Yönetmen Erol Mintaş, ilk uzun metrajlı filmi \'Annemin Şarkısı\'yla Kürt sorununa günümüzden bakmaya çalışıyor ve meseleyi şehirli Kürt bir öğretmenin gündelik dertlerini, gelecek kaygısını öne çıkararak ele alıyor. Dünya prömiyerini Saraybosna Film.
Ali’nin hayatı ikiye bölünmüş. Geçmişiyle geleceği, Türkçe ile Kürtçe, hayalleriyle travmaları arasında tutunmaya çalışıyor. Öte yandan iki dilli bir hayat kurmuş. Kentli bir erkek olarak yaşadığı çelişkilerin ağırlığını üzerinden atmaya çalışırken diğer taraftan bir şarkının peşinden gitmek zorunda kalıyor. Annesinin şarkısı... Ali, yıllar önce İstanbul’a göç etmek zorunda kalan, acısını bir fotoğrafta taşıyan ve şimdi kentsel dönüşüm yüzünden ikinci defa göçe zorlanan annesi Nigar’ın aklına takılan bir dengbej şarkısını bulmaya çalışıyor.
Saraybosna\'da en iyi film: Annemin Şarkısı
Kısa filmleri ‘Butimar’ ve ‘Berf’ ile tanıdığımız Erol Mintaş, ilk uzun metrajlı filmi ‘Annemin Şarkısı’yla Kürt sorununa günümüzden bakmaya çalışıyor ve meseleyi şehirli Kürt bir öğretmenin gündelik dertlerini, gelecek kaygısını öne çıkararak masaya yatırıyor. Dünya prömiyerini Saraybosna Film Festivali’nde yapan filmi konuşmak için yönetmeni Mintaş’la buluştuk.
Kısa filmlerinizde olduğu gibi yine bir ana-oğul hikayesi anlatıyorsunuz. Çıkış noktanız hangi karakterdi?
Evet, bir ana-oğul hikayesi ama hikayenin genel omurgası oğul üzerinden kuruluyor. 90’larda oğul karakteri ile başlıyoruz ve yine günümüzde, İstanbul’da oğul hikayesi ile devam ediyor.
ŞARKILAR BİTERSE HER ŞEY BİTMİŞ DEMEKTİR. KÜRTLERDE ŞARKILAR ASLA BİTMEDİ
Kürt sinemasında sesin, kayıtların, şarkıların geçmişle kurulan bağlantıda simge olarak kullanıldığına rastlıyoruz. Siz de bir şarkının peşinden gidiyorsunuz.
Müziklerle direndik biz. Şarkılar olmasaydı olmazdı... Dilimi unutmamamın birinci sebebi ailemse, ikincisi de şarkılardır. Kürtçe şarkılar, el altından gizli gizli ezberlediğimiz dengbej kasetleri... O kasetler yok edileceği için ezberlerdik. Dengbejler, Kürtlerin yaşadığı birçok şeyi kayıt altına alıyor, epik bir şekilde aktarıyor sonraki kuşaklara. Bir tarih oluşturuyorlar. Şarkılar mücadele bayrağı gibi bir şey. Şarkılar biterse her şey bitmiş demektir. Kürtlerde şarkılar asla bitmedi. Çığlığını şarkılarla dünyaya duyurmayı başardı. O yüzden benim için çok önemli. Bu filmin çıkış noktası bakımından da.
Oğul fotoğrafı da şarkı kadar önemli filmde...
O fotoğraflar her cumartesi Galatasaray Lisesi’nin önünde bir araya geliyor. Yüzlerce acı. Hala çözülememiş bir sorun bu. Cumartesi annesini evlerine huzurlu bir şekilde oturtamadıkça, çocukların, eşlerin, babaların akıbeti ortaya çıkarılmadıkça kimse Kürt sorunu çözüldü diyemez. O kadar anne her cumartesi orada oturuyorken buna çözülmüş diyemezsiniz. Berfo Ana’yı öyle uğurladık...
BİRİ ÖLMÜŞ, BİRİ DAĞDA, BİRİ...
Bu coğrafya için çok tanıdık bir hikaye. Ne kadarı kurmaca?
İstanbul’da köy derneklerine gidip gelirken tanıştığım bir sürü anne var. O annelerin hikayelerini dinledim, o hikayelerde edindiğim gözlemin anne karakterini yaratmamda büyük etkisi oldu. Nigar karakterine benzer bir sürü anne tanıdım. Hatta bir gün cast arayışındaydık, bir anneyle iletişime geçtik. Sonra annenin evine gittik. Paramparça bir aile. Sadece anne baba var. Çocukların biri kayıp, bir dağda ölmüş, bir diğeri Avrupa’da yaşıyor. Onlarla tanışınca kendi hikayemi gördüm. Sonra evde pencerenin kenarında bir çiçek fark ettim. Bizim oralarda kayalıklarda yetişen bir bitki. Bir yağ tenekesinin içine koyulmuş. ‘’Bu İstanbul’da ne arıyor?’’ dedim. Anne, ‘’Bu 30 yıldır benimle beraber’’. Köyünden göç ederken yanında getirmiş. O günden beri de onu canlı tutmaya çalışıyor. Nigar’ın aklındaki şarkı o çiçek gibi. Bir anne çiçeğe, bir diğeri şarkıya tutunuyor. Böyle çok insanla karşılaştım.
GÜNEŞ TOPRAKLA GÜZELDİR
Kentsel dönüşümün de filmde önemli bir yeri var. İstanbul’un aldığı hal, Nigar’ın acısını, yalnızlığını derinleştiren bir unsura dönüşüyor...
Tabii ki... Nigar ikinci göçü yaşıyor zaten ve bu kez yeni bir hayat kurabilecek fiziksel ve ruhsal gücü yok. Gençken zorunlu göçe karşı hayata biraz daha tutunabiliyor belki ama bu defa yaşlı, yorgun. Kentsel dönüşümün hayata etkisi yadsınamaz zaten. İstanbul’da her şey fabrikasyon, her yer beton. Güneş bile bu şehirde güneş olmaktan çıkıyor. Güneş toprakla güzeldir çünkü. Toprakla güneşi birbirinden uzaklaştırdığında ona yaşam denmez.
Anne oğul ilişkisinde bir kopukluk var mı? Aralarında bir iletişimsizlik olduğunu söyleyebilir miyiz?
Ben bir iletişimsizlik olduğunu düşünmüyorum. Bu Ali’nin hayatındaki bölünmüşlükle ilgili. Bir devlet okulunda öğretmen olmanın yükü var, kendi hayalleri var, yazar olarak yapması gerekenler, Kürtçe eğitim verdiği dernekte geçirdiği zaman. Kendi hayatındaki sorunlarla uğraşıyor yani. Bir zamansızlık yaşıyor. Kendi başına kalamıyor. Kitap okumaya dahi zaman yaratamıyor, sevgilisine de, doğal olarak annesine de...
Ali’nin şehirli dertleri var doğal olarak . Evet, geçmişten gelen bir acı var ama gündelik sıkıntılar, gelecekle ilgili kaygılarla iç içe giriyor... Bu bakımdan Ali’nin arada kaldığını söyleyebilir miyiz?
Evet, geçmişiyle geleceğini birlikte taşımaya çalışan bir adam Ali. 90’larda bu meselenin içinde büyüyen bir çocuğun şimdiki hikayesini anlatıyoruz. İki hayat arasında kalmış, ve sağlam adımlar atamıyor. Kız arkadaşıyla da annesiyle de ilişkisi böyle. Geleceğe dair bir adım atması gerekiyor, atamıyor. Annesini artık var olmayan köyüne götürmesi de başka bir karar. O yüzden onun kuracağı yaşam çok sağlam, sağlıklı olmayacaktır. İstanbul’da milyonlarca Kürt var ve onların çok farklı sorunları da var. Ali de İstanbullu bir Kürt. İstanbullu olmaları gerekiyor zaten. İstanbul’a gelen insanlara İstanbullu olarak bakılmıyor. Kürt sorunuyla ilgili bazı şeyler çözülmeye başladığında sıra insani sorunlara gelecek. Her gün yaşadığımız sıradan problemler var çünkü.
İSTANBUL’DA YAŞAYAN BİR KÜRT OLARAK...
Bir bakımdan şehirli Kürtlerin dertlerini ele alarak meseleye yaklaşıyorsunuz yani.
Filmlerimde savaşın araçlarını göstermekten yana değilim. Savaşın insanların üzerindeki etkisi üzerine eğiliyorum. Politik meseleler elbette var ama filmin kendisi bu değil. Kürtçe çekilen filmler de şarkılar gibi. Meseleyi görünür kılmak, dile getirmek adına... İstanbul’da yaşayan bir Kürdüm. Dolayısıyla İstanbul’da yaşadığım problemler de beni ilgilendiriyor. Bir Kürt olarak bu şehirde nasıl yaşadığım da önemli. Biraz bunu da anlatmak gerekiyor. Geleceğe doğru gitmek için bunu yapmalıyız. Nasıl bir hayat kuruyoruz, nasıl bir gelecek olmalı. Pergelin sivri ucu geçmişte ama bir de pergelin kalem ucu var. Onun nereye gittiği de önemli...
Tüm dertlerinin yanında bir hayat kurmayı başarmış diyebilir miyiz Ali için?
Elbette. Ali, iki dilli bir hayat kuruyor. Kürtçe edebiyat yapıyor, kitabı basılacak, bir yandan üniversitede Türkçe olarak kitabı konuşulacak. Metropollerdeki Kürtler özellikle batıdaki büyük şehirlerde yaşayanlar iki dilli bir hayat kuruyor. Yani bunlar olan şeyler. Her zaman negatif yerlere takılmamak gerekiyor.
YÜZLEŞME YAŞANMADI
Filminiz 1992’de başlıyor, sonrasında hikaye günümüze geçiyor. Sizce neler değişti o yıllardan bugüne?
Önemli adımlar atıldı, başlangıç için çok önemli elbette. Politik söylem olarak normalleştirme çabası olsa da gerçekten bunun içten olduğunu, adının doğru konulduğunu, hesapların dışında bir yüzleşme yaşandığını tabii ki düşünmüyorum. Süreç kıymetli ama yeterli değil.
Peki, filmi çekmenizde sürecin etkisi var mı?
2000’lerden sonra bu sürecin normalleşmesi, sinema desteklerinin başlaması, Kürt yönetmenlerin film yapıyor olması önemli. Bir kuşak var burada kalmayı tercih etmiş. Şehirde kalıp, edebiyatla, sinemayla, müzikle, bambaşka bir cephede mücadele eden insanlar var. Buradaki insanların meseleyi görünür kıldığını düşünüyorum. Bunların anlatılıyor olması çok kıymetli. Geleceğe doğru ümit veriyor açıkçası.