''Peygamber’e dokunmak'': 1995’de devlet gizli bir operasyonla Diyarbakır’da iki peygamberin naaşını nasıl taşıdı?

1995 yılında Dicle Barajı’nın yapımı tamamlanmış, Diyarbakır’ın Eğil ilçesinin bir kısmı sular altında kalmaya başlamıştı. İçişleri Bakanlığı’ndan ilçe kaymakamlığına gelen bir yazıyla bölgede bulunan Hz. Elyesa ve Hz. Zülkifl peygamberlere ait türbelerin ilçenin en yüksek noktasına taşınması istendi. Gizli bir operasyonla türbeler açıldı…. Dilden dile dolaşan resmi peygamber naklinin tanıkları 29 yıl sonra yönetmen Ali Murat Güven’in "Peygamber’e Dokunmak" belgeseline konuştu.

24.07.2024, Çar - 17:02

''Peygamber’e dokunmak'': 1995’de devlet gizli bir operasyonla Diyarbakır’da iki peygamberin naaşını nasıl taşıdı?
Serbestiyet
Haberi Paylaş

14 Eylül 1995. Yer Diyarbakır’ın Eğil ilçesi. İlçenin ana caddesinde bulunan dükkanlardan teker teker insanlar dökülüyor. Neden işlerini bırakıp kapıya çıktıklarını bilmiyorlar. Salavat ve tekbir sesleri eşliğinde şaşkınlıkla birbirlerine bakarken birden caddenin başında sessizce bir konvoy beliriyor. Resmi araçların da içerisinde olduğu konvoyda bir pikap var. Pikabın arkasında ise bir tabut, tabutun üzerinde yeşil örtü, yeşil örtünün üstünde Ankebut Suresi. Yanında silahlı adamlar da olan tabut caddeden geçerken insanlar istemsizce ağlamaya, dualar etmeye başlıyorlar. Bilmedikleri bir şey var, o da önlerinden bir peygamberin geçtiği.

Serbestiyet’ten Zeynep Sena Çomoğlu Gazeteci, yazar ve yönetmen Ali Murat Güven’in Diyarbakır’da yaşanan gizemli bir olayı anlatmak için çektiği “Peygamber’e Dokunmak” belgeselini ve belgesele konu olan olayı ve belgeselin yapım sürecini konuştu.

1995’te Diyarbakır Eğil’deki peygamber naaşı nakli olayını biraz anlatır mısınız?

‘’1995 yılında yapılan bu nakil, Türkiye Cumhuriyeti’nin mümkün olduğunca gizli tutmaya çalıştığı bir operasyondu. Tam tarihine odaklandığımızda, Refah-Yol hükûmeti döneminde gerçekleştirildiğini görüyoruz. Önce İçişleri Bakanlığı’ndan Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne, oradan da Vakıflar Diyarbakır İl Müdürlüğü’ne, nihayet Eğil Müftülüğü ve Eğil Kaymakamlığı’na “hizmete özel” damgalı birer yazı gidiyor.

Bu yazıda, uzun süredir yapımı devam eden Dicle Barajı’nın pek yakında biteceği ve yeni baraj su tutmaya başladığında bölgede bulunan iki tarihsel mezarın su altında kalacağı, bu sebeple de mezarların güvenilir devlet personelinden oluşan çekirdek bir ekip eliyle, gizli bir şekilde ve İslâmî usûllere uygun vakur bir törenle Eğil’in en yüksek tepesine taşınması gerektiği söyleniyor.

Ankara’daki en üst otorite, Eğil’deki yerel devlet yetkililerine gönderdiği talimatta, “Devlet, bu bölgede 2800 küsur yıldır iki hak peygamberin yattığını biliyor” diyor, “Aralarında 1,5 km mesafe olan her iki mezarı da gizlilik içinde ve özenle açacaksınız. Eğer mezarlardan herhangi bir somut beden ya da beden kalıntısı çıkmaz ise yöre sakinlerinin manevi değerleri ve geleneksel kabullerine zarar vermemek için, bu konuda hiç kimseye bir şey söylemeyeceksiniz. Fakat, eğer mezarlar dolu çıkarsa da çıkan kalıntıları gelecekte baraj sularının kaplayamayacağı, ‘Ziyaret Tepesi’ denilen yüksek noktaya nakledeceksiniz.”

Mektubu alan genç kaymakam Selim Çapar, hemen bir ekip oluşturmaya başlıyor. Ekipte, kaymakamlıktan görevli kişiler, müftü, müftü yardımcısı, bölgede kendisine hürmet edilen bir din adamı ve Diyarbakır amele pazarından suskunluk yemini ettirilerek getirilmiş kürek işçileri var. Sayıları 10 kişiyi bulan ekip, kazı hazırlıkları son aşamaya geldiğinde, Kaymakamlıkta Kur’an üzerine el basarak, konuyu kimseye anlatmamak üzere topluca yemin ediyor. Çünkü, dediğim gibi, bu mezarlar o bölgede yüzlerce yıldır halk tarafından bilinen ve büyük hürmet gösterilen yerler. Bunlar boş çıkarsa halkın dinsel inançlarının sarsılma ihtimâli olduğunu düşünüyorlar.

Nihayet, 1995 yılının 13 Eylül sabahı, PKK’nın da en fazla azıtmış olduğu bir dönemde, özel harekât şubesi polisleriyle yola çıkıp önce Hz. Elyesa’nın asırlar önce yapılmış, ayakta zor duran derme çatma türbesine geliyorlar. Oraya uzun yıllardır göz kulak olan türbedar, kazı işlemi için zar zor ikna ediliyor. Ki yöredeki insanlardan yükselen muhtelif dirençleri kıran kişi de o bölgedeki Kürt nüfusun çok sevip saydığı, “seydâ” namlı din alimi Ömer Kalkan. Çevredekilere bunun “peygamberlere hürmet nedeniyle yapılan hayırlı bir iş olduğunu, aksi bir durumda her ikisinin naaşının da yakında sular altında kalacağını” anlatıyor.

Kalkan Hoca, içeri girdiklerinde bir süre yalnız bırakılmayı talep edip, mevtaya hitaben birtakım özel dualar ediyor, Elyesa Peygamber’den nakil için rıza istiyor. Razı olduğuna mânen kanaat getirince de vaktiyle kayaların içine açılmış, üstü kurşun ve granit katmanlarıyla kapatılmış mezarı kazmaya başlıyorlar. Bir buçuk gün süren çalışma sonunda naaşa ulaştıklarında ise işçiler gördükleri karşısında çığlıklar atıyor, ağlamaya başlıyor. Çünkü Hz. Elyesa mezarında hemen hemen 2850 yıldır mükemmel bir şekilde korunmuş, adeta henüz bir kaç saat önce vefat etmiş bir ihtiyar gibi gözüküyor. Öyle ki antik çağa özgü file kumaş kefeninde bir leke dahi yok.

Naaşı dualar eşliğinde mezardan çıkartıp müftülüğün gönderdiği yeni tabuta naklederken, ona dokunan herkes, Elyesa Hazretleri’nin kaslarının son derece yumuşak ve esnek olduğunu fark ediyor. O an, türbede akıl almaz bir ortam yaşandığını dinledim son kalan tanıklardan. Onu gözyaşları içinde yeni tabutuna koyuyor ve tabutun kapağını saygıyla kapatıyorlar. Ardından da ekip üyeleri sakinleşmeye çalışıp, yanlarında tabutla Ziyaret Tepesi’ne doğru hareket ediyorlar. Orada da her iki peygamberin gömüleceği yeni yerler önceden hazırlanmış durumda.

İşte, geleceğine ilişkin olarak hiç kimsenin bilgilendirilmediği o konvoy tam Eğil’in merkezinden geçerken, olup bitenlerden tamamen habersiz Eğil halkı da istemsiz bir şekilde yavaş yavaş sokaklara dökülüyor, gelip geçen pikap aracın ardından dualar etmeye, ağlamaya başlıyorlar. Cenaze namazı, Ziyaret Tepesi’nde yaklaşık bir düzine devlet görevlisi tarafından silahların gölgesinde kılınıyor. Bu kişiler, özel harekatçıların koruması altında namazı kılıyor ve Peygamber’i yeni yerinde toprağa veriyorlar.

Bölgede o yıllarda hüküm süren yoğun terör gerilimi de dikkate alındığında, müthiş dramatik bir an bu. Bir yandan, 30 asır önce yaşamış bir peygamberin bedeni o bir avuç memura emanet, onu gün ışığında kaldığı sürece koruyup güvenli bir noktaya gömmek zorundalar. Diğer yandan da o günlerde elde ettiği saha hakimiyeti yüzünden iyiden iyiye şımarmış, rastgele eylemlerle ortalığı kan gölüne çeviren ayrılıkçı bir terör örgütünün onca devlet görevlisini bir arada bulunca iştahının kabarması riski var. Derken, bu gerilimli atmosferde, iki gün sonra da Hz. Zülkifl’in bir buçuk kilometre ötedeki kaya mezarı açılıyor, onun vücudunun da hiçbir şekilde bozulmamış olduğu görülüyor. O da aynı şekilde, gerçek hayattaki ustası, hocası, selefi Hz. Elyesa’nın yanı başına götürülüp defnediliyor. Tekrar belirtmeliyim ki, her iki kutsal kişilik de neredeyse birkaç saat önce vefat etmiş gibiler.’’

“Adli tıp profesörü Başar Çolak’a göre bu olay, yaşandığı coğrafya ve toprak türünden dolayı adlî tıptaki sabunlaşma vakalarına bir örnek”

Peki belgeseli izlerken anlattıklarınızı fazla mistik bulanlar olmayacak mı?

‘’Belgeselimin İslamcı kanallardaki “Sırlar Dünyası” programları havasında olmasını bir an bile istemedim zaten. Belgeselde anlatım dili olarak History Channel, Netflix, Net Geo gibi küresel ölçekteki yapımcıların diline inanıyorum, film boyunca da bu dili uygulamaya özen gösterdim.

Ortada bir tez var fakat belgeselimde bunun anti-tezine de gayet geniş ölçekte yer veriliyor. Film üç bölümden oluşurken, son bölümde Adli Tıp Çalışanları Derneği (ATUD) Başkan Yardımcısı, Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Bilimleri Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Başar Çolak’tan da geniş ölçekte görüş aldım. Kendisi pozitivist düşünceye yakın, sol görüşlü bir bilim insanı. Filmdeki röportajımızda, dinsel mucizelere inanmadığını, böyle sıra dışı olay ve olguları bilimin diliyle açıklamayı tercih ettiğini bizzat beyan ediyor.

Onu ziyarete gittiğimde, 1995 yılında Eğil’de bütün olup bitenleri tek tek anlatıp, elimdeki belge ve bilgileri kendisine gösterdim. Hayatı boyunca 8000 dolayında insan cesedini incelediğini öğrendiğim Başar Hoca da çeşitli iklim ve kültürlerde gözlenen bazı istisnai durumları, doğal mumyalanma, sabunlaşma gibi sıra dışı oluşumları anlattı. Sonuçta da bu olayın, yaşandığı coğrafya ve toprak türünden dolayı adlî tıptaki sabunlaşma vakalarına bir örnek olabileceğini ileri sürdü. Hiç kimsenin kutsalını hafife almak gibi bir yaklaşımı olmadığını, fakat bir bilim insanı olarak böylesi durumlarda metafizik bir açıklamanın arkasına saklanarak kolaycılığa kaçmamaya çalıştığını ekledi. Olay karşısında pozitivist ve bilimsel bir açıklama getirmeye gayret eden Prof. Dr. Başar Çolak’ın açıklamaları, belgeselin neredeyse 5’te 1’lik bölümünü oluşturuyor ki, bu da anti-tezin net bir şekilde ortaya konulması için yeterli bir süre.

Ben demokrat ve laik bir dindarım. Bu filmi sözgelimi bir tarikatçı-cemaatçi oluşum ya da bugün iktidardaki zihniyete yakın bir yapım şirketi çekseydi, filmin içine asla ve kat’a karşıt görüşün bir yansımasını koymazlardı. Benim ise asla böyle bir korkum, çekincem yok. Hem dinler tarihinin, hem arkeolojinin, hem de biyolojinin ilgi alanına giren gizemli bir olayı anlattım; hem anlattığım olayla ilgili olarak akla gelebilecek bütün açıklama türlerini de filme dahil ettim. Amacım, kimseyi olduğundan daha fazla dindar yapmak değil. Fakat bu filmi izleyen herkesin gizemli konuları inceleyip araştırmaya daha fazla istekli kişilere dönüşmesinden de mutluluk duyarım açıkçası. Belgeselimiz bu anlamda çok sıkı bir beyin jimnastiğine vesile oluyor.

Başar Hoca’nın kendi röportajında dikkat çektiği diğer önemli bir konu başlığı ise naaşların nakil ekibinde hiç tıp insanı, arkeolog, sanat tarihçisi v.b. kişiler olmamasıydı. “Keşke vaktiyle o ekipte bulunabilseydim. Düşünsenize, bir insan hayatta kaç kere 2850 yıl önce yaşamış iki peygamberin mezarlarından çıkarılmasına şahit olabilir ki? Bu şekilde belki kefenlerinden, giysilerinden kumaş örnekleri alınabilir, tam olarak kaç yıl ömür sürdükleri, boyları, kiloları, kan grupları, varsa hastalıkları üzerine çalışmalar yapılabilir ve ölüm sebepleri net olarak anlaşılabilirdi” diyerek, naklin bilimsel cephesindeki eksikliklerden kaynaklanan üzüntüsünü dile getirdi.

Benim kişisel görüşüm ise bu olayın ne doğal mumyalanmaya, ne de sabunlaşmaya tam olarak uymadığı yönünde. Haberci ve belgeselci olarak dünya üzerinde çok gezdim. Uzak ülkelerdeki müzelerde doğal mumyalar da gördüm, sabunlaşmış cesetler de. Belgeselde anlattığım durum ile onların durumu bir miktar farklı. Çünkü doğal mumya ve sabunlaşma örneklerinde bedenler zaman içinde adeta birer heykel gibi katılaşıyor. Onlara dokunmak, ellerini kollarını hareket ettirmeye çalışmak ise vücudun tıpkı bir kraker gibi kırılmasına yol açıyor. Her ne kadar bütünlükleri bozulmadan korunsalar da sabunlaşmış bedenler dayanıksız ve çok kırılgan. Bizim olayımızdaki bedenler ise asırlar sonra hala büyük ölçüde yumuşak ve elastiki durumda.’’

Yeniden kazıya dönersek, nakillerde görev alan çekirdek ekip, bu olay hakkında konuşmama yeminini neden ve nasıl bozdu? Siz nasıl başladınız belgeseli çekmeye?

‘’Ekip, yeminine iki yıl kadar tam bir titizlikle uydu. Ta ki ekipteki din âlimi Molla Ömer Kalkan, bölgeye gelen iki gazeteci tarafından, o tarihe kadar fısıltı gazetesiyle yayılmış durumdaki söylentileri doğrulaması için sıkıştırılana kadar. 2010 yılında vefat eden Kalkan Hoca, kendisine yapılan aşırı baskıya dayanamayarak, dört günlük kazı sürecinde yaşadıklarını o iki gazeteciye belli ölçüde anlatıyor, onlar da İstanbul’a döner dönmez bu olayı, içine biraz da kendi fantezilerini katarak haberleştiriyorlar. Halen, Türk medyasında, bu olaya ilişkin kayıtlara geçmiş tek basılı haber budur. İnternete ya da sosyal medyaya girdiğinizde bulacağınız diğer bütün bilgiler, 1997 yılında yayımlanmış olan o haberden türetilmiştir.

Kendi adıma, benim de bu belgeselin yönetmeni olarak en büyük üzüntüm, Ömer Kalkan Hoca’ya sağ iken ulaşamamış olmaktır. Çünkü kazı ekibi içinde peygamberlerin ölü bedenleriyle en fazla yakınlaşan, onları en ayrıntılı şekilde inceleyen kişi oydu. Ömer Hoca’yı sağlığında bulup konuşturamamış olmanın eksikliğini film boyunca sürekli hissettim. Kader diyelim. O yaşarken de bizde böyle bir imkan yoktu.

Ben 1996-2001 yılları arasında Star Televizyonu’ndaki efsanevi “Teksoy Görevde” programında Sadettin Teksoy ile çalıştım. Kendisi belgesel film yapımcılığında benim ustamdır. 4 kıtada 50’nin üzerinde ülkede birlikte haber ve belgesel çektik.

Bu projede de 2021 yılında, Ankara’da Selim Çapar ile yaptığımız ilk çekimlerin öncesinde bir yol haritası çıkardım ve çalışmalara başladım. Sürecin bir numaralı kahramanı Çapar’a ulaşırsam, ekibin diğer üyelerine de bir şekilde ulaşabileceğimi biliyordum. Selim Bey bu zorlu projedeki kilit isimdi. 1995 yılında Eğil’de kaymakamlık yaparken henüz 30 yaşındaydı. Ondan öncesi gibi sonrasında da daha birçok ilçede kaymakamlık yapmış, en sonunda Ankara’da merkeze alınıp İçişleri Bakanlığı bünyesinde kıdemli bir bürokrat olmuştu. Akademik hayatta doçentlik unvanına da hak kazanarak, başkentteki bir üniversitede kamu yönetimi dersleri vermeye başlamıştı. Fakat onun bugünkü mesleki konumunu tespit etmek ve e-postasına ulaşmak epeyce zamanımı aldı. Sonunda, geçerli bir e-posta adresi bulunca, 2021 yılı Temmuz ayında kendisine derdimi samimi bir şekilde anlatan uzun bir mesaj gönderdim. Fakat yaklaşık iki ay boyunca hiçbir cevap gelmedi.

Meğerse olup biten çok farklıymış. Bunu da iki ay kadar sonra Sayın Çapar’ın asistanından sürpriz bir telefon alınca öğrendim. Asistan hanım “Aradan 26 yıl geçmiş. Görüşmek istediğiniz konuyla ilgili olarak bir konuşma yasağı söz konusu olduğundan, Selim Hoca doğrudan İçişleri Bakanlığı makamına yazarak bu konuda kameralar önünde açıklama yapmasının hukukî ya da idari bir engeli olup olmadığını sordu. Çünkü, o yasak halen devam ediyor mu, biz de bilmiyorduk. Sayın Bakan’dan cevap henüz bu hafta geldi ve bu konuyla ilgili gizliliğin 25 yılın ardından artık kalktığı bildirildi. Selim Hoca sizi ve çekim ekibinizi önümüzdeki günlerde müsait bir gününde kabul edecek.”

Doç. Dr. Selim Çapar, beni ve çekim ekibimi 9 Kasım 2021 günü Ankara’da, başkanlığını yürüttüğü, İçişleri Bakanlığı’na bağlı AREM’de (Araştırma ve Etütler Merkezi) ağırladı. AREM’e gittiğimizde, o dönemdeki konuyla ilgili yaptığı bütün yazışmaları, elindeki belgeleri ve fotoğrafları bizim için önceden hazırlamıştı.

Olayları kameralarımız önünde en ufak bir ayrıntıyı bile atlamadan, mükemmel şekilde, kronolojik olarak anlattığı gibi, nakil sırasında orada bulunan diğer ekip üyelerinin hayatta olanlarını biz gelmeden önce arayıp, yaptığımız çalışma hakkında bilgi vermişti’’

İzleyiciler belgeselinizi ne zaman izleyebilecek? 

‘’Öncelikle, kısa süre içinde üst üste iki gala yapacağız. Hem İstanbul’da, hem de Diyarbakır’da. Bunlardan ilki filmi medya mensuplarına, arkeologlara, bilim ve ilahiyat çevrelerine ulaştırıp tartıştırabilmek amacıyla, ikincisi de bize bu fırsatı veren şehre gönül borcumuzu ödeyebilmek için…’’

 

Serbestiyet
Bu haber toplam: 10450 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:04:30:20
Bu gönderiye hiç yorum yapılmamış! İlk yorum yapan kişi olmak ister misin?
Nerina Azad
x