Kürt siyasal mücadelesinin ise bu ruha uygun tercihlerle kendini yeniden yapılandırdığını söylemek yanlış olmaz. Zira son on yılda girişilen bir hak mücadelesinden çok güç mücadelesiydi. Bu yönelimin en erken sonucu, her bir ülkede otoriteye karşı yürütülen ‘kültürel ve siyasal haklar savunusu’nun yerini ‘Kürdistan savunması’nın alması oldu. Bir başka ifadeyle, Kürt olarak Ankara’da, Bağdat’da, Tahran’da ve Şam’da varolmanın yüzyıl boyunca deneyimlenen imkansızlığı, Kürdistan’ın Ortadoğu’da bir siyasal statüye kavuşturulması yoluyla aşılmak istendi.
Lozan Antlaşması'nı referans alacak olursak, Kürtler, yüzyıl süren mücadelelerinde elde ettikleri tüm kazanımların topyekun imhasıyla sınandıkları bir eşikte duruyor. Bu eşikte sınanan aslında sadece Kürtler değil. Modern çağda insanlığın ‘otorite’ye karşı iki yüzyıldır sürdürdüğü ‘eşitlik, özgürlük ve adalet’ mücadelesi, bir kez daha, ‘güç ve güvenlik’ öncelikleriyle şekillenen dehşet dengesinde sağılıyor. Faş olan gerçek şu ki ‘haklı’ olmak yetmiyor; hatta, deyim yerindeyse, hiç para etmiyor. Zamanın ruhu ‘haklı’ olanı değil, ‘güçlü’ olanı kutsuyor.
Kürt siyasal mücadelesinin ise bu ruha uygun tercihlerle kendini yeniden yapılandırdığını söylemek yanlış olmaz. Zira son on yılda girişilen bir hak mücadelesinden çok güç mücadelesiydi. Bu yönelimin en erken sonucu, her bir ülkede otoriteye karşı yürütülen ‘kültürel ve siyasal haklar savunusu’nun yerini ‘Kürdistan savunması’nın alması oldu. Bir başka ifadeyle, Kürt olarak Ankara’da, Bağdat’da, Tahran’da ve Şam’da varolmanın yüzyıl boyunca deneyimlenen imkansızlığı, Kürdistan’ın Ortadoğu’da bir siyasal statüye kavuşturulması yoluyla aşılmak istendi.
Kürtlerin siyasal ve askeri örgütlenme kapasitesi yanında, Arap Baharı ile değişen siyasi konjonktür de buna fırsat veriyordu. Bu bağlamda İmralı Süreci, Türkiye’nin Ortadoğu’da kendine biçtiği rol üzerinden bu fırsatın Ankara’yla müzakere yoluyla değerlendirilmesinin bir çerçevesiydi. Fakat Türkiye’yi ve Kürtleri bir masa etrafına getiren bu ‘güç birliği’ anlayışı, birçok başka nedenin yanında ve nihayetinde IŞİD’in ortaya çıkmasıyla bozuldu. Türkiye’nin IŞİD politikası -bugün daha net ortaya çıktığı gibi- en iyimser tahlille, seyirci kalmak oldu. Buna karşın, Kürtler ise her şeyden önce Kürdistan savunmasının kaçınılmaz bir zorunluluğu olarak IŞİD’le mücadelenin başat aktörü ve bu mücadelede kazandıkları başarı ölçüsünde de Ortadoğu’da ‘oyun değiştiren (game changer)’ bir unsur konumuna geldi.
Kürtlerin yüzyıllık siyasal mücadelesinde bu konum hiç kuşkusuz tarihsel bağlamda bir ‘zirve noktası’ydı. Ancak, Kürtler giriştikleri güç mücadelesinde hızla ulaştıkları bu zirve noktasında tutunamadı; Kürdistan’ı Ortadoğu’da siyasal bir statüye kavuşturma hedefi tutturulamadı. Daha da kötüsü, hak mücadelesi bağlamında elde edilen kazanımlar dahi bir bir kaybedildi.
Bu sonucu doğuran en önemli faktör, hiç kuşkusuz, uluslararası toplumun Ortadoğu’da statükonun korunmasını ehven-i şer bir formül olarak benimsemesi oldu. Bu aslında Kürt siyasal aktörleri açısından beklenmeyen bir durum değildi. Zaten tam da bu nedenle, Türkiye’de ve Suriye’de Kürdistan’ın siyasal statüsü meselesi her zaman söz konusu ülkelerin toprak bütünlüğü çerçevesinde gündemleştirildi. Hatta Irak Kürdistanı’da gerçekleştirilen bağımsızlık referandumu bile IŞİD sonrası Irak’ın yeniden inşası sürecinde Bağdat’la müzakereleri yeni bir çerçeveye oturtma adımıydı. Bu bağlamda, zamanlama konusundaki ısrarın asıl nedeni hemen bağımsızlık ilan etmek değil, ‘tartışmalı alanda’ elde edilen askeri ve idari kontrolün referandum yoluyla hukuki bir güvenceye kavuşturulmasıydı.
Fakat bu çerçevede Kürtler, nihai hedef tutturulamadığı taktirde mevcut kazanımlarını da kaybedilebilecekleri riskini hiç hesaba katmadı. En kötümser senaryo bir pata durumuydu. Ama bir kez güç mücadelesine girişildiğinde kayıpların sınırını belirleyenin haklar değil, ortaya konabilen güç olduğu görüldü. Bugün Kürtlerin yaşadığı büyük hayal kırıklığının en önemli nedeni de sanırım bu: hiçbir şey artık eskisi gibi olamaz derken, her şeyin eskisinden daha kötü bir hal alması. Ve girişilen bu güç mücadelesinin, sonunda yeniden ‘mağduriyet diline’ mahkum kalınması…
Hiç kuşkusuz Kürtler mağdur. Ancak, bu mağduriyet durumuna rağmen yaşadıkları her bir ülke siyasetinde sahip oldukları ‘oyun değiştirici’ rollerini hala kaybetmiş değiller. Türkiye’de bunun en son örneği 2019 yerel seçimlerinde görüldü. Irak’ta aylar süren hükümet kurma çabaları ancak Kürtler de denkleme dahil olduğunda sonuca ulaşabildi. Suriye’de bugün Kürtlerin kimin tarafında yer alacağı hala dengeleri değiştirecek bir faktör olmaya devam ediyor. Günün sonunda, Kürtlerin ‘oyun değiştirici’ rolleri kendi ideallerini gerçekleştirmeye yetmiyor olsa da Kürtlere rağmen herhangi bir idealin gerçekleşmesine engel teşkil etmeyi de sürüyor.
Bu çerçevede, özellikle Türkiye Kürtleri üzerinden son bir kaç yıldır sıkça tartışma konusu edilen ‘Kürtlerin sessizliği’ meselesinin nedenleri arasında bu siyasi potansiyeli değerlendiren yeni bir iktidar projesinin ve dilinin yokluğunu da hesaba katmak yanlış olmaz. Bugün Kürt siyasal aktörleri ve kitlesi arasında açılan mesafenin de bir tezahürü olan sözkonusu sessizliği kimileri yaşanan ağır zulüm ve baskıya, kimileri siyasi kadroların hapis ya da sürgün edilmesine, kimileri ise uzun süren savaşın yarattığı yılgınlığa, yorgunluğa bağlıyor. Hiç kuşkusuz bu faktörlerin etkisi yadsınamaz. Ama asıl sorunun yeni bir siyasal proje ve söylem eksikliği olduğu muhakkak. Ve Kürtler bu eksikliği gidermek yerine, yeniden mağduriyet diline mahkum bırakılmayı belli ki benimsemiyor .Kürtler gibi yüzyıl kesintisiz süren bir mücadele deneyimine sahip bir halkın beklentileriyle ya da gerçeklerle bağdaşmayan ve üstelik nereye, nasıl varacağı konusunda net bir mesaj taşımayan çağrılarla sokaklara dökülmesi beklenemez- halihazırda dünyanın bir çok yerinde yapılan gösterilerin Kürt sokaklarında görülememesinin en önemli nedeni de bu sanırım.
Peki önümüzdeki yıllarda Kürtleri ne bekliyor?
Bu sorunun yanıtını vermek kolay değil. Ama Kürtlerin barışa kavuşmaktan çok mevcut savaşın derinleşerek sürme ihtimalini daha gerçekçi buldukları açık. Özellikle son 40 yıldır süren savaşın yükünü çeken Türkiye Kürtleri’nin sessizliği biraz da bu yüzden. Dolaysıyla, bundan daha birkaç yıl önce ‘Barış yapabileceğiniz son nesil biziz’ diye haykıranlar haklıydı. Bu neslin en önde gelen isimlerinden Ahmet Türk’ün ‘Tek barış olsun da yarın Allah canımı alsın’ sözlerinde açığa çıkan telaş ve çaresizlik ise geldiğimiz aşamanın ikrarı aslında.
Hiç kuşkusuz, yaşanan hayal kırıklığı ve biriken öfkenin savaşa olduğu kadar barışa da zemin sunduğu iddia edilebilir. Zira bu durumun sürdürülemezliği bir vakıa. Ancak, Türkiye’de bir iktidar değişikliği mümkün olsa bile yerini alabilecek alternatiflerin de Kürt politikasını ‘devlet ve beka’ önceliğine sabitlemesi; Irak’ta bir Anayasa değişikliğini bile gündeme taşıyacak biçimde merkezin yeniden Arap milliyetçiliği üzerinde güçlenmesi; Suriye’de Esad rejiminin kalıcılığı orta yerde dururken, bu zeminde barışa da yer açılabileceğini düşünmek naiflik olur.
Dolayısıyla, yüzyıllık mücadelenin sonunda gelip takılı kaldıkları eşikte, Kürtlerin acil bir cevap aradıkları soru şu: ‘Savaşın sürmesinin kaçınılmaz olduğu bu durumda nasıl olur da fincancı katırlarını ürkütmeden Kürtler arasında bir birlik sağlarız?’. Bu sorunun hala cevapsız olması, Kürt siyasal aktörleri ve kitlesi arasındaki mesafenin açılmasının bir başka nedeni. Fakat Kürtler arasında bir birliğin sağlanması konusunda yaşanan baskının, 2020’ye girerken başka hiçbir konuda olmadığı kadar yoğunlaştığını söylemek doğru olur. Bu baskıyı tetikleyen en önemli gelişmenin ise Türkiye’nin son Suriye operasyonları olduğu malum. Ortaya çıkan yeni durumda, Kürtlerin ‘ortak tehdit’ algısında IŞİD’in yerini Türkiye almış görünüyor. Bu algı, Türkler ve Kürtler arasında zorunlu bir yakınlaşmayı mı yoksa kaçınılmaz bir çatışmayı mı doğurur, henüz belli değil. Sonuçta Kürtler, giriştikleri güç mücadelesini kaybetmiş olsalar da zamanın ruhuna ayak uydurarak, yeni yıla da yeniden güç kazanma arayışıyla giriyor.