Kürdistan Hewler Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Arzu Yılmaz Türkiye’nin kalkınma yolu projesinin hedeflerini, İran’ın sessizliğini, barış ve diyalog çağrılarını ve ABD’nin pozisyonunu anlattı.
Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, MİT Müsteşarı İbrahim Kalın ve Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler üçlüsünün önce ABD, ardından Irak temasları sonrasında Türkiye gündemine birkaç haftadır kalkınma yolu projesi girdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın nisan ayındaki Irak ziyaretiyle daha somut adımların atılacağı belirtilen ticaret projesinin, içeride “PKK Irak ve Suriye’den temizlenecek, 40 yıllık terörü bitirip bu hesabı kapatacağız” şeklinde propaganda edilmesi, iktidarın projedeki ana motivasyonunu ortaya koyuyor.
Türkiye’nin kalkınma yolu projesi hedefleri neler? İran neden sessiz? ABD’nin pozisyonu ne? YNK Başkanı Bafıl Talabani neden hedefte? Askeri operasyonlar yoğunlaştırılırken, Newroz’larda daha da kuvvetlendirilen barış ve diyalog çağrısı karşılık bulabilir mi?
Evrensel’den Serpil İlgün, bölgeyi ve Kürt siyasetini yakından izleyen Kürdistan Hewler Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Arzu Yılmaz’la bir röportaj gerçekleştirdi. Röportaj şöyle:
AKP cephesinin “Irak’la ilişkilerde sıçrama” olarak sunduğu kalkınma yolu projesinin nasıl bir proje olduğuyla başlayalım. Basra Körfezi’ni Bağdat’a, Bağdat’ı Türkiye üzerinden Avrupa’ya bağlaması öngörülen bu ticaret projesinin arka planında ne var?
Arka plan için şunu hatırlamakta fayda var. Türkiye, Arap Baharı sonrası her bir Ortadoğu ülkesinde merkezi otoriteye karşı pozisyon alan gruplarla iş birliğine gitmişti. Sonra Mısır’da da örneğini gördüğümüz üzere bu politikada radikal değişiklik yaparak, söz konusu ülkelerin merkez hükümetleriyle ilişkilerini tamir etmeye dönük bir strateji değişikliğine gitti. Konumuz olan Irak’a gelince, Türkiye 2010’dan beri Irak’la ilişkilerini Bağdat’la değil, Erbil üzerinden kurmak gibi bir yol izliyordu. Şimdi Bağdat’la ilişki kuruyor. Kalkınma yolu projesi de Bağdat’la kurulacak ilişkilerin bir çerçevesini oluşturma niyetiyle öne çıkarılan bir proje. Aslına bakarsanız bu proje, Irak işgali sonrası Irak’ın Batıyla daha entegre bir ülke olarak yeniden inşası öngörüleri çerçevesinde 2005’te gündeme gelmişti. Ancak savaş sonrası Irak’ın seyri daha çok İran’ın eksenine dahil olma gibi bir durumla sonuçlanınca gündemden kalkmıştı.
Bağdat’la yeniden ilişki kurmak için neden bu proje canlandırıldı?
Mevzuya bu projeden girilmesinin en önemli nedenlerinden biri şu; Çin’in Ortadoğu’ya ilgisi, arkasından ABD’nin Ortadoğu’dan çekilme tartışmaları, arkasından Ukrayna Savaşı’nın çıkması, Ortadoğu’da enerjinin transferi konusunda yeni birtakım projelerin gündeme gelmesine neden oldu. Ancak her gündeme gelen yeni proje, Türkiye’nin ’90’lardan bu yana bir enerji üssü olma iddialarının altını oyan bir seyir izledi. Dolayısıyla Türkiye’nin Bağdat’la yeniden doğrudan ilişkiler kurmayı kalkınma yolu projesi üzerinden gündeme taşımasının, sadece ilişkileri tamir etmenin çerçevesini oluşturmak açısından değil, aynı zamanda enerji koridorlarında dışarıda kalma, dezavantajlı duruma düşme halini geri çekme motivasyonu var.
İkincisi, kalkınma yolunun güzergahında bulunan ve Türkiye’nin güvenlik gerekçesiyle uzun zamandır gündeminde tuttuğu Ovaköy üzerinden bir kapı açılması. Bu, Rojava ve Başur ya da Suriye ve Irak Kürt sınırının iki yanındaki Kürtlerin birbirleriyle ilişki kurma imkanını ortadan kaldıracak bir pozisyon fırsatını sunacak. Buna ek olarak Ovaköy’den açılacak bu kapı, doğrudan tartışmalı alan olarak bilinen Şengal ve Musul’a, yani Türkiye’nin Arap Baharı ve IŞİD’le savaş boyunca bir türlü müdahil olamadığı, etkin bir aktör konumuna gelemediği Irak Anayasası’ndaki tartışmalı alana nihayet bu proje üzerinden dahil olma imkanı da tanıyacak.
Bu motivasyonlarla hareket eden Türkiye için bu ticaret projesi, finansman ve askeri olarak gerçekçi mi?
Oldukça maliyetli bir finansman boyutu var, bu maliyetin nasıl karşılanacağı tartışma konusu. Konunun uzmanlarıyla, bu konuya dahil insanlarla konuştuğum zaman karşıma çıkan şu oldu, bir kere uluslararası yatırımcılar kaynağın buraya aktarılması konusunda her şeyden önce bu işin güvenliğine bakarlar. Ancak projede sözünü ettiğimiz güzergah, IŞID mi ararsınız, Haşdi Şabi mi ararsınız, değil Ortadoğu’nun, dünyanın güvenlik açısından en riskli bölgesi. Böyle bir güzergah üzerinde maliyeti bu kadar yüksek olan bir projenin hayata geçirilmesinin bu yönleriyle zorluğu var.
İRAN’IN BİRİNCİ ÖNCELİĞİ ABD’NİN IRAK’TAN ÇIKMASI
Kalkınma yolu projesi İran aleyhine bir projeyse, nasıl oluyor da Bağdat buna “evet” diyor? İran’dan şu zamana kadar bir itiraz çıkmamasının nedeni ne? Yanı sıra, Irak, 2019’dan bu yana sürdürülen Pençe Kilit operasyonlarını egemenlik ve toprak bütünlüğünün ihlali olarak görüyordu. Buradan Türkiye ile iş birliğine nasıl döndü?
İran’ın bu işe karşı çıkmamasının temel nedeni, öncelikleri üzerinden hareket etmesi. İran’ın birinci önceliği ABD’nin bir an önce Irak’tan çıkması. Bunun Türkiye ile ne alakası var? İşte Pençe Kilit operasyonları bağlamında bu sorunun yanıtını verebiliriz. “Kürtlerle Türkler ittifak yapsın” mevzusu, daha önce birçok yazımda da tartıştığım gibi, ABD’nin Türkiye’nin İran’ı çevreleme ya da geri püskürtme planını gündeme aldığı dönemlerle her zaman örtüşür. Pençe Kilit operasyonu ne zaman gündeme geldi? Ne zaman ki Trump 2018’de İran’a maksimum baskı politikasını ilan etti, arkasından Türkiye Pençe Kilit operasyonuyla Irak sahasında ’90’lardan beri sahip olmadığı ölçüde imkanlarla ve yoğunlukla bir askeri üslenme ve mobilizasyon haline girdi. Türkiye bunu PKK ile savaş üzerinden içeride gündemleştirmiştir, ama bölge ölçeğinde, ABD İran’ı ne zaman çevrelemek istese, biz Türkiye’nin Irak sahasında askeri operasyonlarının arttığını görürüz.
Ve bugün yine ABD’nin Irak ve Suriye’den çekilme senaryoları tartışılıyor…
Evet. İran bunun tabii ki farkında. Ama dediğim gibi İran’ın önceliği ABD’nin çekilmesi olduğu için, İran bana göre, (İran dış politikasının stratejik sabır politikasına da uyumlu olarak) “Hele bir Amerika çekilsin ondan sonra biz Türkiye ile baş başa kaldığımızda onun hesabını o zaman görürüz” gibi bir politika izliyor.
İkincisi de şu, Türkiye’nin Arap Baharı ile birlikte Ortadoğu’da izlediği yanlış dış politika nedeniyle giderek dışlandığı süreçte, Suudi Arabistan’ın etkisi Ortadoğu’da çok arttı. Hele ki Irak’ta. Dolayısıyla İran’ın bu projenin önüne geçmemesinin bir başka nedeni de Suudi Arabistan’ı dengeleme arzusudur. Bir üçüncü neden, bugüne kadar ilişkilerini sürdürdüğü sürece Erbil’i güçlendiren Türkiye, ilişkinin rotasını Bağdat’a çevirdiği, hele ki Ovaköy gibi Kürdistan Bölgesel Yönetimini tümüyle dışarıda bırakan kalkınma yolu üzerinden bir iş birliğine giriştiği dönemde, bu aynı zamanda Erbil’in zayıflaması, Bağdat’ın güçlenmesi demektir. Zayıflayan Erbil her halükarda Tahran’ın çıkarlarına yarar. Bunun da ötesinde, bugün eğer gerçekten Türkiye Kürdistan sahasında Bağdat güçleriyle birlikte bir operasyon yaparsa, Bağdat ’90’lardan beri giremediği Kürdistan sahasına yeniden girme imkanına kavuşacak.
ABD IRAK’TAN KAÇINILMAZ OLARAK ÇEKİLECEK
Bu noktada, “ABD Irak’tan çekilir mi çekilmez mi” tartışmasını da soralım. Zira bunu asıl olarak kasımdaki ABD seçimlerinin belirleyeceği söyleniyor.
Kasımda yapılacak seçimlerde ister Trump gelsin ister Biden’in ikinci dönemi olsun, kişisel olarak önümüzdeki dört yılda kaçınılmaz olarak Irak’tan bir geri çekilmenin Washington’un gündeminde olacağını düşünenlerdenim.
Neden kaçınılmaz?
Çünkü asıl jeopolitik karşılaşma bugün farklı coğrafyalarda seyrediyor. Bugün asıl jeopolitik karşılaşma stres noktaları Baltık, Karadeniz, Avrupa, Pasifik Asya’da öne çıkarken, ABD’nin zaten sınırlı olan ekonomik ve siyasi konsantrasyonunu buralara kaydırma mecburiyetinde olduğu aşikar. İkincisi, ABD’nin hegemon bir güç olarak Ortadoğu’dan çıktığında ne Rusya’nın ne Çin’in bu boşluğu orta vadede kolayca doldurabileceğine dair herhangi bir rasyonel projeksiyonların, böyle bir tehlikenin olmadığı konusunda ikna olmuş olması gibi görünüyor.
ABD’nin Abraham Anlaşmalarıyla birlikte İsrail’le Körfez’in, daha spesifik olarak Suudi Arabistan’la Körfez’in omurgasını oluşturduğu yeni güvenlik mimarisi söz konusuydu. Fakat Gazze savaşıyla birlikte İsrail’in ABD’yi son derece provoke eden, neredeyse Gazze Savaşı’nı ABD ile İran arasında bir savaşa evriltme yönünde zorladığı bir süreç yaşadık. İsrail’in arzu ettiği gibi ABD ile İran arasında bir savaş çıkmadıysa da Gazze Savaşı öncesi ABD’nin İran’la yakaladığı yumuşama ortadan kalktı. Şu an bildiğimiz şablonun, yani İran’ın çevrelenmesi lazım geldiğinde Türkiye’ye her seferinde biçilen rolün başka versiyonuyla karşı karşıyayız.
ABD VE TÜRKİYE BİR TEST SÜRÜŞÜNDE
‘Başka bir versiyon’ dediniz, daha öncekilerden nasıl bir farklılık içeriyor? Bununla bağlantılı olarak, ABD’nin kalkınma yolu projesi gerekçesiyle Türkiye’ye Irak ve Suriye’de askeri operasyonu genişletme, yoğunlaştırma konusunda açacağı alanın sınırları var mı?
İran çerçevesinde Türk Amerikan iş birliklerinin daha öncekilerinden farkı şu, biz ne ’90’ların Türkiye’nin AB üyeliğinin gündeme taşındığı insan haklarının altın çağındayız, ne de 2000’lerin Irak’ı “demokratikleştirme” ya da Türkiye’nin model ülke olarak Ortadoğu’da önünü açma günlerindeyiz. Bugün realizme ve jeopolitikaya bağlı güvenlik tehditlerine göre politikaların belirlendiği bir andayız. Dolayısıyla bugün açılan alanın sınırlarının hangi motivasyonlar üzerinden belirlendiğine bu açıdan bakmak lazım. İran’a karşı biçilen rolde Türkiye bugün bir demokrasi timsali olarak konumlandırılıyor. Ki bu aslında hiçbir zaman pratikte öyle bir saikle yapılmıyordu, ama en azından siyaseten böyle bir meşruiyet söylemi giydiriliyordu. Bugün kılıfı giydirme gereği bile duyulmadığının altını çizmek gerekiyor
Şunu da söylemek gerekiyor, evet ABD’yle ilişkileri tamir etme yönünde karşılıklı adımların atıldığı bir dönemdeyiz, ama karşılıklı olarak duyulan güvensizliğin tamir edildiği bir durumda da değiliz. Bütün bunlar bu yeni iş birliğinin sınırlarını belirliyor. Geldiğimiz aşamada yeniden birlikte iş yapabilme ihtiyacına mukabil, iki ülke bir test sürüşüne girmiş görünüyor. Bu test sürüşü ne kadar “başarıyla” tamamlanacak, bunu göreceğiz.
TÜRKİYE’NİN BEHDİNAN’I TUTMASI İRAN İÇİN ÖNEMLİ DEĞİL
ABD’nin Türkiye’ye açtığı alanın sınırları sorusunu İran için yenileyelim. İran’ın “kırmızı çizgileri” ne?
Tahran Türkiye’ye diyor ki, “Tamam Irak’a gel ama tartışmalı alana gireceğim diye heves etme, oralara ben girdim yerleştim, buralarda sana yer yok! Eğer bir operasyon yapacaksan da Behdinan’da yap.” KDP’nin geçtiğimiz günlerde “Bölge parlamentosu seçimlerinden çekiliyoruz” gibi radikal bir açıklama yapmasının da bununla ilgili olduğunu düşünüyorum. Çünkü Behdinan KDP’nin omurgasını oluşturan yerdir. Genel Kürt mücadelesi açısından düşündüğümüzde coğrafi olarak önemli iki hat vardır, biri Botan, biri Behdinan. Botan zaten 2015 sonrası tümüyle Türkiye’nin kontrolüne geçti. Şimdi bir de Behdinan’ı “Irak’la operasyon yapıyoruz” gerekçesiyle Türkiye kontrolü altına aldığında, bu Tahran için önemli değil, çünkü bu KDP’yi zayıflatacak. Oraya Bağdat ya da Türk askerinin yerleştirilmesiyle, Kürt silahlı mücadele alanının geri dönüşü olmayacak şekilde işgal edilmesinin önü açılacak. Şengal’i, Musul’u, Kerkük’ü tutan bir İran için Behdinan’ı Türkiye tutmuş, çok önemli değil. İran için jeostratejik açıdan kazandığıyla karşılaştırıldığında kayıp sayılabilecek bir alan değil.
YNK ARTIK ERBİL’LE DEĞİL, BAĞDAT VE TAHRAN’LA HAREKET EDİYOR
Türkiye’nin son iki yıldır YNK’ye hava harekatlarını da barındıran tehditleri, Bağdat’la varılan ticaret projesinin ardından daha da sertleşti ve geçtiğimiz günlerde YNK ulusal güvenlik sorunu ilan edildi. YNK Türkiye için neden bu kadar yüksek tehdit unsuru haline geldi?
Bu da Türkiye’nin kalkınma yolu projesiyle ve tabii İran’la çok alakalı. Şöyle bir gerçek var, 2005 Irak Anayasası’yla kurulan Kürdistan Bölgesel Yönetimi, 2017 referandumu sonrasında tümüyle berhava oldu. Bugün adına her ne kadar Kürdistan Bölgesel Yönetimi desek de başkenti Erbil olan ve halihazırda orada çalışan meclis üzerinden tek bir yönetimden bahsetmemize imkan yok. 2017’de İran’ın tartışmalı alanda ve Bağdat üzerinde etkinliği arttığı süreçte KDP ile aralarında husumet oluştu. Bu bakımdan 2017 aynı zamanda YNK ve KDP arasında da bir kırılmanın tarihidir. Çünkü Kerkük’teki tartışmalı alanı referandumdan bir ay sonra Haşdi Şabi’ye teslim eden KYB idi. Bugün geldiğimiz noktada artık Süleymaniye’deki siyasi irade Erbil’den çok, Bağdat ve Tahran’la hareket eden bir irade. Buna, Irak’taki doğal gaz açısından en zengin bölgenin YNK’nin askeri ve siyasi kontrolü altındaki bölge olduğunu da eklemeliyiz. Türkiye, Rusya-Ukrayna savaşı patlak verdiğinde Süleymaniye gazını taşımak için proje başlatmış ama İran’ın taş koymasıyla proje kadük kalmıştı.
Bir de tabii, PKK’nin YNK sahasında etkinliğinin artması sorunu var.
Evet, Pençe Kilit operasyonlarının artmasına mukabil Süleymaniye alanlarında etkisi artan PKK, IŞİD’le savaş sürecinde girmediği alanlara girmişti. Pençe Kilit operasyonlarıyla hareket kabiliyeti dağlık bölgede kısıtlandığı ölçüde daha çok bu alana kayınca, Türkiye’nin YNK’yi hedef alan açıklamalarında yükseliş gördük. En nihayetinde Kerkük için geçtiğimiz ekim ayında yapılan seçimlerde YNK, Türkiye’nin seçimleri vesile edip orada etkinlik kurma planlarını da reddetti. Bu noktada da YNK Başkanı Bafıl Talabani’yi hedef alan açıklamalar yeniden pik yapmaya başladı. Öyle görünüyor ki, Türkiye bu konuda sonuç alamayacağını fark ettiği ölçüde Bafıl’ı daha da hedefe koyacak.
BRAKUJİ RİSKİ ORTADAN KALKMIŞ DEĞİL
Türkiye’nin tam arzu ettiği şekilde olmasa da Bağdat’ın PKK’yi yasaklı örgüt olarak tanımlaması, “PKK artık Türkiye kadar Irak’ın da sorunudur” demesi, “Bu saflaşma Kürtler arasında çatışmayı yeniden gündeme getirebilir mi” sorusunu da doğurdu. Nasıl görüyorsunuz, Mesut Barzani 90’lara atıfla “bir daha brakujiye (kardeş kavgası) izin vermeyeceğim” demişti ama bu durumda bunun yaşanma olasılığı artıyor mu, ne dersiniz?
Bu çok önemli bir soru. Her ne kadar Mesut Barzani bunu söylemiş olsa da dediğim gibi bugün geldiğimiz noktada zaten Kürdistan Bölgesel Yönetimi diye bir şey kalmadı. Bir de Behdinan’da bir askeri operasyon yapılarak KDP tümüyle zayıflarsa, artık o durumda bu işin sonu nereye gider, verilen sözler tutulur mu emin değilim. Açıkçası Bafıl Talabani’nin Bağdat’ta yaptığı açıklamayı, Murat Karayılan’ın Newroz öncesi ulusal birlik konusundaki ifadeleri diğer siyasi gelişmelerle birlikte ele aldığımda “PKK ve YNK Newroz’da bir ulusal birlik mesajı verir mi” diye düşündüm ama böyle bir ortaklık açıklaması yapılmadı. Eğer ortaklık açıklaması yapılsaydı sorunuza “bu ihtimal çok yüksek” diye yanıt verebilirdim.
Yine de bu riskin tümüyle ortadan kalktığını söyleyemeyiz. Çünkü tekrar ederek belirteyim, YNK diye 2005 Anayasasıyla kurulmuş düzenin tümüyle berhava olduğu, bunun da ötesinde KDP’nin bir Kürt siyasi gücü olarak omurgasını oluşturan alanın da elinden gitme riskinin olduğu bir dönemdeyiz. Bu dönemde böylesi bir hayat nemat riskiyle karşı karşıya olan bir siyasi gücün nasıl adımlar atacağını öngörmek benim için çok zor. O nedenle hiçbir ihtimal için “asla olamaz” diyemem.
BARIŞ İSTEYEN HEP KÜRTLER OLDU
Irak kalkınma yolu projesi seçim meydanlarında “PKK’nin Irak ve Suriye’den silineceği” “müjdesiyle” propaganda edilirken, DEM’in mayıs seçimleri sonrası daha sık dillendirmeye başladığı barış ve diyalog çağrıları da arttı. Önce Kürt özgürlük hareketinin diyalog, barış çağrılarını nasıl değerlendirdiğinizi soralım.
Söyleşinin başında konuştuk, ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmesinin her gündeme geldiği ve İran’ın çevrelenmesinin gerektiği durumlarda biz önce Türkiye ve PKK arasında savaşın şiddetlendiğini, ama bununla çelişik şekilde aynı anda barış konuşmalarının da gündemleştiğini görüyoruz. Dolayısıyla arka planında kendini tekrar eden böyle bir şablonun olduğunu akılda tutalım.
Çözüm konusunda AKP ve Erdoğan’la bir arka kapı diplomasisi, görüşmeler olduğu iddia ediliyor, görüşme var mı, bilmiyorum. Ama açık kaynaklar üzerinden okuduklarımdan çıkardığım sonuç şu, Kürt tarafı Erdoğan’ın barışı yeniden gündeme alması için kamuoyu baskısı yaratma, barışı örgütleme diye tanımlayabileceğimiz bir çaba içinde. Ahmet Türk, “Bize en çok zulüm eden Erdoğan’dır ama muhatap da odur” derken çok çok yerinde söylüyor, iktidar eğer Erdoğan’sa sorunu da Erdoğan’la çözeceksiniz. Böyle bir gerçeklik var. Bu realiteye uygun olarak barış isteyen hep Kürtler oldu, bugün de Kürtler belirledikleri politik strateji gereği böyle bir baskı oluşturma yoluna girmiş görünüyorlar.
EN İYİ ÇÖZÜM, KÜRT SORUNUNUN ŞİDDETEN ARINDIRILMASI
DEM’in “Müzakere yeniden başlasın, 2013 mutabakatına dönülsün” talebi Newroz’da daha da çerçevelendirilmiş oldu. Bu da “müzakerenin, hele de 2013 mutabakatına dönülmesinin zemini var mı” sorusunu yeniden popüler bir soru haline getirdi. Bugün aynı şartlar var mı, özellikle Erdoğan için aynı fayda söz konusu mu sorularına sizin yanıtınız ne?
Önce şunun altını çizmek isterim, aydınlanma çağından beri barış ve adalet birlikte düşünülür. Filistin’i desteklemek için aylardır Avrupa’da sokaklarda gösteri yapanlar “adalet yoksa barış yok” diye slogan atıyorlar. Çünkü barışla adaletin birbirine temelden bağlı bir yanı vardır. Kürtler her ne kadar yine barış isteyen ve barışı örgütleyen bir yola girmiş görünseler de, naçizane ben bugün Kürt sorununa çözüm bağlamında gündeme gelecek bir barışın en iyi ihtimalle bir ateşkes olabileceği kanaatindeyim. Bundan altı ay önce şunu söylemiştim, hem uluslararası, hem bölgesel gelişmeler çerçevesinde bugün Kürt sorununa en iyi çözüm, çözümsüzlüğün şiddetten arındırılması olacaktır.
Bununla birlikte kalıcı, sürdürülebilir ve adaletle birlikte tahayyül ettiğimiz bir barışın gelmesini mümkün kılacak imkanları şahsen ben göremiyorum. Görenler varsa umarım haklı çıkarlar ama benim gördüğüm bu.
KAYYUMLARI ENGELLEYECEK BİR DİNAMİK YOK
DEM Partisi’nin İstanbul seçimi için kritik etkisi, “AKP ile DEM kayyumların yeniden atanmaması üzerine pazarlık yapıyor” iddialarıyla birlikte tartışıldı. Bununla birlikte kayyum siyasetinin artık sürdürülemeyeceği, bölgede AKP seçmeninin de kayyum siyasetinden rahatsız olduğu ifade ediliyor. Sürdürülemez olduğu görüşlerine katılır mısınız?
Katılamıyorum çünkü gayet de sürdürülüyor. Demokrasi kaygısıyla yaşayanlar açısından hayat soluk alınamayacak hale gelmiş olabilir ama bugün AKP ve Erdoğan açısından hangi meşruiyet sorunu yarattı kayyumları atamış olmak? Ya da CHP açısından kayyum atamanın gayri meşruluğu hangi politikalarına kaynaklık etti? Uluslararası alanda kim çıkıp Erdoğan’a “biz senin yaptığını meşru kabul etmiyoruz” dedi? Kayyumlar Kürt halkına dert.
“Erdoğan kayyum atar mı atamaz mı” tartışmalarının, seçmen iradesinin üçüncü defa tanınmayacak olmasını normalleştiren bir yanı da var, ne dersiniz?
Kesinlikle, bunu böyle tartışmak bile akıl tutulması, çaresizlik. Erdoğan’ın seçim sonrasında kayyumları yeniden atamayacağının hiçbir garantisi olmadığını düşünüyorum. Çünkü belirttiğim üzere kayyumlar nedeniyle kendisini zora sokacak ne yerel, ne uluslararası, ne kitlesel düzeyde bir karşı koyuşla karşılaşmamış. Bunu engelleyecek bir dinamik bana göre yok.