsız konuşuyordun, dürüst birine benziyorsun, sana içim ısındı, dedemin bir bavul dolusu Osmanlıca belgeleri var” dedikten sonra dürüst olduğuma kanaat getirdiğini, evrakı okuyamadığını, yaşlı olduğunu mümkünse evrakı bana vermek istediğini, söyledi. Koçgiri evrakına böyle ulaştım.
Muhabir: Bu belgeleri size mi verdi?
Mahmut Akyürekli: Evet, 1920’de kurulan Koçgiri Tahkik Komisyonu üyesi bir Milletvekilinin torunu. Belgeleri tahrif etmeyeceğime inandığı için dedesinin bütün belgelerini bana verdi. Aslını ona iade etmek üzere altı bin üç yüz sayfa belgeyi skayn edip aldım.
Muhabir: Koçgiri üzerine Altı bin belge...
Mahmut Akyürekli: Evet, tamamı Osmanlıca yazılmış 6300 sayfa Koçgiri belgesiydi.
Muhabir: Siz nasıl Osmanlıca öğrendiniz?
Mahmut Akyürekli: Üniversitede tarih okurken Osmanlıca öğrendim. Türkiye’de eğer Tarih okursanız Osmanlıca öğrenmek zorundasınız. Sonrasında istersen bırakırsın ya da onu geliştirirsin. Fakat ben üzerinde çalıştım geliştirdim.
Muhabir: O el yazmalarında ve belgelerde Kürdistan sözü geçiyor mu?
Mahmut Akyürekli: Elbette. 1924-1925’e kadar Türkiye’de Meclis kararlarında da geçiyor. Kürdistan mebusları deniyor. Yasak bir şey değil. Lazistan ve Kürdistan mebusları deniliyor. Bunlara yönelik yasaklar 1972’den sonra başlıyor. Yani devlet ulusalcıların nüfuz alanına girince. Daha ağır yasaklar ise 1980’lerden sonra. 1980’e kadar Kürtçe yasak değildi. Kürtçe konuşurduk ve Kürtçe şarkı dinlerdik. Şakiro dinlerdik. Şakiro her yere gider ve oralarda klamlar söylerdi.
Muhabir: Şakiro’dan bahsettiniz. Sizin yakın bir arkadaşınız mıydı? Ondan bahsetmek ister misiniz? Şakiro Kürtler için ne anlam ifade ediyordu?
Mahmut Akyürekli: ‘Şakiro Kürtler için ne anlam ifade ediyor’ sorusu zor bir soru. Fakat mühim. Nereden başlayacağımı bilemiyorum. Öncelikle Şakiro Kürtler için bir tarihti. İkincisi de bir his’ti. Yani Şakiro dinleyince Kürt olduğunuzu hissedersiniz. Adeta enjekte eder. Şakiro klamlarındaki dilinde oldukça fazla kelime ile kullanır, Kürtlerin hissiyatını tahrik eder. O yüzden Şakiro dinleyen kişiler dillerini geliştirir hissiyatını olgunlaştırır.
Muhabir: Bunlar o kadar önemli mi?
Mahmut Akyürekli: Evet, çok önemli. Zira Şakiro’nun klamlarında dilin azametini görürsünüz! Kültürünü öğrenirsiniz. Hissiyatınız da ortaya çıkınca başınıza büyük bir bela oluveriyor Şakiro hayranlığı (Gülerek). Allah rahmet eylesin. Yaşça aramızda sanırım 20’den fazla yaş farkı vardı. Ben çocukluğumdan itibaren hep onu dinlerdim. 16-17 yaşlarında iken bizim aileye misafir olarak gelirdi. Rahmetli Mehmet amcamla iyi arkadaşlardı. Babam da onu çok severdi. Sanırım 1973 yılında Karlıova’ya geldiğinde amcama misafir olmuştu. İlk defa o zaman yüz yüze görüştüm. Dostluğumuz vefatına kadar devam etti. Klamlarında ince ince, iğne oyası örer gibi Kürt kültürü nakşedilmiş. Onun klamları, Kürt kültürü tarih, coğrafyası için yorumlanmalıdır. Kürt kültür hayatında şüphesiz ki Ehmed ê Xani’nin yeri istisnadır fakat Şakiro’ya da özel bir yer ayrılmalıdır diye düşünüyorum.
Muhabir: Bir tarihçi olarak bir dönem Türkler arasında kaldınız. Şu anda Türkeşçilerin arasında olan Kürt gençlerine ne söylemek istersiniz?
Mahmut Akyürekli: Çok ilgili değilim ama sanırım Türkeşçiler arasında eskisi kadar Kürt genci kalmadı. Ben bir gurup yerine siyasi düşünce ve ideolojileri ne olursa olsun, bütün Kürt gençleri için bir şeyler söylemeyi daha doğru buluyorum.
Onlara tavsiyem; tarihlerini öğrensinler, kültür, müzik ve dillerine sahip çıksınlar. Bir millet dili ile tanınır. Bir milletin dili yok olursa varlığı da yok olur. Almanlar Almanca, Fransızlar Fransızca ile Türkler Türkçe, Farslar Farsça, Araplar da Arapça ile tanınmış adlandırılmışlar. Bütün milletler dillerine verilen ad üzerinden isimlendirilmiştir. Bir milleti diğerinden ayıran esas unsur dilidir. Dil her şeyin temelidir. Gençler çocuklarına ana dillerini öğretmeli, aile arasında Kürtçe konuşmalı. Kürtçe okuyup-yazma öncelikleri olmalı. Siyasetten, ideolojiden kısaca her şeyden önce Kürt dili gelmelidir. Dil oldu mu tarih, edebiyat, müzik, folklor kendiliğinden ikmal olur.
Kısaca ve tek kelime ile:
“Kurdî… Kurdî… Kurdî û dîsa Kurdî”
Muhabir: Şimdilerde kendinizi ne görüyorsunuz?
Mahmut Akyürekli: Twitter, Facbook gibi Sosyal Medya hesaplarımdaki tabelamda kendimi açıkça tarif ediyorum: “Milliyetçilik Mensubiyetini Sevmek Irkçılık İse Onu Kutsamaktır.”
Hiçbir millet diğerinden üstün değil benim nazarımda, onun için ırkçı değilim lakin: halkını sevmek, muhabbet duymak, haklarını savunmak derekesinde müspet milliyetçi bir anlayış kadar doğal, insani bir şey var mı?
Tıpkı Peygamberin “Kişi kavmini sevmekle kınanamaz” ruhsatı gibi.
Mahmut Akyürekli kimdir?
Tarih mütahasısı, araştırmacı yazar Mahmut Akyürekli, Kürtlerin tarihi ve özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında yaşanan olaylar ve isyanlar hakkında yazdığı kitaplar ve araştırmalarla öne çıkıyor.
Geniş bir arşive sahip olan Akyürekli’nin araştırmaları kadar hayatı da dikkat çeken ayrıntılarla dolu.
Fırat Üniversitesi Tarih Bölümü’nden 1983’te mezun olan Akyürekli, üniversite eğitiminin ardından Yüksek Lisans eğitimini “Dersim Olaylarının Sebep ve Sonuçları” üzerine yazdığı tez üzerine 1985’te yarıda bırakmış, 10 senelik öğretmenlik hayatını da noktalamış. 25 yıl ticaretle meşgul olmuş.
2010 yılında akademik çalışma ve araştırma alanına geri dönen Akyürekli, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde yüksek lisansını tamamlamış. Tez konusu olan “Dersim Olaylarının Sebep ve Sonuçları”, “Dersim Kürt Tedibi” isimi ile kitap olarak yayınlamıştır.
Ulus devlet Kürt ilişkileri, Yakın dönem Kürt Tarihi, Milli mücadele ve Cumhuriyetin kuruluş dönemi 1. Cihan Harbi Kafkas ve Irak cephesi üzerine çalışmaları bir kısmı Kitap diğerleri ise bir çok dergi ve gazetede makale olarak yayınlanmıştır.