Bugünlerde dünya geneline yayılan ve tüm kıtalarda görünen yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını, dil, din ya da ulusal sınır tanımıyor.
Koronavirüs, bir zamanlar restoranlarla, meydanlarla, sinema salonlarıyla, tiyatro ve diğer platformlarla dolu olan sokaklarda kalpleri panik ve bedenleri korkuyla dolduruyor.
Küresel laboratuvarlar, bu gezegendeki yaşamı korumak için kurtarılabilecekleri kurtaracak bir Nuh’un Gemisi aramak amacıyla zamana karşı yarışıyor. Bu tufan, başka tür bir tufan, Gılgamış ve Nuh tufanlarını bir araya harmanlayan bir tufan.
Dünya televizyonları tarafından günün her saatinde nakledilen garip sahneler karşısında Kuzey Afrika, Arap ve Afrika kültürü içerisinde büyüyen bizler, dünyanın sonu, kıyamet alametleri ve güneşin batıdan doğması hakkında anlatılan bazı hikayeleri hatırlıyoruz.
Kıyamet alametlerinde ölüm, savaşta yaşanan ölümlere, kıtlık ölümlerine, sürgün ölümlerine ya da doğal ölümlere benzemiyor. Bu ölüm, adeta ‘korona kıyameti’ ölümüne benziyor.
Çocukluğumuzdan bu yana hatıralarımızda olan anılar, ‘kıyamet alametleri’, bunu takiben korku ve dehşet hakkında birçok halk destanıyla doluydu. Popüler kültürümüzün unsurları, bu tuhaf destanlarla yoğruldu.
Bu destanlar, kitaplarda okuduğumuz hikayeler, rivayetler, haftalık köy pazarlarında dinlediğimiz hikayeler ve yatağımızda ninelerimizden işittiğimiz hikayelerden oluştu. Bu hikayelerse, dünyanın koronavirüs ile karşı karşıya kaldığı tablolara benziyor.
Avrupası ve ABD'siyle Batı dünyası, bu salgın olgusuyla sıkı bilimsel yaklaşım ve dikkatli önleyici stratejiler çerçevesinde mücadele etse de genel olarak Ortadoğu, Kuzey Afrika ve İslam dünyasında korku baş gösterdi. Kolektif ve bireysel farkındalıkta kaydedilen bazı ilerlemelere rağmen, bu tür olgularla mücadele, hala ‘kaderci’ bir yorumu ve yoldan sapmışlara karşı ‘Allah’ın gazabı’ yorumunu benimsiyor.
‘Kıyamet alametleri’ hikayelerinden uzak değiliz. Bazıları, bir ‘büyünün’ koronavirüsü iyileştirebileceğini iddia ederken, bazıları da televizyon ekranları önünde görülmek için ilaç keşfettiklerini ilerisürüyor. Dünyanın dört köşesinde laboratuvarlar, gece gündüz ve koordineli şekilde çalışırken bile böyle bir açıklama yapmaya cesaret edemedi.
Batı’da işler karmaşıklaştıkça ve koronavirüs alametlerinin dehşeti arttıkça, tedbir ve karantina düzeyi de attırılmaya başlandı.
Bilim insanları ise bu virüse karşı bir ‘aşı’ bulmak için yoğun çaba ve koordinasyon örneği sergiliyor. Bunun karşısında ‘dervişlik’ arttı, İslam dünyasında sosyal paylaşım siteleri ‘dualarla’ dolup taştı.
Hatta bazı paylaşımlar, “Korona, müminlere bulaşmıyor. Bu virüs, Müslümanlara zulmettiği için Çin’e verilen bir cezadır!” ifadelerini kullandı.
Koronavirüs salgını, bilimden uzaklaşan uydurulmuş dini gündeme getirdi. Ancak fıtratla uyumlu sahih kaynaklara dayanan Din, saf manevi yapısını koruyarak bilime kulak astı.
Zira Kabe’nin kapatılmasına, Umre ziyaretlerinin askıya alınmasına, Müslüman ülkelerdeki bazı şehirlerde Cuma namazlarının ertelenmesine ve Papa’nın Katolik Kiliselerde dua için bile olsa cemaat olmayı sınırlamasına tanık olduk.
Tüm bu cesur tedbirler, akıllarını İslam'ı siyasete alet etmekle bozmamış ve bilim insanlarının haberlerini bekleyen samimi bir inancı yansıtıyor.
Büyük bir üzüntüyle, İslam dünyasının bazı ülkelerinde koronavirüs salgınının ve cesur bir şekilde alınan uygun önleyici tedbirlerin, dini bilim ile özellikle de tıpla, hırsızlarından üfürükçülerden din tüccarlarından nasıl kurtarabildiğini söylüyoruz.
Koronavirüs salgını, genel bir şekilde İslam toplumunda bir özeleştiriye ve muhasebeye yol açtı.
Bu çerçevede çevreye ve insan hayatına karşı bireysel, kolektif, dini, siyasi ve kültürel farkındalık çağrıları yapıldı.
Peki koronavirüs, İslamcıların zihinlerini ıslah edecek, müminleri "sahtekarlıktan" kurtararak, el-emin olmaya "güvenilirliğe" yöneltecek mi?
Bunu zaman gösterecek...