Zabel Yesayan, Ermeni edebiyatının en önemli kadın yazarlarından biri.
Genellikle şiir ya da romanlarını bildiğimiz Yesayan’ın daha önce Ermenicesi Averagnerun Meç adıyla yayımlanan Yıkıntılar Arasında kitabını Türkçeye çeviren Kayuş Çalıkman Gavrilof, bir dönem yaşananların Yesayan’ın gözünden okurla buluşmasına aracılık ediyor.
Yıkıntılar Arasında, 1909 yılında Adana Olayları ya da başka bir deyişle Giligya Olayları olarak da bilinen bir süreci anlatıyor. O dönem Adana’da yaşayan Ermenilerin uğradığı katliam, Yesayan’ın tanıklıkları eşliğinde yansıyor okurlara. Yesayan, 25 bin Ermeni’nin öldüğü katliam sonrası ziyaret ettiği Adana’da yaşanmış bir acının gözlemini taraf olmamaya çalışarak ama gördüğü manzaranın dehşetini de es geçmeden aktarıyor.
Yesayan Ermeni bir aydını olarak Adana’ya doğru çıktığı yolculukta önce kocasına mektuplar yazar. Gördüklerini, gözlemlerini anlatır. Bunu yaparken de kocasına öğütler; “Bu mektuplarımı sakla, günü gününe izlenimlerimi aktarıyorum, lazım olabilir.” O gün Yesayan’ın kocasına tembihlediği saklama görevi, bir dönem yaşanan gerçekliğin bugün edebi bir biçimde odamıza kadar gelmesini sağlıyor. Yesayan, yolculukta ilk andan itibaren gördüklerini not ederken sadece gözlem şeklinde kalmaya ve “yandaş” bir tavır takınmamaya çalışır. Bu yüzden de özenle kurar cümlelerini. Öte yandan gerçekliğin ötesinde edebi bir gücü de vardır cümlelerinin. Her satırına şiirsel bir anlam yükler.
Acıya bakmak
Yesayan’ın tanıklıklarını okurken insan ister istemez böyle bir vahşetin, insanın insana acımadan kıydığı bir ortamın acısını taşıyor. Yesayan gördüklerini öyle güzel bir biçimde edebi bir dile dönüştürüyor ki, hayal gücünün bile geride kaldığı bir gerçekliği sunuyor okurlara. Misak’ın annesini anlatıyor mesela. Oğlunu asmışlar. Giysilerini parçalayarak, “Gözlerim kurumuş çeşmeye döndü” diye bağırıyor. Sonra başka bir tarafa dönüyor ve acı içinde köyünün akıbetini haykıran kızı hatırlıyor. Kız çaresizce, “İster inan ister inanma ama her şey maf oldu maf” diye haykırıyor.
Yesayan, Adana-Mersin-Kilis üçgeninde gördükleriyle birlikte değişir ve döndükten sonra bir buçuk yıl boyunca yazdıklarını toparlar. Marc Nichanian ise yazdığı önsözde dönemin tarihi arka planına ışık tutar. 1909 öncesinde de Ermenilere karşı ayrımcı tutumların ve şiddetin olduğundan, aydınların çoğunun sürüldüğü ama o dönemde yaşanılanların yazıya dökülmediğinden bahseder. İttihat ve Terakki’nin yönetimde olduğu ve 31 Mart Vakası’nın yaşandığı günlerde Adana da etnik anlamda çalkalanır. Ermeni mahallelerine girilir ve kıyımlar yaşanır. Yıkıntılar Arasında’nın en önemli işlevi farkında olmadan bir tarihi okurlara anlatıyor olması. Kitap, didaktik bir tarih kitabı gibi değil de yazarın sancısı, gördükleri karşısında hissettiği çaresizlikle karışık dehşet duygusu üzerinden ilerliyor.
Bazen bir memlekette neyin yaşanıp neyin yaşanmamış olduğunu anlamak için geçmişe dönmek, nelerin “gerçekten” olduğuna bakmak gerekir. 1909’da yaşanan ve 25 bin Ermeni’nin hayatını kaybetmesiyle sona ermiş olan bu süreç aslında çok şey söylüyor. Bugün Adana’da artık yaşamayan Ermenilerin sayısı da görünen gerçekliğin bir diğer yanı olarak gözümüzün önünde duruyor. Acımasız bir devletin kendinden olmayana karşı tahammülsüzlüğüyle beslenen bir kıyım bu. Zaman değişse de annelerin evlatlarının ardından yaktıkları ağıt değişmiyor. Bugün 105 yıl önce yaşanmış bir acının insan üzerinde bıraktığı izlere Zabel Yesayan’ın hatıralarından ulaşabiliyoruz. Diğer yandan kendimiz de başka bir acının içinde, başka annelerin evlatlarının ağıtlarını dinleyerek büyüyoruz, bunların da yazılıp yüzyıllar sonra okunacağı günü umut ederek