Can Şeker & Serdar Çagırga: Bir Trajedinin Komedisi

Bizi HDP veya başka kurumların/partilerin temsilcisi olarak gören ve yazılarını bu minvalde yazan yazarlar, “Çünkü faslı öyle bir açtınız ki, kendimizi bir an yıllar önce Altan Tan’ın salladığı parmağın işaret ettiği “tencere-kapak uyumsuzluğu diyalektiğiyle’  karşı karşıya bulduk! “ifadelerine yer veriyorlar. Bizler ne herhangi bir kurumun/partinin temsilcileriyiz ne de onlar adına konuşabiliriz.

10.04.2019, Çar - 13:19 [ Güncellenme: 10.04.2019, Çar - 14:00 ]

Can Şeker & Serdar Çagırga: Bir Trajedinin Komedisi
Haberi Paylaş

Zorunlu Not

Aşağıda okuyacağınız yazı, yakın zamanda Gazete Duvar’da yayınlanan Yalçın Çakmak ve İmran Gürtaş imzalı İsmail Beşikci’ye cevap (2): Eleştirinin 'eleştirisinin' eleştirisi başlıklı yazıya karşılık kaleme alınmıştır. Bu ikinci yazımızdan önce adı geçen yazarların İsmail Beşikci’ye Cevabımızdır başlıklı ilk yazılarına istinaden yazdığımız ilk metin yine Gazete Duvar’da yayınlanmıştı. Gazete Duvar, Çakmak ve Gürtaş’ın ikinci yazısına yönelik cevap hakkımızı kullandığımız bu ikinci yazımızı da yayınlamıştır ama nasıl?

Gazete Duvar editoryası, ilk olarak, konu ettiğimiz iki yazarın son yazılarıyla tartışmayı polemiğe dönüştürdüklerini söyleyerek cevap hakkımıza yer vermemeyi yazı işleri olarak kararlaştırdıklarını ifade ettiler. Şaka gibi! Ancak bizler bu trajikomik tavrı etik bulmadık. Bu nedenle, cevap hakkımızı aynı platformda kullanmak konusunda ısrarcı olduk. Sebebini bir türlü anlayamadığımız bu editoryal dirence karşılık bizler de cevap verdiğimiz metnin oldukça hacimli olması ve ele aldığı noktaların geniş bir yelpazeye yayılması karşısında benzer uzunlukta bir yazı kaleme aldığımızı kendilerine ifade ettik. Ardından gazete yönetimiyle yapılan görüşmeler sonrasında son tahlilde kısmen de olsa hacmi düşürme konusunda anlaştık ve bunu elimizden geldiğince de yapmaya çalıştık. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Gazete editörlüğünden yazımızda hangi bağlamda kullandığımız açık olan ‘eşekleştirilmiş’, ‘Altan Tan’ vb. atıfların ‘yakışıksız’ olduğu ve bunları yazıdan çıkarmamız gerektiği yönünde bir mesaj aldık. Biz ise bu isteğin kabul edilemeyeceğini, kendilerinin böyle bir inisiyatif kullanamayacaklarını ve bunların metinden hiçbir şekilde çıkmayacağını kendilerine ilettik. Gazete Duvar editörünün bu fütursuzca tavrına yönelik tepkimizi gazete yönetimiyle paylaştık ve eleştirel düşünce, özgür platform vb. söylemler üzerine kurulduğunu söyledikleri gazetelerinin bu editoryal tasarrufunun hiçbir şekilde etik olmadığını kendilerine söyledik.

Gazete yönetimi ise, editörlerinin bu tavrına anlam veremediklerini, yazının editör düzeyinde bu şekilde sürüncemede tutulmasını anlayamadıklarını ve bu konudaki mahcubiyetlerini dile getirdiler. Ardından bizlere, doğru tavrın iki yazıya karşılık iki yazı yayınlamak olduğunu ve en kısa sürede de yazımıza gazetelerinde yer vereceklerini bizlere aktardılar. Nihayet gazete editörünün iki defa devre dışı bırakılması sonucunda yazımızı sitelerinde paylaştılar.

Ama sadece bir kez!

Artık bu yapılanın açık bir kasıt taşıdığı konusunda şüphemiz kalmadığından tepkimizi genel yayın yönetmeni düzeyinde gösterdik. Kendisi de bizlere yine ve yeniden editörünün nasıl bu şekilde davrandığına anlam veremediğini ve şaşkınlık içinde olduğunu ifade etti.

Gördüğünüz gibi Sayın okuyucular, yukarıda özetlediğimiz süreci başka bir gazete ile değil devlet tarafından sistematik olarak zor aygıtlarıyla baskılanan gruplar, inançlar ve uluslar lehine bir yayın politikasına sahip olduğunu ve eleştirel düşünceyi merkezine koyduğunu ileri süren Gazete Duvar ile yaşadık.

Eğer bu süreçte gazete editörü ile aramızda geçen ‘sorunun’ kaynağı, editörün çalışma sınırlarını aşmasından kaynaklı bizlerin genel yayın yönetmeni ile muhatap olmamız ve kendisinin sözü üzerine söz söylememiz ise, bu kurumsal olarak Gazete Duvar’ın sorunudur, bizlerin değil. Yok eğer bu tavır ikinci yazımızın içeriğine yönelik ise, size sıra gelene kadar bunu yapan ve yapacak olan birçok kişi, kurum ve kuruluş olduğunu hatırlatır, gerçeği varken kimsenin sahtesiyle ya da kötü kopyasıyla uğraşmayacağını söylemeyi bir borç biliriz!

Sayın Nerina Azad okuyucuları, yazımızı bu platformda paylaşmamızın kısa öyküsü bu şekildedir. Tüm bu süreci konuyu takip eden okuyucuların takdirine sunuyoruz.


Bir Trajedinin Komedisi

Can ŞEKER & Serdar ÇAGIRGA*

Bir süre önce Gazete Duvar’da Yalçın Çakmak ve İmran Gürtaş’ın ‘İsmail Beşikci’ye Cevabımızdır’ (1) başlıklı bir yazısı yayınlanmıştı. İlgili yazı, hem Kızılbaş-Alevilik hem de editörlüğünü yaptıkları ‘Kızılbaşlık, Alevilik, Bektaşilik, Tarih, Kimlik, İnanç, Ritüel’ (2) adlı kitaba dönük, Beşikci’nin ‘Rêya Heqîyê’ (Alevilik)’(3) adlı yazısında yer alan ‘mesnetsiz’ iddiaları çürütmek için yazıldığı iddiasındaydı. Beşikci’nin yazısı, çoğunlukla Rıza Yıldırım’ın ‘Geleneksel Alevilik, İnanç, İbadet, Kurumlar, Toplumsal Yapı, Kolektif Bellek’ (4) kitabına ilişkin değerlendirmelerinden oluşmakta ve bu yazar arkadaşların derlemesini yaptıkları kitaba da bir-iki paragraf ayırmaktaydı. Buna karşılık iki yazar Rıza Yıldırım’ın kendisinin ayrıca cevap vereceğini belirtmekle birlikte uzunca bir cevap yazısı kaleme almışlardı. Bizler de bu tartışmaya dair ‘Dinya li dinyê; çavê gur li mihê’ (5) başlıklı bir yazı kaleme almıştık. Yazıda çok kısaca Beşikci’ye karşı kullanılan üslubun doğru olmadığını ve bu üslubun aslında onların kendilerini konumlandırdıkları yeri teşhir ettiği için incelenmeyi hak ettiğini belirtmiştik. Çünkü yazarlar Beşikci’nin geçmişte ödediği bedellerden dolayı elde ettiği konumdan yola çıkarak bir ‘vesayet’ oluşturup Alevilik konusunda bir şeyler söyleme cesaretini, - aralarında buna ‘Aleviliğin kısmi hoşgörüsü’ diyorlar-, bulduğunu söylüyorlardı. Bununla da sınırlı kalmayıp Beşikci’nin bunu yaparken Türk-İslam sentezi, Kürt milliyetçiliği ve İran Şiiliğinin kavramları ve düşünce dünyasından konuştuğunu ifade ediyorlardı. Tabii kendi düşünce dünyalarını yansıtan tarz ve üslupla!

Bizler ise, bu iki yazar şahsında ‘dile gelen’ laf kalabalığının, artık bir ‘odak’ olarak örgütlenen egemen ‘söylem’in bir parçası olduğunu ifade etmiştik. Kurgulanan söyleme ayna tutarak, sizler Hoca’ya böylesine pervasızca saldırıyorsanız bu ‘Kürt hoşgörüsü’nden kaynaklıyor’ dedikten sonra bu dilin ‘sınırlılığını’ ve neden doğru olmadığını ortaya koymaya çalışmıştık. Örneğin, egemen söylemi üretmekten başka bir şeye yaramayan ‘Sünni devlet’ kavramı üzerine düşünmek yerine, aynı soruları, üzerinde düşündükleri kavramı ‘Türk Devleti’ şeklinde değiştirerek sorup soramayacakları meselesi ile Kürt-Türk milliyetçiliklerinin son tahlilde aynı çerçevede ele alınıp alınamayacağı konusunu tartışmaya açmıştık. Ayrıca kendilerinin bugünü açıklamak adına 16. yüzyıldaki Safeviler dönemindeki siyasi ve dini liderlerin söylediklerine başvururlarken başkalarının da başka bir zaman-mekânda var olan bir şey için bunu arayabileceğini ifade etmiştik. Eğer tartışma bu zemin üzerine kaydırılırsa ve bunun ontolojik, epistemolojik ve metodolojik çerçevesi kurulursa her iki yazıdaki önerilerin kendi bağlamlarında bir yere oturtulabileceğini ileri sürmüştük.

İsmail Beşikçi de yeni bir yazı (6) daha kaleme alarak yazarlara yönelttiği sorularının cevapsız kaldığını ve bunun bilinçli bir tercihe işaret ettiğini ifade etmişti. Peki buna iki yazarın kaleme aldıkları ve ‘hezeyanname’ olarak tanımlanabilecek, ‘İsmail Beşikci’ye cevap (2): Eleştirinin 'eleştirisinin' eleştirisi’ (7) adlı yazılarında cevapları ne oldu? diye sorarsanız üzerinde uzun uzun kafa yormayı gerektirecek şeyler olmadığını söylemek isteriz: “Bol bol hamaset, Anlamadık, Sünnicilik Yapıyorlar, Kürtçülük Yapıyorlar, Bizi Tehdit Ediyorlar, Kim Adına Konuşuyorlar, Muhreçliklerini Kullanıyorlar” vb. haykırışlar ve nidalar!

İşaret ettiğiniz ve belki de orada hâlihazırda konumlandığınız yeri görüyor ve el yükseltiyoruz!

Aslında yazımızın hemen girişinde bu ve benzeri kişilerin, -her ne kadar kendilerine yüzde yüz bilimsel bir yerden yazan yazarlar/akademisyenler diyorlarsa da-, yukarıda sayılanların birçoğunu yapabileceklerini şöyle ifade (ve tahmin) etmiştik: “Bizleri kemalizmi tersten üretenlerden sayacaklarını, önüne atıldıklarını söyledikleri ‘milliyetçi tribün üyeleri’nden göreceklerini ve bizi ‘Sünni Devlet’e laf söylemeyenlerden olanlar şeklinde tanımlayacaklarını öngördük; ve bu nedenle de bizi etiketleyerek ‘monad’laştırılmalarından ‘korktuk’.

‘Korku’muzda haklı çıktık Sayın okuyucular! Beklentimizin ötesine çıkıp çıtayı daha da yukarı taşımışlar. Bu seferki halleri, trajik değil; komikti! Çünkü, yazıyı okudukça karşımızdakilerin sadece ilk yazıda ifade ettiğimiz bağlamda ‘monad’laşmış (8) değil, herhangi bir etik kaygı taşımayacak kadar ‘müritleşmiş’ kişilikler olduğunu gördük. Çünkü ancak bir ‘mürit’ kelimeler, kavramlar ve cümleleri bu kadar bağlamından kopartarak ele alıp karşısındakini ‘şeytanlaştırmak’ için uğraş verebilir. Yazarlar yazılarında bizleri, ‘celladına aşık olanlar’ söylemini takip edenlerden, Altan Tan’lardan olarak kodlasalar da bu ‘müritleşme’nin, -gerçi onlar bundan tamamen azade bilimsel bir alandan konuştuklarını ifade ediyorlar-, açıklanmasına aslında ihtiyaç var.

Bizi HDP veya başka kurumların/partilerin temsilcisi olarak gören ve yazılarını bu minvalde yazan yazarlar, “Çünkü faslı öyle bir açtınız ki, kendimizi bir an yıllar önce Altan Tan’ın salladığı parmağın işaret ettiği “tencere-kapak uyumsuzluğu diyalektiğiyle’ karşı karşıya bulduk! “ifadelerine yer veriyorlar. Bizler ne herhangi bir kurumun/partinin temsilcileriyiz ne de onlar adına konuşabiliriz. Kürt siyaseti için ‘tencere-kapak’ örneğinden yola çıkarak tabanın Sünni-Şafii Müslüman kimliğine karşılık tavanın Alevi-Marksist ideolojiye sahip olduğunu öne süren Altan Tan’ın avukatı/sözcüsü hiç değiliz. Analojinin konumuz bağlamındaki yersizliğini ne kadar vurgulasak azdır. Diğer yandan, Altan Tan’ın isim vermeden PKK’yi işaret ederek onun kimliğine dair kullandığı “tencere-kapak uyumsuzluğu” analojisine başvurmanızın maksadı bizi Tan ile aynı çizgiye getirmek ise, ki niyetinizin bu olduğu aşikar, bundan sakınmanızı salık veririz. ‘Egemen norm(lar)a’ bu kadar dayanmış olmanın sizde bir konformizm yarattığı aşikâr. Sizler ‘kendilerini kurda karşı korumak için kurdu kral edinenlerin hikayesi’nin baş kahramanı olmak için uğraş verebilirsiniz; ama bunu yaparken ayaklarınızın altına almaya çalıştığınız şeyin ve kişilerin biz ol(a)mayacağı konusunda sizi temin ederiz.

Evet, bu kişilikleri anlatmak için Fanon’un ‘ilk kurşun teorisi ve sömürge kişiliği analizine’ (9) mi başvursak yoksa Shayegan’ın ‘Yaralı Bilinci’ne (10) mi gitsek bilemedik. Fakat, ne Fanon ne Shayegan ne de bir başkasından yola çıkarak bir şeyleri açıklamamız bu ‘zihniyet’e mahkum olmuş kişilikler için bir şey ifade etmeyecekti. En iyisi mi bırakalım da belki kendileri zahmet edip okurlar kendi debelendikleri çukurun derinliğinin boyutu ne kadar olmuş diye! Ama çorbada bizim de tuzumuz olsun.

‘Bilimsel bir yerden konuşmayan ve akademisyen olmayan bizlere’, Fincancı’nın tabirini kullanacak olursak (11) ‘uni-versus’tan olan akademisyen Çakmak ve Gürtaş’ın son yazılarına, ontolojik, epistemolojik ve metodolojik sınırlılıklardan kaynaklanan Üslup, bunun aslında tüm saçmalıklarını ortaya çıkaran şey olduğunu ilk yazımızda da belirtmiştik, ve Alevilik- Reya Heqîyê, (Raya Heqîye) Tartışmasına Dair Birkaç Söz başlıklarıyla cevap vermek isteriz.

Üslup ve Ötesi

Yazarların bu konudaki güzide seçkilerine geçmeden önce yazılarında bir ‘patika’ya bağlı hareket ettiklerini görmekteyiz. İlk olarak, Fanon ve Sheyagan’a biraz aşina olanlar daha iyi fark edecektir, önce olur olmadık her şeyi söyleyip sonra ama biz onlar gibi değiliz diyerek şu kengel sakızı gibi ısrarla yumuşaması için çiğneyip etrafa ‘tükürdüğünüz’ bilimsellik sakınızı çiğnemeyi bırakın! Çünkü Sayın okuyucu, bilimsel bir uğraş verdiklerini ilk yazılarında da ısrarla vurgulayan yazarlara yaptığımız, burjuva hukukunun söylemini ürettikleri eleştirisi (eş deyişle politik olmadığını ifade etmenin bizatihi kendisinin politik olduğu eleştirisi) yazarlar tarafından göğüste yumuşatılarak yeni küçük yuvasına taşınmıştır. Daha güvenli bir limana: “Bilim insanları bilimsel faaliyetlerini yürüttüklerinde apolitik varlıklara dönüşmezler ancak bilimsel faaliyetlerini de siyasetin ihtiyaçlarını karşılamak için yürütmezler’e. Cümlenin ilki kendilerine biçtikleri elbiseyken ikincisi İsmail Beşikci başta olmak üzere bu konuda sözü olanları attıkları yeni kuyularıdır. Evet sayın yazarlar, ya anlamamakta ısrar ediyorsunuz ya da gerçekten de siz sadece busunuz! Yinelemekte fayda var: Bugün kendinizi azade tuttuğunuzu ifade ettiğiniz şey(ler)in dışında bir ‘dünya’ olduğunu söylemek üç şeyden biriyle ilintilidir:

Ya mevcut sosyo-ekonomik ve sosyo-politik zemini etkileyecek bir güce sahip değilsinizdir ya da onun reforme edilmesinde bir sacayağı olduğunuzun bilinciyle hareket ediyorsunuzdur. Ya da en kötüsü ne dediğinizi bile bilmiyorsunuzdur. Üçüncü olasılığın olmadığını umarak yazımıza devam edecek olursak, (tarihsel) kapitalizmin bir dünya-ekonomi olarak tam anlamıyla evrenselleştiği ve modern dünya sistemin kendisi olduğu bir tarihsel kesitte ulus-devlet ve milliyetçiliğin rolünü bilmemek sanırım bu ülkede neredeyse herkesin ‘biz bize benzerizci’ tavrının tipik bir örneği olsa gerek. Ancak bu tipikliğin ilk anda ima ettiği anlamın tersine yani içinde yaşadığımız ülkeyle sınırlı olduğu fikrinin yaygınlığı son tahlilde imparatorluklar değil ulus-devletler düzenini doğuran koşullar nedeniyledir. Dünya-Sistemleri Teorisi, Bağımlılık Ekolü Kuramı, Üçüncü Dünya Teorisi vb. başlıklar bu sürece anlam vermek üzere çalışmalar yaparlar. Konumuz bu olmadığı için çok kabaca Wallerstein ve Braduel’in bu süreci kısaca nasıl tanımladığını vermekle yetineceğiz:

Wallerstein’in ‘dünya-ekonomi’, Braudel’in ‘ekonomi dünyası’ dediği tarihsel yapıların içinde yer aldığı imparatorluk birimleri, 16. yüzyılda Avrupa’da başlayan ve tedricen tüm dünyaya yayılan toplumsal, siyasal, ekonomik, dinsel ve bilimsel/düşünümsel dönüşümler neticesinde yerini mottosu sınırsız sermaye birikimi olan tarihsel kapitalizme bırakmıştır. Öncelikle coğrafi bir alan olan dünya-ekonomi, içerisinde birden fazla politik birimi barındırmakta ve bunlar modern-dünya sistemimizde devletlerarası bir sistemde gevşek olarak birbirine bağlanmaktadır. Ancak bu sistemde ne politik ne de kültürel bir homojenlik beklenmemesi gerektiği ifade edilse de bazı ortak kültürel kalıplar geliştirdikleri de (jeokültür) görülmektedir. Ulus-devletlerin içinde var oldukları zemin de burasıdır. Başka bir deyişle, Avrupa’dan neşet eden kapitalizm ve ulus-devlet, modern dünya-sistemin tanımlayıcı unsurları olarak ekonomik ve siyasal yaşamı küresel düzeyde kuşatmış ve sistemin bizatihi kendisiyle özdeşleşmiştir. Ulusal çıkarları doğrultusunda birbirlerini eşit ve egemen birimler olarak tanıyan Avrupalı devletlerin ‘Avrupa Kamu Hukuku’nu (ius publicum europaeum) ‘uluslararası hukuk’ haline getirmesi süreciyle, Avrupa dışı dünyayı paylaşmaları da el ele ilerlemiştir (12). Tam da bu nedenle, Avrupa ulusal ekonomilerinin dünya ekonomisinde merkezi bir konum kazanmasıyla çevrede kalan ve önemli toprak kayıplarıyla beraber ‘ekonomi dünyaları’ da ticaret kapitalizmi ve ardından sanayi kapitalizminin darbeleriyle tahrip olan Batı-dışı dünyanın ulus-devletleşme hamlelerini bu bağlamda ele almak gerekir. Ulus-devletlerin her coğrafyada ‘klonlanması’ bir yandan kapitalizmin dünya ölçeğinde yaygınlığını gösterirken diğer yandan da yeni düzende siyasal-hukuksal statüye sahip olmanın zorunlu ve ontolojik güvenlik çerçevesini bizlere sunar. Örneğin, kapitalist modernite, a-modern vb. kavramlarla nasıl ki mevcut durumun farkında olarak, sizler gibi no man’s land’den değil!, bir pozisyon alınıyorsa bunu ulus-devlet düzeninin alacağı ve/ya alması gereken yeni boyutları içinde düşünmeliyiz ve yapmalıyız.

Yani akademisyen Çakmak ve Gürtaş, yukarıda da ifade edildiği gibi (tarihsel) kapitalizmin bir dünya-ekonomi olarak tam anlamıyla evrenselleştiği ve modern dünya-sistemin kendisi olduğu bir tarihsel kesitte, ulus-devlet ve milliyetçilik mefhum ve sorunlarını öyle kafanıza göre, hem de taklidin taklidinin taklidi bir retorikle asla ele alamazsınız.

Fakat sizlerin tavrınızı anlamıyor da değiliz: ‘Milli’ olunamıyorsa ve zaten buna izin verilmeyip kıyımlar, kırımlar, asimilasyonlar devreye giriyorsa ‘yerli’lik sizlere bir imkân sağlayabilir/sağlamaktadır. Sanırız mevcut sistem tarafından ‘tolere edildiğiniz’ nokta da burası. Bunu yapmak için sadece kendinizle sınırlı kalsaydınız bunu bir ‘yükselme pratiği’ olarak görürdük. Ancak siz yazarlar bir şeyleri ‘pazarlama tekniği’ açısından ülkedeki liderlerin kıvraklığını aratmayacak kadar yetkinleşmiş görünüyorsunuz. O kadar ki bizlere ‘ulusal mücadele’yi ihraç olduktan sonra mı keşfettiniz diye sorarak ‘efendilerinize’ kim olduğunuzu altını çizerek vurgulamayı bir görev bilip vazifeden kaçmıyorsunuz! Örneğin, yazarların, a) ikinci yazılarında “sizlerin tabiriyle sömürgeci Türk devleti’ demek suretiyle, b) bizim yazıyı kaleme alırken KHK ile ihraç edilmemizdeki mağduriyeti kullanarak buradan da bir güç devşirerek egemenlik kurduğumuz söylemiyle, c) kendileri yüzde yüz (komik olmayı bırakın artık!) akademik bir zeminden konuşurlarken bizlerin birileri adına konuştuğumuz ithamıyla, ve d) hangi kesim veya kurum adına konuştuğumuzu belirtmemiz gerektiği gibi tuhaf isteklerle yukarıda sözü edilen vazifeyi değme artist ve aktriste taş çıkartacak düzeyde iyi yaptıkları söylenebilir. Oyun ve oyuncular iyi, senaryosu kötü!

Bu bağlamda, bir yığın ithamdan öte bir şey anlatmak derdi olmayan yazılarınızın amacını da ‘somut bir mesele üzerinden entelektüel bir tartışmak yürütmek’ olarak sunmamız trajik olmanın ötesinde komedi boyutuna varmış durumda. Akademisyen olmak dışında her şey olan ‘bizlerin’ karşısına entelektüel bir pozisyondan konuşan kendinizi koyuyorsunuz. Ne mutlu! Ancak unutulmamalıdır ki bilim insanları yapıp ettikleriyle toplumsal gerçekliği yansıtan kişilerdir. Yani bilim insanları toplumsal gerçekliği yansıtmaları itibariyle önemlidirler. Ama önemleri salt bundan ibaret değildir. Toplumsal gerçekliği yansıtmanın yanında bu gerçekliği etkileyen bir konumu da vardır bilim insanlarının. Yani hakikati dile getirmek, ne pahasına olursa olsun! Daha açık olalım isterseniz: Toplumsal gerçekliği yansıtmak ve etkilemek durumundan olanlar ya güçlünün ya da ezilenin aracı olan bir toplumsal gerçeklik yorumu inşa edeceklerdir (13).

Dolayısıyla bilim insanı, akademinin görece özerk ve güvenli sularında dolaşarak suya sabuna dokunmadan çalışma yürüten kişi değildir, olmamalıdır da. Çünkü açıktır ki, siyaset her yerdedir ve tarafsızlık ve nesnellik alanına kaçmak mümkün değildir (14). Elbette, bilim insanı da bir dili, ulusu ve tarihi olan bir toplumun mensubudur. Ancak, kendi küçük dünyalarına yön veren dünya görüşlerinin sağladığı kesinlikleri her durumda kullanabilecekleri bir mercek haline getiren sayın yazarlar ‘ağız kokusu’ olarak niteledikleri ideolojik bir araçla donatmıyorlar mı kendilerini? Bu bir tercihtir şüphesiz. Oldukça konformist ve güvenli bir tercih. İdeolojiden arınık ve tam manasıyla ‘tabula rasa’ bir zihne sahip bu yazarlar, devletin emrine amade teknokratlar, Sartre’nin tabiriyle ifade edecek olursak pratik bilgi uzmanlarından (15) öte/başka nedirler acaba? Merak ediyoruz! Ya da Shayegan’ın, ‘Şu veya bu siyasal sistem tarafından aynı rahatlıkla kullanılabilir’ (16) dediği teknokratlardan farkınız nedir yazar arkadaşlar? Bir bilim insanından hayli hayli bir teknokrat çıkar, çıkarırlar! Bu nedenle sayın yazarlar, tüm açıklığıyla sormak isteriz: Kendinizi ‘nötr’ ya da ‘tarafsız’ bir konuma yerleştirerek, egemen ideolojiden başka bir şey olmayan şeyleri bilimsel olarak yutturanlardan farkınız nedir?

Şimdi ise, yazarların son yazılarında bize yönelik o taze dimağlarından dökülen ithamlarını bir seçki halinde özetleyelim siz okuyuculara:

Muhreçliğin mağduriyetine sığınarak(!) muktedirlik devşirmek, Bir yandan Beşikci savunusu yaparken diğer yandan Kürtçülük adına Sünni refleksle tehdit etmek, Kürt meselesi takribi yüzyıllık bir geçmişe sahipken yüzyıllarca yıllık Kızılbaş/Alevi meselesinin tarihselliğinin farkında olmamak ya da bunu göz ardı etmek, Beşikci Hoca’nın yazılarına müdahale etmek(!), Beşikci Hoca’yı ‘zillullah-ı fi’l arz’ mertebesine çıkarıp, eleştirilemezlik halesiyle kuşatmak, ‘Paranoyakça ithamlar’ ile Kürt Hareketi’ne hedef göstermek, Vesayet kurumu gibi davranmak; siyasi bir kurum adına konuşmak; ancak ihraç edildikten sonra ‘Kürtlerin ulusal düzeyini’ kamusal alanda haykırmak, Kadim Kürt dini Zerdüştlüğü ‘sömürgeci devlete’ karşı savunma cesaretine sahip olmayarak Alevilik üzerinden bir Zerdüştlük savunusuna girişmek, Kürtlüğü Sünniliğin tekeli altına almaya çalışmak, Entelektüel bir pozisyondan konuşan kendilerine karşı Beşikci savunusu üzerinden tevessül ettiğimiz muktedirliği kullanarak bir ‘kurum’ adına konuşmak, Gültan Kışanak için kullanılan ‘Kadın-Kürt-Alevi-sosyalist’ vurgusuyla ‘Diyarbakır seçmenini’ sanki bu dört şeye karşıymış gibi zan altında bırakmak ve Kışanak’ın bir dönem Diyarbakır Belediye Başkanlığında bulunmasını lütuf olarak görmek ya da bunun bir lütuf olmadığını idrak edememek.

Vesaire… Vesaire… Vesaire…

Buradaki seçkileri de dört başlık üzerinden ele alan yazarlar, ‘İsmail hoca’ savunusu yapan bizlere prim vermeyip argüman fukarası olan sözlerimizin manipülatif ve ‘tehditkar’ olduğunu belirtmektedirler. Çünkü bizler akademiklere yönelik şunları yapmaktayızdır:

* Öne sürdükleri fikirleri somut delillerle çürütmekten ziyade tamamen ideolojik bagaj ve angajmanlarla günümüzün kimlik algısıyla tarihe bir kılıf giydirmek

* Beşikci’yi her türlü eleştiriden münezzeh tutmak. Ve onun kültürel sermayesini de düşünerek, yazarları doğrudan ve dolaylı ifadelerle küçümseme ve onlara yönelik hakaretamiz ifadelere başvurma.

* Yazının içeriğinden ziyade üsluplarını eleştiri konusu yaparak yazılarının içeriğini görmezden gelme ya da bu ‘yöntemsizlik’ üzerinden yazının kendi tribünlerinde önemsizleştirilmesi.

* Yazarların ‘Aleviliğin Kemalist yorumunu evrenselleştirdiğini’ iddia etmek.

* Yapılan bilinçli manipülasyonlarla söylemediklerini söylemiş, söylediklerini ise söylememiş gibi davranma.

Bu ve benzeri nevi şahsına münhasır cümleleri kaleme alan kişilerin ‘ne’ olduklarını okuyucunun kendi meşrebine göre tanımlayıp değerlendireceğini düşünüyoruz. Ama peki bizler nasıl görüyoruz?

İlk olarak, kurban ritüeli ve mağduriyet söylemi, mevcut egemen düzenin, kendisini yeniden üretirken düşman ötekinin, üzerinde sınırsızca tepinmesine çoğunlukla itiraz etmediği bir alandır. Hatta o kadar ki hatırlatarak unutturma pratiği tam da o sözün artık devindirici bir gücünün kalmadığı bir noktada daha da fazla teşvik edilir. (17) Bu bağlamda, biz ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ bildirisine (her zamanki gibi ismini koymaktan ve yazmaktan imtina etmişler yazarlar) imza atanlar mağdur değiliz muhatabız. Eğer İstanbul’da başlayıp diğer illere sıçratılan davalardaki hocaların savunmalarını (18) zahmet edip okuyup tefekkür etseydiniz kimsenin ‘mağduriyet’ konumu üzerinden bir söylem geliştirmediğini görürdünüz. Ayrıca, sizlere yönelik kaleme aldığımız ilk yazının hiçbir yerinde ihraç edilme durumumuz bırakın konu edilmeyi kelime olarak dahi geçmiyor. Sadece bu yazıyı kaleme alanlar kimdir? sorusuna verilecek en kısa ve net tanımlama olarak, en altta ‘İhraç akademisyenler’ ibaresi eklenmişti. Eğer bu arkadaşlar, yazılarını yayınlayan Gazete Duvar’daki yazarların büyük kısmının yazılarının en alt kısmında yer alan kısa özgeçmişlerine baksalardı hepsinde ihraç olduklarını belirten cümleleri görebilirlerdi.

Haklarını verelim. ‘Türkiye kamuoyunun’ takdirine sundukları şey, ‘muhreçliğin mağduriyetine sığınarak muktedirlik devşirmemiz’ değil. Zira biz zaten ‘mağduriyetimizden’ muktedirlik devşiriyormuşuz; ki bu da anlaşılır bir şeymiş. Asıl vurgulamak istedikleri, bunun da ötesinde bir şey yaptığımız/yapmaya çalıştığımız. Mağduriyetimizden ekmek yiyormuşuz da dozunu kaçırmışız, bir anlamda sınırı, haddimizi aşmışız! ‘Sınır’ demişken kendisinin kaderi haline geldiğini mütemadiyen ifade etse de söz konusu sınır olduğunda Neşe Özgen hocamız beliriyor ve yüzümüzde tebessüm oluşuyor. Ama iş ciddi yük ağır, heyhat!

Kızmayın sayın okuyucu! Bu yazarlar ve türevleri için, kendi küçük dünyalarına ve kendilerini hapsettikleri (‘monadlaş(tırıl)ma’ diyelim) cemaatlerine halel getirecek söz söyleyenlere yönelik çiğnenmeyecek bir etik ve ahlaki zemin yoktur. Machiavelli bunların yanında ‘dünkü çocuk sayılır’. İğdiş edilmiş ve mankurtlaştırılmış zihinlerine yönelik yapılan eleştirileri de ‘Alevilik’ kalkanının altına sığınmaktan da imtina etmiyorlar. Uyarısı bizden olsun: Bu nokta sizlerin aşil topuğunuz yazar arkadaşlar!. Bu konuda daha fazla söz söylemeyi bu yolu takip eden halklar nedeniyle doğru bulmuyoruz ve bunu burada kesiyoruz!

Yazarların, burada da olduğu gibi, neden-sonuç ilişkisini belirleme başta olmak üzere, olay ve olgulara ismini koymama ve koyulursa da eğip bükme ve hatta çarpıtma gibi bir temayülleri var görünüyor. Bu nedenle yazar arkadaşlar, kendi söyleminize haklılık kazandırmak için muhreçliği konu ediyorsanız bari adını geçirin ve bunun neyin sonucu olarak ortaya çıktığını belirtin. Ancak orası ‘mayınlı alan’!

Eğer ‘akademisyen’ olarak az da olsa eğer takip etmiş olsaydınız, sizlerin ‘kimler adına konuştuğunuzu bilmiyoruz” demek gibi hezeyanlar veya Beşikci için ‘yazılarına birileri müdahale etmiş’ demek gibi zırvalıklar peşinde helak olmazdınız. Çünkü bildiride imzası olanlar için hem üniversite soruşturma komisyonlarında hem de savcılık düzeyinde 'kim adına imzaladınız, kimden aldınız, kim adına konuşuyorsunuz’ benzeri sorular da sorulmuş ve iddianamelerde bu minvalde hazırlanmıştır. Bulunduğunuz konum, Said’i takip ederek söyleyecek olursak, ‘entelektüel’in kişiliğine en çok gölge düşüren tavırlardan sayılan, ‘nabza göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak, şovenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmek’tir. O yüzden Beşikci'yi entelektüel yapan şeyin ne ağır bedeller ödemesi ne de mağduriyet olmadığını bilmek zorundasınız. Beşikci’yi entelektüel yapan, tam da sizin de atıf yaptığınız Edward Said'in kavramsallaştırmasıyla söylersek, iktidara karşı hakikati söyleyen bir dilin müellifi olmasıdır. Yani yazar arkadaşlar, söyleyecek sözü olan kişi olarak Beşikci’yi bedel üzerinden değil hakikat üzerinden değerlendirmeniz sizi o çok severek kullandığınız yüzde yüz bilimsel olana yaklaştıracaktır, dostça uyarımızı yapalım!

Maalesef, insanın tüm belirlenmelere bağlı veya rağmen bir iradesinin olmayacağını içinde taşıyan bu ‘özne’ konumundan uzaklaştırma hali yukarıda da belirttiğimiz gibi ancak ve ancak ‘mürit’ olmakla mümkündür.

Evet, kendinizi yerleştirmeye çalıştığınız konformist ve faydacı konum artık fazlasıyla sırıtıyor. Lütfen daha dikkatli olun ve daha rafine bir dil edinin! Maazallah (hay aksi nasıl kullandık bu kelimeyi!) rektörünüz, dekanınız, bölüm başkanınız, dostlarınıza uzanan halkada ‘çatlaklık’ çıkmasın. Siz ve sizin gibi kendi küçük dünyalarında arz-ı endam eden ‘sömürge insanı dayatan kişiliklerin ifşa edilmesi’nin bugün için değilse bile yarın için çok ufak bir katkı olacağını düşünmekteyiz. Ayrıca, işimize yarayanı istediğimiz şekliyle alırız, devam ederiz tavrınız ve sorularınız, sadece ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ bildirisinde imzası bulunanlara yönelik küstahça bir tavırla da sınırlı değil. Bu küstahlıkları için Gazete Duvar’daki ilk yazımızda bu yazarların kendilerine cevap yazacak kişileri koyabilecekleri ‘katalog suçlar’ literatürlerinin de hazır olduğunu söylemiştik: Sünnicilik ve süzülürcesine bir edayla yaptıkları Kürt milliyetçiliği (Kürtçülük) ya da ‘milliyetçi tribünden olanlar’. Yazarların bu tavrın güncel Türkiye siyasetine egemen olan dilin aksını sunmaları sizleri şaşırtmasın. Zaten yaptıkları sadece ve sadece bu dilin yeniden ve yeniden üretilmesidir. Yazımıza sindiğini ifade ettikleri Sünnilik, Kürtçülük ve baskı yönü olarak ‘Sünni Kürd hoşgörüsü’ kavramlarını metinlerine güzelce yedirmeleri de bu üretimin boyutlarını belirginleştirmektedir.

Peki bizler ilk yazımızda bu konuda neler demişiz:

“…yukarıdaki nidalarınızı, kinayeli laflarınızı Hoca’nın hak ettiğini düşünüyorsanız sizler de kısaca bir açıklamayı daha hak ediyorsunuz. Çünkü iktidara yöneltemediğiniz ‘radikal’ fikirlerinizin akacağı yer, Hoca değildir, olmamalıdır ve halen aynı fikirdeyseniz de bunun Kürtlerin hoşgörüsünden kaynaklandığını da bilmenizi isteriz!. Bunu bu şekilde ifade etmemizin nedeni, yazarların Hoca’nın Alevilerin (kısmi) hoşgörüsü nedeniyle bir sürü şey söyleyip Sünnilik için bunu söyleyebiliyor musunuz? sorusu nedeniyledir. Ne demektir bu? Hoşgörü sahibi olunmasa/olmasanız ne olacak ki? Yoksa Hoca’nın kitaplarını mı toplattırırdılar/toplattırırdınız? Yıllarca hapiste mi yatırırdılar/yatırırdınız? Ne yaparlardı/yapardınız örneğin? O yüzden Sünnilik diyeceğinize onu ‘Türk Devleti’ olarak yazıp tekrardan bu soruyu sorabilir misiniz?”

“…Kürt milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği aynı başlık altında ele almanın anlamsızlığı bir yanda benim sorunum daha derin, büyük dercesine fay hattı Kürt Sorunu değil Alevi Sorunudur demeniz diğer yanda. Her ikisi de Hoca’nın kaleme aldığı yazının size yönelttiği eleştirinin merkezinde değil.”

“…Bagajımızda herhangi bir arka plan olmadan, biri Cizîra Botanlı biri de Dersim hinterlandından ve yazarların sevdiği tabirle ailesi (Şafii ve Hanefi) Sünni olan bu yazıyı kaleme alanlar olarak sorumuz şudur: Bugün kurumsal anlamda temsiliyette, Sayın yazarların tabiriyle ‘Sünni’ Kürtler çoğunlukla egemen anlayışı mı takip etmektedirler?

“…Örneğin bizler, mücadelesi önünde saygıyla eğildiğimiz ve bugün tutsak olan Sayın Kışanak’ın Diyarbakır’da belediye başkanı olarak temsil makamında bulunmasını gelinen ulusal düzeyi göstermesi açısından değerli bulmaktayız. ‘Kadın-Kürt-Alevi-Sosyalist’ kimliğine sahip Kışanak’ın yazarların kurumlar üzerinden Alevilik ortak paydası olduğunu iddia ettiği ‘hat içinde’ bunun bir örneğinin kabul görmesi mümkün müdür? Daha net ve daraltarak soracak olursak, Serhat’tan, Botan’dan birinin Dersim’de temsil düzeyine ulaşması mümkün müdür? ‘Bizden mi?’ sözlerinizi duyar gibiyiz.

“…Bu durumu yazarlardan mülhemle Kürdün kısmi hoşgörüsü (ne demekse) olarak açıklayamayacaksak başka bir şeyi de böyle açıklayamayız. O nedenle Sayın arkadaşlar, lütfen bu hoşgörü lafından en kısa sürede vazgeçin! Eğer bilinçli kullandıysanız, ki Alevilik literatüründe bunun Aleviliğe içkin olduğuna ilişkin fazlasıyla çalışma mevcuttur ve bizce özcü yaklaşım hiçbir şekilde hiçbir etnik, dini ve ideolojik grup içinde kullanılamaz, size Frankfurt Okulu’ndan Herbert Marcuse’un faşizm-hoşgörü arasındaki ilişkiyi nasıl ele aldığını okumanızı salık veririz!”

Yani sayın okuyucuyu, bu yazarların bizlere yönelik Sünnicilik (Alevilik düşmanlığı bağlamında kullanıyorlar) ve Kürtçülük için bulduğu pasajlar bu ve benzeri paragraflardır. Öncelikle, dikkat edilirse yazıda ‘Sünni Kürt hoşgörüsü’ kavramı geçmediği gibi ‘hoşgörü’ kavramının kendisi de mahkum edilerek bunun tartışma dışı tutulması öneriliyor. Ama bu yazarların ‘müritleşmiş zihinleri’ ve manüpilatif kişilikleri, kullandığımız kavramları çektikleri bağlamın yanlışlığı bir yana kullanmadığımız kavramları bile kullanılmış gibi göstermeleriyle daha da billurlaşıyor. O nedenle yukarıda ifade ettikleri ‘yapılan bilinçli manipülasyonlarla söylemediklerimizi söylemiş, söylediklerimizi de söylememişiz gibi davranılması’ vb. cümleleriyle bir konuda ‘ön-alma’ nasıl olur konulu bir sunumda başarılı örnek olmayı hak ediyorlar. İkincisi, ‘sizin sevdiğiniz tabirle Sünni olan’ diyerek söze girdiğimiz yeri veya Sayın Kışanak ile ilgili verdiğimiz örneklere, ancak ‘faydacı aklın’ ürünleri ve sürdürücüleri olanların vereceği bir karşılıkla, Kışanak’ın mücadelesi için ‘ektiği bağın meyvesini yiyor’ diyebilmektedirler. Ardından mezbahanelerindeki tezgâhlarına yatırıp bunu Sünnilik-Alevilik şeklinde kesip biçerek bize tekrardan sunmaya çalışmaktadırlar. Bu ne olduğunuz ve yaptığınız konusunda fazlasıyla aydınlatıcı diye düşünüyoruz. Lakin bizlerin verdiği örneklerin tümü dikkatli her okuyucunun fark edeceği üzere ulusal olana ve onun yaygınlaştırılmasının gerekliliğine ilişkindi. Buna ilişkin yazar arkadaşların bize yönelttiği soru-cevap ise tam da yazı boyunca anlatmaya çalıştığımız şeyi güzelce özetler cinsten olmuştur: ‘İhraç edildikten sonra mı “Kürtlerin ulusal düzeyini” kamusal alanda haykırma cesaretine kavuştunuz?’

Lütfen, bu soru-cevabı fazla görmeyin! Çünkü başta da ifade ettiğimiz gibi monadlaşmış ve müritleşmiş kişiliklerin kendi küçük cemaatleri için çiğnemeyecekleri hiçbir etik ilke ve alan yoktur. Biz bu yazıyı kaleme alanlar olarak bu konuda fazla söz söylemeyi etik olarak doğru görmemekteyiz. Sadece küçük bir katkı sunabiliriz. Eğer akademisyenseniz ve bilimsel bir temelden hareket ediyorsanız, bunun ihraçla ilişkili olup olmadığını anlayabilecek kadar illiyet ilişkisine dair kapasitenizin, en azından potansiyel olarak, olması beklenir. Sizce biz sizin tabirinizde kamusal alanda haykırma cesareti fikrine sahip olduğumuz için mi imzalarımızı attık yoksa attığımız için mi şimdi haykırıyoruz? Buna cevap verirken Kıvılcımlı’nın ‘tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan’ saçması dediği şeye düşmeyeceğinizi umuyor ve bunun için biraz etik yeter de artar bile diyoruz. Ayrıca, bugün karşı karşıya olduğumuz otoriter-totaliter arası bir rejimde haykırmamız az mı sizce?

Gelelim bu Sünnicilik ve Kürtçülük meselesine.

Konuya iki yazarın bizim içerlediğimizi düşündüğü şeyi aktararak başlayalım: ‘Alevi sorununu Kürt sorunundan daha köklü bir fay hattına sahip olduğunu’ belirtmemize de içerlenmişler!

Yazarlar, bu belirlemeyi takip eden cümleleriyle ilk yazıda ipe sapa gelmez söylemlerinden dolayı düştükleri noktanın kabul edilemez olduğu uyarılarını almış gibiler. Bu nedenle, biz milliyetçilikleri aynı görmüyoruz ve bunu kullanıyorsak da pejoratif anlam yüklemeden durum analizi yapmak için kullandık demektedirler. Arkasından da Amerika’yı yeniden keşfedercesine ‘sanırım muhreç akademisyenler o ‘Kürt ulusal düzeyleri’nin bizzat bu milliyetçiliğin ürünü olduğunun da farkındadırlar!” cümlesiyle de devam etmektedirler. Ne mutlu size! Bu ‘tarihçi-sosyolog’ arkadaşların yazının bundan sonrası için tarih yazım sorunsalıyla ilgili literatüre en azından bir göz gezdirmelerini tavsiye ederiz. Ama kendilerine başlangıç olması için Bloch’un (19) şu ifadelerini vermek isteriz:

“...tarih geçmişin bilimidir’. …Bu bana göre kötü bir ifade tarzıdır. …Şimdinin anlaşılamaması kaçınılmaz bir şekilde, geçmişi hakkındaki cehaletten kaynaklanmaktadır. Fakat, eğer şimdiki zaman hakkında hiçbir şey bilinmiyorsa, geçmişi anlamak için kendini tüketmek de belki aynı derecede boş olabilir. …Her araştırmanın doğal eğilimi daha iyi veya daha az kötü bilinenden en karanlığa doğru gitmektir” (Bloch: 1985: 14, 28-29).

Çerçeveyi buradan tutunca maalesef iki yazarın yazıyı okurken halen ‘anlamadık’ sözlerini tekrar işitir gibiyiz. ‘Kürtçülük’ suçlaması (gerçekten de suçtur bu arada) ve onunla ilişkili Alevi düşmanı anlamında kullandığınız Sünnicilik belirlemeniz, ‘siyasal olan’a ilişkin hiçbir şey bilmediğinizi ortaya koyduğu gibi bu konuda ayarladığınız ton da tam da ‘egemenlerin’ çıkarına olacak şekilde hakikati çarpıtıyor, suyu bulandırıyor ve kurdu kuzu, kuzuyu kurt eyliyor. Eğer Sünniliği devlet ideolojisi ve Sünnilerin tamamını da egemen olarak kodluyorsanız ve sizin mantığınızdan hareket edecek olursak Sünni Kürtlerin siyaseten ve hukuken iğdişleştirilmesi açıklanamaz; ki zaten açıklayamıyorsunuz da. Bu yüzden de son yazınızda bolca ‘anlayamadık’ diyorsunuz. Sizlerde sakalı ve hırkayı görüyoruz da filozofu göremiyoruz (‘video barbam et pallium philosophum nondum video’). Bir örnek vererek sizlere bu konuda yardımcı olmak isteriz. Örneğin, eğer ‘yerli’lik gibi bir yönelime çerçeve arıyorsanız, İslami bir dolayımla otoriter veya totaliter bir rejim kurulup devletin sahibi olarak kendini dayattığında, Sünnilik-Alevilik üzerinden değil Müslüman işçi-emekçileri de içerecek şekilde bir hat kurup oradan yeni bir örgütlülükle buna karşı durmak size yeni bir ‘patika’ sunabilir. Bunun üzerine uzunca bir şekilde düşünüp tekrar tekrar okumanızı öneririz: Et-tekraru ahsen velev kane yüz seksen.

Geçelim Kürtçülük meselesine.

İsteyip istememelerinden bağımsız olarak, Kürtlerin de diğer uluslar gibi kendi kaderini tayin ilkesi (self-goverment değil self-determinasyon) çerçevesinde uluslararası toplumdaki yerini alacak statüye sahip olması gerektiğini ifade etmek ‘-cilik,-çülük’ vs. ile açıklamaya gerek kalmadan bizzat bir hakikatin ifadesidir. Özellikle son iki yüzyıllık insanlık tarihinde kurumsal anlamda bunun dışında bir gelişim seyri yoktur veya varsa da bunun için büyük bedeller ödenmektedir. Bu noktada iki hususu belirtmek gerekir: Bedel ödetme, mevcut kurumsallıkların ‘merkezi’ne konumlanmış olanlara da yöneltilmektedir. Ayrıca, yukarıdaki belirlenimiz, Hegelyen bir şekilde ifade edecek olursak ‘[D]evleti olmayanların [T]arihi de yoktur’u doğru kabul etmeyi de gerektirmez (20). Fakat bugün ulus-devlet aygıtı tarafından mağdur edilen kitlelerin büyük çoğunluğunun eleştirilerini ‘devlet’e değil ‘hükümet’e yönelttiklerini görüyoruz. Bunu yapmayıp devletin egemen söylemine karşı bilgi üretme çabasına girişenlerin ise karşı karşıya kaldıkları şeyleri bilincinize çıkarırsanız meselenin özünü biraz daha anlamış olursunuz. Yoksa, HDP’nin iki seçimdir Dersim’de ulaştığı başarı düzeyinin sizin başında ‘pir Kılıçdaroğlu’ olarak çağrıldığını söylediğiniz kişinin başkanlığını yaptığı CHP’yle kıyasla daha önde olduğu gibi bir örnek verip ‘biz bostan sırığı mıyız’ diye ortalıkta dolanıp derdinize derman ararsınız. Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz: Değerin kendisini ‘coğrafya ve toprak’ olarak belirleyip içinde bulunduğumuz zaman-mekânın gereklerini sağlayacak bir ‘çatı’nın inşasının hedefe konulması. Neyse, muhtemeldir ki bu yazıya da cevap yazacağınızdan sizleri de fazla tehlikeleri sulara çekmeden bu konuyu burada sonlandıralım!

Şimdi ise bir diğer ‘-cilik, cülük’ olan Sünnicilik atıflarına geçelim. Alevilik konusunda yazan bu arkadaşlara her şeyden önce şunu hatırlatmak isteriz: Bir dini yorumun kurumsal hale gelmesinin düzeyi merkezileşmiş bir gücün düzeyinin artmasıyla doğru orantılıdır ve bunlar diyalektik olarak birbirini besleyen süreçlerdir. Sünnicilik yaptığınızı söylediğiniz bizlerin ne böyle bir aidiyeti vardır ne de böyle bir gücü. Fakat sizler Şeriati’nin ‘Kendisi Olmayan İnsan’da belirttiği gibi, ‘zindanlarınıza hapsolduğunuz’ için, ‘Eşekleştirme Tezi’ de denilebilir (21), bu ‘cilik’leri yönelteceğiniz odağı bile isteye göz ardı ediyorsunuz veya gözlerden kaçırıyorsunuz. Fakat bu arkadaşlara ‘yalan öksüzdür nereye yön verirsen oraya gider’ (vır sewîye berewe bidî kur ewe hare) demek gerekir. Diğer yandan eğer gerçekten dinsel anlamda bir aidiyetle kendimizi tanımlasaydık bunu ifade etmekten de çekinmezdik. Ama kendi varlığını sonuna kadar koruyup bunu yok etmek isteyenlere karşı kendi ölçülerinde direnen ailelerimizi de sizin gibi ‘eşekleştirilmiş, monadlaştırılmış, müritleşmiş’ kişilikler ve zihinler nedeniyle de yokmuş gibi düşünemeyiz. Halen sahip olduğunuz ‘kısmi hoşgörünüz’ varsa bunu ona saymanızı isteriz!

Yazarların bu Sünnicilik konusunda 7 Haziran seçimleri çerçevesinde söyledikleri ise tam bir facia. İfadeleri şöyle: ‘7 Haziran seçimlerinden önce yapılan ‘Zerdüşlük’ ithamlarına karşı hiç duymadık. Acaba “kadim Kürt dinini” sizin deyiminizle ‘sömürgeci devlete’ karşı neden savunamadınız da şimdi Alevilik üzerinden mi bir Zerdüştlük savunusuna başvuruyorsunuz!’

Dediğimiz gibi yazarlar bir ‘patika’dan ilerliyorlar ve ezberleri de sağlam. Yazarlar, seçimler öncesi ve sonrasında yapılan ‘Zerdüştlük’ atıflarını getirip Alevilik konusunda bir yazıya karşılık ele aldıkları yazıya yöneltilen eleştirilerle eşitliyorlar. Çünkü akıllarında şema ‘Sünnilik=Kürtlük=Türklük’tür. 2015 yılı ve sonrasında yaşananlara baktığımızda o sözlerin hedefinde olanlara karşılık devletin nasıl bir yol izlediğini göreceksiniz. Aslında ‘görmeyeceksiniz’. Çünkü ne böyle bir şeyi görmek ne de gösterilmesini istemektesiniz. Onun yerine Sünnilik-Alevilik dikotomisiyle bunun da üstesinden geleceğinize ‘iman’ınız tam. Bir diğer husus da, Zerdüştlük inancının sadece Kürtlere özgü bir inanç olmadığını bilmek için ‘tarihçi-sosyolog’ olmaya da gerek yok.

Doğum yılı, yeri ve vaz verdiği alanlar konusunda birçok tartışma olmakla birlikte kabaca M.Ö. I. binyıl içinde yaşadığı düşünülen Zerdüşt ve birçok topluluğun inandığı ve belki de ‘ilk tek tanrılı din’ olarak ele alınan Zerdüştlüğün zaman içerisinde tüm Yakındoğu’da etkin olacak ‘İbrahimi dinler’i etkilediği düşünülmektedir. Bunun Braudelyen longue durée’sinde (uzun-zaman) nasıl ve ne şekilde olduğunu ise, içinde bulunduğumuz hengameden biraz sıyrılıp ve sizlere de cevap yazmak zorunda kalmazsak bitirmeye çalıştığımız tezlerimizde işlemekteyiz. Zerdüştlük, Sasaniler Dönemine gelindiğinde ise (Dinkard), çıkışındaki ‘devrimci’ niteliği kaybederek bizzat baskı rejiminin rıza üreticisi olarak içinden ‘rahipler sınıfı’nı çıkarmıştır. Zerdüşti rahiplerin güçlenmeleri karşısında şehinşahın durumu kendi lehine dengelemek için büyümelerine imkân verdiği ‘yeni yorumlar’, zamanla statükoyu tehdit eder hale geldikçe Sasani şehinşahlarının din ve devletin birbirini destekleyen iki sütun olarak teorileştiren bu ‘rahipler sınıfı’yla uyumlaştığını görmekteyiz. ‘Büyük komutan’/buzurg farmadhar, bürokrasinin en üst temsili olarak başkatip, yargıçların başı/dabirbid, askeri hiyerarşide ordunun başı eranspahbad gibi hiyerarşik bir yapının egemen olduğu bir zaman-mekânda ‘rahiplerin bir hiyerarşi oluşturması da (mobadanmobad) şaşırtıcı değildi. Bunlar eş anlı yürüyen ve diyalektik olarak birbirlerini güçlendiren süreçlerdi. Bu mevcut sosyo-ekonomik düzene isyan edenlere öncülük edenler ve örgütleyenler de ‘Zerdüşt’ün ilk dönemdeki ‘doğacı-toplumcu’ özelliklerine atıf yaparak ilerleyen ‘rahiplerdi’. (Mazdekler) (22). Rêya Heqîyê önerisini bu bağlamda tekrardan okumanızı öneririz.

Yani, yazar arkadaşlar, Zerdüştlüğü tek bir dönem ve bağlam içinde ele alamayacağınız gibi birinin ona hakaret etmesi de ona özgülenen ilk metinlerdeki (‘Gatha’) yönleri de ortadan kaldırmaz. ‘Hareket tarzı’ olarak kavramsal düzeyde kendi döneminin ihtiyaçları için benzer bir çabayı belki Şeriati’nin ‘Ali Şiası-Safevi Şiası’ (23) ayrımında ya da Dabashi’nin ‘Bir Protesto Dini Olarak Şiizm’inde (24) de görebilirsiniz. Ama bunlara ne gerek var değil mi? Sünnicilik yapıyor deriz olur biter! Gelip dayandığınız nokta gerçekten de bu kadar sığ ve aymazca!

Eğer bu yazdıklarımızı ‘müritleşmiş, monadlaşmış ve eşekleştirilmiş’ zihinlerinize hapsolmadan okuyacak olursanız, ‘bizlerin İslami sivil birliğinin büyük ölçüde parçalandığı ve Şiiliğin de Ortodoksi yorumunu kurmaya başladığı 16. yüzyıldan Hatayi mahlasını kullanan Şah İsmail veya o dönemde yaşamış Pir Sultan Abdal’ı da günümüzdeki ‘muhalif’lik için çağırmak da doğru olmayacaktır” belirlemesine hala anlayamadık diye cevap yazmazsınız diye umuyoruz. Yahut Hz. Osman’ın suikast sonucu öldürülmesinden sonra Hz. Ali’nin peşinden gidenlerin ‘Alinin dini’nden gitmekle itham edilmelerini engelleyemeyip literatürde ‘İslam içi ilk iç savaşı’(‘fitne’) olarak ele alınan ilk kırılmanın yaşanmasının (25) İslam sivil birliği’nin parçalanması olarak okumayla farklı olduğunu göreceksiniz. Ayrıca, 10. yüzyılda Fatımileri de ‘Sünni-Şii’ ayrılığıyla ele almanızın sakıncalarını da.

Bizler, Hodgson’dan hareketle, Moğollar sonrasında mevcut coğrafyada askeri himaye devletlerinin kurulması (barut imparatorlukları) ve merkeziyetçi hamlelerin daha da güçlenmesi ve önceki yüzyıllardan, kendisinin ‘Şii yüzyılı’ dediği, gelen birikimlerin de katkısıyla 16. yüzyılda Şii ortodoksisinin kurumsallaştığını ifade etmiştik. Hodgson’a göre, bu yüzyılda ihtiyaca uygun düşecek görece yoğunlaşmış merkezi iktidar odağı ortaya çıkmıştı (26). Sizlerin ise, bunlar denilmiyormuş gibi bu zaten 10. yüzyılda Fatimilerle başlamıştı demenizi, başka başlıklarda da görüldüğü üzere, artık iyice açığa çıkan ‘akademik etik’inizin bir nişanesi olarak denileni ters yüz etmenizi sıradan buluyoruz!

Alevilik-Reya Heqîyê (Raya Heqîye) Tartışmasına Dair Birkaç Söz

Okuyuculara bu yazarların yaptıkları tahrifatın gerçekten sınırı olmadığı göstermek için, Alevilik-Reya Heqîyê tartışmasına ilişkin ayrıntılı bir yazı kaleme ele alan Munzur Çem’in yazısındaki (27) önemli birkaç noktaya değinmek istiyoruz. Çem’e göre, Beşikçi Kızılbaşlığın Şii İslamla ilgili bir kavram olduğunu söylerken, onun çıkış noktasına ve tarihi kökenine vurgu yapma amacı taşımaktadır. Ayrıca, kırmızı rengin de Mezopotamya'da Rêya Heqîyê inancını yaşayan halklardan alındığını da ifade ederken haklıdır. Yukarıda gösterdiğimiz gibi konuyu başka yere çekme konusunda fazlasıyla mahir olan yazarların tavrı Çem’in de dikkatini çekmiştir. Çem’e göre, Beşikçi’nin yazısına ‘Kızılbaşlığın bugün yaşanan tarzda bir Şii İslam değildir’ şeklinde cevap verilmesi anlaşılmazdır.

Çem, eski İrani dinlerden olan Mitraizm’de kırmızı rengin kutsallığını ayrıntılı olarak ele alarak Kürtler başta olmak üzere farklı toplulukların yüzyıllarca bu inancı sürdürdüklerini ifade eder. Bunun sadece bununla da sınırlı kalmayıp kırmızı rengin, Zerdüştlük inancında da dinsel bir sembol olup, din adamlarının giysileri beyazken başlarında kırmızı renk başlık, bellerinde de kırmızı kemer olduğunu aktarır. Devamla Çem, Mazdekiler ve Hürremiler’in sembol olarak giysi ve bayraklarında kırmızı renk kullandıklarını ve bu nedenle Kürtçe’de ‘kırmızı/kızıl’ anlamındaki ‘sûr/sor’, bayrak anlamındaki ‘al’ ve ‘bizim’ anlamındaki ‘man’ kelimelerinin birleşimi olarak ‘surhalamân’ (‘kızıl bayraklı insanlar’ veya surjâmagân (‘kızıl giysili insanlar’) olarak adlandırıldığını ifade eder. 14. ve 15. yüzyıllara gelindiğinde ise, kızıl başlıklarından dolayı Kızılbaş olarak adlandırıldıklarında, bunun yezdaniliğin taraftarları arasında yeniden ortaya çıktığını belirtir. Buradan hareketle, iki yazarın ‘camegan’ olarak yazdığı sözcüğün doğrusunun ‘camedan’ olduğunu söyleyip camedanın ise bugün halen Barzanilerin giydikleri başlık ya da poşuya verdikleri adla sürdürüldüğü aktarır. Ayrıca, Zerdüşti din adamlarının kırmızı-beyaz olan renklerinin bu başlığa da aynen yansıdığını da ekler. Ama Sayın okuyucu bunlara ne gerek var değil mi? ‘Beşikçi’ye kalsa Tanrı da Kürt’tür’ gibi bir söz kullanırız olur biter!

Devam edecek olursak, yukarıda bahsedilen iki harekette (Mazdeki ve Hürremi) en temelde Zagros dağları ve çevresinde konumlanmış ve asıl destekçilerini burada yaşayanlardan almıştır. Fakat bu iki yazar için Kuhrt’un Mittaniler ve Medler için Zagroslardan Akdenize uzanan bir hat çizmesi de; Güney Mezopotamya’da ‘Subartu’nun kuzeydekiler anlamında kullanılması (28) ve bugün bu ‘soyisim’li Güney Kürdistan’da yaşayan büyük bir aşiretin olması da önemli değildir ve sadece Kürt milliyetçilerin uydurmasıyla etiketlendirmek için yeni bir örnektir. Çünkü ‘aman Ali Rıza bey ağzımızın tadı kaçmasın’la süslenen evimizde yaşıyoruz bir güzel. Ne âlâ!

Yakın dönemden kısa bir örnek vererek devam etmek isteriz: Dört sene önce dil eğitimi için İran’da bulunurken Kermanşah’taki Enel Hak dergahına da gitmiştik. Tahran’dan Hamedan-Kermanşah hattına geçtiğinizde Zagroslar bütün yüceliğiyle bizi sarıp sarmalıyordu. Kermanşah’ı özellikle de dergahı ziyaret etmek için seçmiştik. Kısa bir merhabalaşmadan sonra dergahın ileri gelenlerinden birinin birçok dili bildiğini görüp sohbete koyulmuştuk. Bizlere Kürt siyasetini de çok yakından takip edeceğini belli edecek kadar ‘Amed nasıl, biz Kürtler ne zaman bir olacağız?’ vb. sorular soran bu kişi, kendilerinin Şengal’deki Kürtlerle doğrudan bağ(lantı)lı olduklarını ifade ettikten sonra bugün bir cenazelerinin olduğunu söylemişti. Cenazede et yemeğinin dağıtılmakta ve orada bulunanlardan bunu yememizi rica etmekteydi. Çünkü ‘et’ ölen kişinin canının bu şekilde size katılması anlamına geliyordu. (‘canına değsin’ bunun bir formu olabilir) Ardından bir ölüm merasiminin ayrıntılarını bizlere anlattı ve cem ayininin dahil bu inancın tam anlamıyla sürdürülmesi için Kürtçe bilmenin zorunlu olduğunu ifade etmişti. Bunun nedeni olarak ise, metinlerin ve cemin ifasının Kürtçe olmasını gösteriyordu. Aramızda akademisyen ve Çorum Alevilerinden olan arkadaşa kendi şehirlerindeki cem ayinine ilişkin sorular sorup bilgi aldıktan sonra neredeyse inancın yarısından fazlasının kaybolduğunu veya değiştirildiğini belirtmişti. Ve arkadaşı kendi dergahlarında bu inancı her boyutuyla yaşayıp çalışması için davet etmişlerdi. Ardından kendisine bir soru yöneltmişti: Neden sence bıyıklarımız dudaklarımızı kapatacak kadar uzun? Cevabı özetle, bunun ağızdan çıkacak kötü sözler için bir mühür ve bir söz söylemeden önce düşünmek gerektiği şeklindeydi. İran Kermanşah eyaletinde ve özellikle de Kermanşah ilinde kişisel husumet başta olmak üzere çoğu sorunun çözümü için halen ‘adalet sağlayacak yer’ olarak görülen bu dergah için bu kişisel anıyı aktarmamızın nedeni, bugün başka yerlerde farklı isimlerle sürdürülen bu inancın içerisinde birçok ulustan insan yer almasıyla birlikte Kürtler vurgusunu yapanlar için, bu iki yazarın ayaklarını bastıkları zeminin bugün için sağlam olsa bile yarın için o kadar da sağlam olmayacağını göstermektir.

Yukarıda da ifade edildiği gibi ‘müritleşmiş’ kişilikler için sizin neyi ne için söylediğiniz önemli değil. Tek dertleri, kendilerine yöneltilen eleştirileri kendi küçük dünyaları için düşmanlaştırarak bu inancı kendine yol edinenleri de, kendine kalkan etmektir. Yazılarında başlarını kuma gömerken geriye kalan manzaradır ikinci yazıyı komedi yapan.

Rêya Heqîyê konusunda ve Aleviliğin Sünnileştirilmesi çabaları konusunda kendisi de Kürt-Alevi olan Çem’in yazısında oldukça ayrıntılı bir tartışma yürütüldüğü için okuyucuların yazıyı okumalarını öneririz. Yazısından birkaç noktaya daha değinerek bu bahsi kapatmak ve belki de yazarların konumunu gösterecek son bir açıklamayla yazımızı sonlandırmak isteriz. Çem, yazarların Seyit Rıza’yı ele alış biçiminden Kırmanc kelimesini açıklarken Batı, Orta ve Doğu Dersim ayrımını yapmadıkları için salt Alevilikle açıklanmalarına kadar birçok hata yaptıklarını belirtir. Böylesine bir bilgisizliğin skandal olduğunu ve yazarların ya Dersim'den habersiz ya da söylediklerinin ne anlama geldiğini bilmediklerini ekliyor.

İki yazarın İsmail Beşikçi’ye karşı yazdıkları yazıdaki ‘Rêya Heqîyê’ açıklamalarının bile yanlış olduğunu ifade ediyor:

“Kürtçenin Kurmancca lehçesinde "Rêya Heqîyê", Kırmancca (Zazaca) lehçesinde ise "Raya Heqîye" olarak yer alan terim, yazarların belirttiği gibi "Tanrı Yolu" değil, "Gerçeğin Yolu" anlamına gelir. "Tanrı Yolu"nun karşılığı Kurmanccada "Rêya Heqê (Heq)" Kirmanccada ise "Raya Heqî" terimleridir. 40-50 öncesine kadar halk arasında ilk sıradaki terimlerin kullanılması esas iken son dönemde ikinci sıradakiler (Raya Heqî/Rêya/Heqê ) öne geçmiş bulunuyor. Makale yazarları bu noktaya değinirken şöyle de bir soru soruyorlar: "Tarihsel bir kökenden ziyade günümüzde üretilen bu ifadeyi hangi done ile tarihe içkin kılıyorsunuz?" Oysa bu kavramlar, yazarların ileri sürdükleri gibi günümüzün bir türetmesi değiller. Bunlar Alevi kitlenin kendi inancı için yerine göre hem isim hem de sıfat olarak kullandıkları terimlerdir. Hem de dini ritüellerde, sohbet toplantılarında, cemaatlerde oldukça sık vurgulanan kavramlardır. Alevilikle ilgili bu kadar iddialı olan makale yazarları bundan haberdar değillerse bunun suçu başkalarının değil kendilerine aittir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu terimler Aleviler arasında dün vardı, bugün de varlar. "Alevilik" teriminin sonradan, devletin asimilasyon politikasına bağlı olarak Alevi kitle tarafından kullanıldığını kabul ediyorsak, "Rêya Heqiyê" ya da "Raya Heqiyê" terimlerinin ondan daha eski olduğunu da kabullenmemiz gerekir. Öyle ya, asimilasyon yoluyla gelen "Alevi" teriminden önce bu insanların kendi inançlarına verdikleri bu ad yok muydu? Kuşkusuz vardı ve en güçlü ihtimal de bu ad günümüzde "Alevilik"le birlikte hala yaşamakta olan "Rêya Heqîyê" ya da "Raya Heqîye"den başkası değildi ... …"Reya Heqîyê", "Raya Heqîye", Alevilik ya da başka terimlerle bu inancı adlandırmak bir tercih meselesidir. Kimi Kızılbaşlık der, kimi Alevilik, kimi Rêya Heqîyê… Sonuçta ortaya çıkış şekli, ömrü ve öteki kimi nedenlerden dolayı aralarında farklar olsa da, bütün bunlar sözünü ettiğimiz inanca verilen isimlerdir, kullanılmamaları için haklı her hangi bir neden yok”.

Çem, bu ve benzeri birçok eleştirisini ‘kermê dare dare ra yeno’ (ağacı kemiren kurt ağacın kendisinden gelir) başlığını da somutlaştıracak bir yorumla pekiştirir:

“Çakmak ve Gürtaş, bahsi geçen mektup ya da makalelerinde, ısrarlı bir şekilde her hangi bir ayırıma gitmeksizin Türk ve Kürt milliyetçiliğine atıfta bulunuyor, bunların Aleviliği milliyetçi duygularla politik hedeflerine alet ettiklerini, bu yüzden onunla ilgili gerçekleri çarptıklarını hatta onu yok etmek istediklerini vurguluyorlar. Bu anlayışla yapılan eleştirilerde bahsi geçen Türk milliyetçilerinin Aleviliği nasıl yozlaştırmaya çalıştıkları, onunla ilgili gerçekleri nasıl çarpıttıkları ve onu nasıl asimile ettikleri bellidir. Ama onların "suç ortağı Kürt milliyetçileri" bu işi nasıl yapıyorlar, belli değil. Yazarlar bu konuda somut bir şey söylemiyorlar. Kuşkusuz, Çakmak ile Gürtaş, her kes gibi Alevi-Kürt ilişkisinde, doğru bulmadıkları noktaları eleştirme hakkına sahipler. Ama eleştiri adına, "Kürt Milliyetçisi" dedikleri Kürt yurtseverlerini, onların dostu fedakar aydınları ile dostlarını ırkçı, asimilasyoncu Türk milliyetçileri ile aynı kefeye koymak, eleştiri sınırlarını aşar. Bu belirlemenin temelinde aşırıya varan Kürt alerjisinin yattığı aşikardır. Yoksa insan bu ölçüde gerçeklerin dışına düşmez, katil ile kurbanı aynı kefeye koymaz. Bu tutum, aynı zamanda utangaç bir şekilde de olsa katilden yana tavır alma anlamına gelir”.

Çem’in bu uyarılarının kabul görmesi mümkün değil. Çünkü bu iki yazar için Çem, Sünnicilik yapamayacağına göre geriye tek bir şey kalır ‘kataloglarında’/’zindanlarında’: Kürt milliyetçiliği. Aslında yazarlar bu tavırlarıyla her şeyden önce bu yolu hak edinenlere karşı bir karartmaya ortak olmaktadır. Çünkü söylemleri bu inanca karşı kimlerin düşmanca bir yaklaşım içinde olduğu gerçeğini örtmektedir. Bizim ilk yazımızın başlığı olan ‘dünya dünya oldukça; kurdun gözü kuzudadır/koyundadır’a karşı bu iki yazarın önerdiği şey, tam bir trajedi ve komedi örneği: ‘Koyun kurt ile gezerdi, fikir başka başka olmasa! O küçük dünyanızdan çıkıp biraz farklı disiplinler ne diyor diye biraz baksaydınız bu cümleyi en azından bu bağlamda neden kurmamanız gerektiğini anlardınız. Bugün siyasal antropoloji literatürü bu konuda fazlasıyla mesai harcamış ve harcamaktadır.

Sayın yazarlar, sizler farklı adlar altına alınıp incelense de sınıflı toplumun (‘devletli toplum’) olduğu bir dünyada yaşıyorsunuz. Burada hiyerarşi, sömürü, oldukça yoğunlaş(tırıl)mış iktidar aygıtı, toplumsallığın olmadığı kadar parçalanması var. Ezilene geçmişte bunun olduğu zamanlar olduğu bir dünya varmış gibi refere edecek şekilde [S]öz ile çağrıda bulunmak sizleri bizzat [E]zenin bir parçası haline getirir. Kurdun koyun ile gezmesi için gereken şey, ‘sözün başka başka olmaması’ ise, bu kelimenin tam anlamıyla idealizmdir. Bugün ‘başka bir dünya mümkün’ çağrılarının birleştiği nokta, kurdun koyun ile gezmesi değil ‘kurdu ortaya çıkaran düzenin ve tabi kurdun ortadan kaldırılmasıdır’. Son söz olarak, koyuna kurtla birlikte söz başka başka olmasaydı gezeceğini söylemek ise, traji-komik olduğu kadar ‘eşekleştirilmiş, monadlaştırılmış ve müritleştirilmiş’ zihniyetin ve kişiliklerin ‘Hüseyni’ çağrıyı dahi içselleştiremediklerini gösterir.


* İhraç Akademisyenler

1) https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/02/14/ismail-besikciye-cevabimizdir/

2) (Der.) Çakmak, Yalçın & Gürtaş, İmran. Kızılbaşlık, Alevilik, Bektaşilik, Tarih, Kimlik, İnanç, Ritüel. İletişim Yayınları: İstanbul: 2016.

3) https://www.nerinaazad.org/tr/columnists/ismail-besikci/reya-heqiye-alevilik

4) Yıldırım, Rıza. Geleneksel Alevilik, İnanç, İbadet, Kurumlar, Toplumsal Yapı, Kolektif Bellek. İstanbul: İletişim Yayınları: 2018.

5) https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/02/22/dinya-li-dinye-cave-gur-li-mihe/

6) https://www.nerinaazad.org/tr/columnists/ismail-besikci/elestirilerin-izinde

7)https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/03/12/ismail-besikciye-cevap-2-elestirinin-elestirisinin-elestirisi/

8) Leibniz, Gottfried. Monadoloji. İstanbul: Bilge Kültür Sanat Yayınları, 2011. Leibniz’in dışsal bir nedenin monadı içinden etkilemeyeceğini ve sonuçta da, Monadların doğal değişimlerinin içsel bir ilkeden ileri geldiği açıklamasına dayanarak kullandığımız ‘monadlaşmak’ kavramını, penceresiz olması nedeniyle dış etkilere kapalı ve sadece kendi içsel niteliklerine göre hareket eden şey olarak tanımlamaktayız (Leibniz: Monadoloji: 41). Bu nedenle yazıda ‘monadlaşmak’ı diğer anlamları da kapsayacak şekilde ‘sadece kendi dünyasıyla sınırlı’ bir kişiliğe atıfla kullandık.

9)Fanon, Frantz. Yeryüzünün Lanetlileri. İstanbul: Versus Kitap: 2017; Siyah Deri Beyaz Maske. İstanbul: Versus: 2015.

10) Shayegan, Daryush. Yaralı Bilinç: Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni. İstanbul: Metis Yayınları: 2014.

11) https://www.evrensel.net/yazi/83520/multi-versus

12) Braduel, Fernand. Kapitalizmin Kısa Tarihi. İstanbul: Say Yayınları. 2013; Schmitt, Carl. Nomos of the Earth: in the International Law of the Jus Publicum Europaeum. Telos Press. 2003; Wallerstein, Immanuel. Dünya-Sistemleri Analizi: Bir Giriş. İstanbul: bgst Yayınları. 2011.

13) Wallerstein, Immanuel. Bilginin Belirsizlikleri, İstanbul: Sümer Yayınları. 2013. 44.

14) Said, Edward. Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. 2015. 15.

15) Sartre, J.P. Aydınlar Üzerine. İstanbul: Can Sanat Yayınları: 2016.

16) Shayegan, age: 174 .

17) Yalçınkaya, Ayhan.

___Gözleri Faltaşı Gibi Kapalı: Lades. 2016. (https://derdimartardaima.blogspot.com/2016/11/ );

___Hafıza Savaşlarından Sahiplenilmiş Şehitliğe: Madımak Katliamı Örnek Olayı. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, C. 66, No. 3. 2011. s. 333-394.

___Pas: Foucault’dan Agamben’e Sıvılaşmış İktidar ve Gelenek. Ankara: Phoenix Yayınları. 2015. Yalçınkaya’nın iktidarın değil belleğin unut(tur)ma gibi bir sorunu olduğu belirtmesi ve kayıt tutmanın onun özgül yanını ortaya koyduğu çalışmalarında işaret ettiği siyasal irade (ve onunla bütünleşik çevreler), Ecevitoğlu’nun Aleviliğin devlet eliyle inşa etme girişimleri olarak ele alınır (Ecevitoğlu, Pınar. Aleviliği Tanımlamanın Dayanılmaz Siyasal Cazibesi. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, C. 66, No. 3. 2011. s. 137-156). Yoksa sizler gibi bu konuda tartışma yürütenlerle siyasal iradeyi aynı kefeye koymanın ötesinde yer yer onunla özdeşleşecek konuma düşmeleri mi gerekirdi.

18)Sizlere kolaylık olsun Bianet sitesini buraya koyuyoruz: https://bianet.org/konu/akademisyen-yargilamalari

19) Bloch, March . Tarihin Savunusu Ya Da Tarihçilik Mesleği. Ankara: 1985.

20) Guha, Ranajit. Dünya-Tarihinin Sınırında Tarih. İstanbul: Metis Yayınları, 2006.

21) Şeriati, Ali. Kendisi Olmayan İnsan: İnsanın Dört Zindanı. Ankara: Fecr Yayınları. 2015. s. 21, 188-190, 155-216.

22) Zerdüştlüğün muhtemel doğum yerleri, vaaz ettiği yerler ve metinler üzerinden yaşanan dönüşüm ilişkin tartışmalar için Boyce’un, Crone’un, Corbin’in, Zaehner’in, Gnoli’nin Dhalla’nın, Mehr’in ve Şeriati’nin çalışmalarına bakılabilir.

23) Şeriati, Ali. Ali Şiası Safevi Şiası. Ankara: Fecr Yayınları. 2009.

24) Dabashi, Hamid. Şiizm: Bir Protesto Dini. İstanbul: Yarın Yayıncılık. 2016.

25) Black, Antony. History of Islamic Political Thought: From the Prophet to the Present: From the Prophet to the Present. Edinburgh: Edinburgh University Press. 2011. pp. 15, 40-49).

26) Hodgson, M.G.S., İslam’ın Serüveni: Orta Dönemlerde İslamın Yayılışı. İstanbul: İz Yayıncılık: C.II: 1995: 5-11, 38-45, 2-360, 407-478 vd.

___İslam’ın Serüveni: Barut İmparatorlukları ve Modern Zamanlar(3). Ankara: Phoenix Yayınevi. 2017. İlk yazıda da ifade ettik. Fakat belli ki okumaktan çok ‘koridarlarda öğrencileri eylemişsiniz. Tekrardan fayda var: Tüm eksikliklerine rağmen özellikle de ‘Safevi İmparatorluğu: Şia’nın Zaferi’ (1503-1722) başlığı önemli.

27) Çem, Munzur. Kermê dare dare ra yeno (Ağacı kemiren kurt ağacın kendisinden gelir). Diyarbakır: Deng Siyasal Kültürel Dergi. Sayı.113. 2019: s. 64-78. Bu yazıda konu edinen tartışmaların daha ayrıntılı bir dökümü için bkz. Bayrak, Mehmet. Alevilik ve Kürtler (İnceleme-Araştırma-Belgeler). Ankara: Öz-Ge Yayınları. 1997.

28) (Kuhrt: 2017: C.I: 73-84, 364-365, 370 vd.) Kuhrt, Amelie. Eski Yakındoğu’da Yakın Doğu. I. ve II. Cilt. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 2017. Özellikle Mittaniler ve Medler pasajlarına bakılabilir.

Rojava'da seferberlik ilan edildi Rojava'da seferberlik ilan edildi
Nerina Azad
Bu haber toplam: 5035 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:13:09:10
Bu gönderiye hiç yorum yapılmamış! İlk yorum yapan kişi olmak ister misin?
Nerina Azad
x