İsrail’in Filistin halkına yönelik son saldırısı ve imha operasyonlarına karşı çıkan batılı ülkelerin çeşitli üniversitelerinde eğitim gören gençlerin eylemleri, “Öğrenci Devrimi” diye nitelendirildiğini dile getiren deneyimli yazar Faik Bulut İndependent Türkçe'de, konunun uzmanlarının olaylara daha geniş bir açıdan yaklaştığını belirten bir analiz yazdı.
Deneyimli yazar ve araştırmacı Faik Bulut'un İndependent Türkçe için yazdığı yazı:
İsrail’in Filistin halkına yönelik son saldırısı ve imha operasyonlarına karşı çıkan batılı ülkelerin çeşitli üniversitelerinde eğitim gören gençlerin eylemleri, “Öğrenci Devrimi” diye nitelendiriliyor. Konunun uzmanları ise olaylara daha geniş bir açıdan yaklaşıyor.
Onlara göre 1980’lerin sonunda Doğu Avrupa’daki otoriter rejimlerin ardı sıra düşmesinden sonra yeni bir ivme kazanan küresel liberalizm, giderek çözülme sürecine girmiştir.
Protestocu öğrencilerin bilhassa Fransız toplumcu/toplumsal eleştiri geleneğine eğilim gösterdiklerine dair gözlemler mevcut. Öğrenci gençliğin, bilhassa iki Fransız düşünürü Pierre-Felix Bourdieu (1 Ağustos 1930-23 Ocak 2002) ile Luc Boltanski’nin değerlendirmelerine itibar ettikleri söyleniyor.
Sosyolog, antropolog ve felsefeci Bourdieu, 1959 ve 1962 yıllarında Sorbonne’da felsefe dersleri verdikten sonra, École des Hautes Études en Sciences Sociales’in müdürlüğüne getirilmiş; ayrıca Avrupa Sosyolojisi’nin de yöneticiliğini yapan yetkin bir bilim adamı.
1980’lerde Actes de la Recherche en Sciences Sociales dergisinin yayın yönetmenliğini üstlenen Bourdieu’nun, eğitimden başlayarak çeşitli kültürel alanlardaki üretim, yeniden üretim, ayrışım mekanizmalarını inceleyen pek çok çalışması bulunuyor.
Kendisi Avrupa Sosyoloji Merkezi’nin kurucusudur ve kültürel yeniden üretim adlı yeni terimi literatüre kazandıran kişidir. Ayrıca 21. yüzyıl sosyolojisine miras kalacak en sistematik ve kapsamlı epistemolojik girişimin de sahibidir.
Epistemolojik konumu doğurgan yapısalcılık olan Bourdieu’nun bu yaklaşımının Anglo-Sakson dünyasındaki bir benzeri ise eleştirel realizmdir.
1940 doğumlu bir Fransız sosyolog Luc Boltanski’ye gelince… Kendisi Paris Sosyal Bilimler İleri Araştırmalar Okulu’nda profesördür. Fransız sosyolojisinin yeni “pragmatik” okulunun önde gelen şahsiyeti olarak bilinen Groupe de Sociologie Politique et Morale’nin de kurucusudur..
Güney Afrika kökenli Marksist kuramcı ve düşünür Alex Callinicos, Kuzey-Güney Amerika’da ve farklı ülkelerde yaşayan meslektaşlarıyla birlikte, ezilip imha edilmekte olan Filistin halkı için ayağa kalkan öğrencilerin günün birinde “toplumsal eşitlik” ve buna uyan ahlaki kriterlerin farkına vararak, geleceğin toplumunu kurmaya katkıda bulanacaklarını düşünüyor.
Bilhassa toplumsal eşitlik felsefesine ağırlık veren akademisyen Alex Callinicos ile arkadaşları, diğer meslektaşlarını da dünyadaki gelişmelere duyarsız kalmayıp ayağa kalkmaya çağırıyorlar.
Meselenin bir yanı budur, diğer yanına bakmak içinse şu iki sorunun yanıtını araştırmak gerekiyor:
İnsanlar, neden sokaklara çıkıp gösteri, yürüyüş, protesto, çatışma gibi eylemleri gerçekleştiriyorlar? Ve niçin, bu uğurda tutuklanmayı, yaralanmayı ve ölmeyi göze alabiliyorlar?
Bunlar yerinde sorular, çünkü son 10-15 yıllık süreçte benzeri pek çok olay yaşandı ve yaşanmaya da devam ediyor.
İki ayda bir yayınlanan ve genellikle kitap eleştirileri olarak yapılandırılmış, kurgu ve kurgu dışı konularda makalelerle denemeler içeren bir İngiliz edebiyat dergisidir London Review of Books.
Derginin son sayılarından birinde, ABD Princeton Üniversitesi’nde çalışan Alman siyaset filozofu ve siyasi fikirler tarihçisi Jan-Werner Müller’in konuyla ilgili makalesi yayımlandı.
Müller’e göre; protesto ve kalkışma hareketlerinin ortaya çıkmasının nedenleri arasında özellikle ABD’de Afrika kökenli vatandaşlara yönelik ayrımcılığın yol açtığı “Black lives matter” (Siyahilerin hayatı önemlidir) odaklı kitlesel tepkilerle COVID 19 salgını sürecinde yaşanan farklı baskıları ve İsrail’in Gazze’deki askeri operasyonlarını saymak gerekir.
Çünkü diktatörler ve baskıcı rejimler herhangi bir muhalif grubun bir araya gelip demokratik hakları için mücadele etmelerine karşıdır. Görünüşte bile olsa bu rejimler, hoşgörülü olmayı istemezler. Yurttaşlarına karşı devleti savunma derdindedirler ve dolayısıyla insanların canları ve malları için her zaman tehlikelidirler.
Misal, Almanya, bu aralar Filistin veya İsrail ile ilgili yazılı pankart, afiş ve bayrak benzeri işaretlerin gösterilmesini yasaklayan kanunlar çıkarmıştır. İlaveten Münih’teki bir otomobil fuarında iklim değişikliği aktivistlerinin seslerini duyurmalarına da müsaade etmemiştir.
Birleşik Krallık’ta (İngiltere) ise yeni uyarı ve yasaklar uygulamaya sokulmuştur. Protesto kabilinden kendilerini (ağaca, direğe, heykele vs) bağlamak için gerekli malzemeleri (ip, zincir, kelepçe vs) taşıyanlar anında tutuklanabilmektedir.
Siyasi önem taşıyan mevkilere yakın yerlerde gösteri yapılması yasaktır. Bu tür protestolar kalabalıkların olmadığı veya seyrek bulunduğu, gözden ırak meydanlara taşınmaktadır ki, göstericiler halktan tecrit edilmiş olsun.
Önümüzdeki 10 yılda, geçmiştekine benzer bir hadiseler yaşanabilir. Hal böyleyken yakın geçmişten ders çıkarıp tedbir alanlar yine de yeni baskıcı kesimlerdir. Kim bilir, belki bizim gibiler de geçmiş on yıldan dersler alabiliriz.”
“Niçin itiraz, protesto ve isyan” sorusunun yanıtı, Amerikalı gazeteci-yazar Vincent Bevins’e göre şudur: “Protesto, itiraz veya eylem için sokağa çıktığımız andan itibaren hayatımız da değişir. Bizler, artık gösteri veya yürüyüş öncesindeki gibi hareketsiz ve suskun insan değiliz!”
Alan çalışmaları yapan Vincent Bevins, 1984 doğumludur. 2011’den 2016’ya kadar Londra’da Financial Times için çalıştıktan sonra Los Angeles Times adına Brezilya’ya gitti. 2017’de Jakarta’ya yönelerek inceleme yaptı.
Bir yıl sonra mesleki tecrübesine dayanarak Soğuk Savaş döneminde Endonezya ile Güney Amerika ülkelerinde muhaliflere yönelik kitlesel şiddet ve kıyımları inceledi ve bu konuda kitaplar yazdı.
İkisini zikredelim: “Jakarta Yöntemi: Dünyamızı Şekillendiren Washington’un Antikomünist Haçlı Seferi ve Kitlesel Kıyım Programı (2020)” ile “Yakarsak: Protestoyla Geçen On Yıl ve Kaybolan Devrim” (If We Burn: The Mass Protest Decade and The Missing Revolution-2013).
Bu ikincisinde, 2010 ile 2020 yılları arasında dünyanın farklı bölgelerinde meydana gelen olayları ele alan gazeteci-yazar Vincent Bevins, kitlesel başkaldırıların yaşandığı dönem hakkında “önemli on yıl olarak uygarlık tarihindeki yerini aldı” tespitini yaptıktan sonra kitabındaki (If We Burn) ibaresinin aynı zamanda “Yanarsak” anlamına da gelebileceğini belirtiyor. (1)
Ekim 2023’te basılan Bevins’in kitabında kaybolan veya yitip giden devrimler kapsamında şu hadiseler anılıyor: Güney Kore’deki mum ışıklarıyla yapılan yürüyüşler, Arap Baharı başkaldırıları, İstanbul Gezi Parkı protestoları, Ukrayna’da Avrupa Meydanı’nda gerçekleşen gösteriler, Wall Street’i İşgal Hareketi (Wall Street Occupy), Şili ve Hong Kong’taki öğrenci hareketleri vs.
Yazara göre:
“Bu kitlesel kalkışma ve gösterilerin pek azı hedefine ulaşabildi, çoğu ise beklentilerin tersine sonuçlarla karşılaştı. Göstericiler, talep edilenin zıddıyla yüz yüze geldiler.
Örneğin sadece bir kitlesel devrim amacına ulaşırken, yedisi başarısız oldu. Neticede protesto edilen siyasi-toplumsal ortam eskisinden çok daha kötü duruma kadar geriledi. Büyük devrimsel süreçlerin zıddına dönüşmeleri pek şaşırtıcı oldu.
Bunların nedenleri vardı: Söz gelimi sosyal medya araçlarının aniden yükselişe geçerek kamuoyunda etkili birer algı aygıtı haline gelmeleri neticesinde demokratik ülkelerdeki siyasi partiler aşağılanmaya başlandı. Bu da bahsi geçen yerlerdeki kitle gösterileri ve protestolarının küçümsenip alay edilmesine sebep oldu.
Keza İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden çıkması sürecinin (Brexit) zemini hazırlandı. Brezilya’da büyük kaos çıktı. Çünkü gösteri ve protestolar kendiliğinden (spontane) gelişmişti; çoğu zaman da önderlikten yoksundu. Dolayısıyla iktidar boşluğu, devlet tarafından dolduruldu. Protestocular ya birer birer döküldüler yahut da birbirleriyle rekabet sonucu sokaktan silindiler.
Sokağın umduğunu bulamayıp düşmesi bir ülkeden diğerine değişiklik göstermektedir. Bütün eksikliklerine rağmen Güney Kore ve Brezilya’da belli bir demokratik sistem var. Bu nedenle oradaki hükümetler, kendilerini halka karşı sorumlu hissedebiliyorlar ve baskı aygıtları daha sınırlıdır.
Hong Kong’da hükümetin önerdiği suçluların Çin anakarasına iade edilmesini kolaylaştıran yasa tasarısına karşı gerçekleşen bir dizi protesto hareketi (2019-2010) bir yıllık süre içinde yaklaşık 2 milyon insanı sokağa çekti. Ancak Çin ve Hong Kong yönetimi, sabretmek ve zamana yaymak suretiyle bu eylemleri sona erdirdi.
Gelgelelim Mısır, Yemen ve Suriye gibi despot yönetimlerin olduğu ülkelerde kalkışmaya yeltenenleri bastırıp ezmek için elde bolca silah ve imkân bulunuyor.
Geçmiş on yılda on milyonlarca insan değişim için sokağa çıktı ancak beklenen olmadı. Çünkü Brezilya’daki büyük karmaşada ayağa kalkanların umduğunun tersine değişim ters yönde gerçekleşti.
İşçi Partili Dilma Roussef (1 Ocak 2011-31 Ağustos 2016) gibi soldan gelen bir kadının makamına Brezilya Demokratik Hareket Partisi’nden Michel Temer (31 Ağustos 2016-31 Aralık 2018) oturdu.
Onu ise açıkça Nazi zihniyetine sahip Jair Bolsonaro (1 Ocak 2016-1 Ocak 2023) izledi. Bolsonaro ülkeyi berbat ettikten sonra koltuğundan ayrıldı.
Kahire’deki Tahrir Meydanı gösterileri diktatör Hüsnü Mubarek’i tahtından tacından etti ama yerine İhvancı İslamcılarla onları deviren General Abdulfettah Sisi geldi.
Hayal kırıklığına rağmen insanların öfke ve hınçları bilenerek büyümektedir.” (2)
Yıllar boyu dünyanın farklı bölgelerinden yüzlerce göstericiyle buluşup konuşan, bahsedilen kitlesel olayları katılmış, tanık olmuş veya izlemiş onlarca uzmanın görüşünü alan Vincent Bevins, kitabının “hızlı ritimli ve dikkate değer bir önemi olduğu” kanaatini taşıyor.
Kitabının sonlarında Bevins’in yazdıkları daha da ilginçtir:
“Zamanlar arasına birbirinden kopuk onlu dilimli dönemler koymak yanlıştır. Zaman birbiriyle bağlantılı halkalardan oluşur. Süreç içinde yaşanan toplumsal ve siyasal tecrübeler de öyledir.
Söz gelimi önümüzdeki 20 yıl içinde popülist ve popüler diktatörlüğün dünyanın birçok yerinde yaşanacağı varsayılabilir. Bağlantılı olarak baskı ve bağnazlık da yükselişe geçecektir.
Bundan böyle evrensel demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri savunmakla övünen yönetimler yerine, bunun tersi icraatlarıyla gururlanacak olan devlet yöneticilerinin sayısında artış olacaktır.” (3)
Amerikalı yazarın tespit ve öngörülerinin genel çerçevesini çizdikten sonra, yaşadığımız, yaşayabileceğimiz ve gelecekte karşılaşmamız muhtemel hiç de iç açıcı olmayan olayları daha iyi anlayabilmek için birkaç yazardan kimi alıntılara ihtiyaç da var.
Üç tespit, bir çıkış yolu ya da sistemden köklü kopuş
İlki, geçmişte sol fikirleri benimseyen ancak demokrasi-özgürlükler hususuna ağırlık verip diktatör rejimlere karşı bayrak açan deneyimli Lübnanlı bir gazetecinin teorik/felsefi tezine aittir.
“…Bir de kendi saf nefislerini Allah’a, muhaliflerini de lanetli Şeytan’a izafe eden egemenler vardır…
Kendimizi bu üstten bakan ‘mesajlarla’ kuşatmanın işlevi, ölümümüzü katlanılabilir kılma ve tarihin ya da Tanrı’nın bize vereceği bir ödülü elde etmemizin sebebi olması karşılığında, düşmanlarımızı öldürmeyi, daha fazlasını öldürmeyi bizim için kolaylaştırmaktır.
Ancak tamamlayıcı ideolojisi bu türden bir fikir olan haklı davada bile zafer yoktur, bağımsız bir despotluk ya da hapishaneleri ve zindanları genelleştiren zorbalarla dolmuştur ortalık…
Popülizmin yükselişiyle birlikte bu olguyu artık demokratik toplumlardaki politikacılarda da görmeye başladık. Bu, diğer pek çok şeyin yanı sıra, karalama dilinin ve kişisel kopukluğun gösterdiği bir husustur.
Şu anda sahneyi işgal eden diğer tipteki politikacılar karşısında saygın tipte politikacıların temsil ağırlıkları ve sayıları geriliyor. Mutlak savaşlardan kurtulmak ise büyük ölçüde popülizmlerin ve ister milliyetçi ister dini, ister sağ ister sol olsun mutlak ideolojik hareketlerin gerilemesine bağlı hale geliyor.” (4)
İkinci alıntımız, Bekir Ağırdır’dan... Ağırdır, 2005 yılında göreve başladığı KONDA Araştırma ve Danışmanlık isimli kuruluşun genel müdürüdür. CHP Eski Genel Sekreteri Tarhan Erdem ile birlikte Demokratik Cumhuriyet Programı’nın kurucu üyelerindendi.
Ağırdır, TESEV başkan yardımcılığı ile TESEV ve TÜSES vakıflarının yönetim kurullarında görev yapmaktadır. Oksijen ve T24 internet gazetelerinde yazmakta, Türkiye’deki siyasi iklim ve toplumsal değişimler üzerine gerçekleşen yayınlarda yorumcu olarak yer almaktadır.
“2024 yılı başlarken dünyanın yarısında seçimler yapılacağını ve bu seçimlerin sonuçlarının küresel ara buzul dönemi için tamam mı devam mı sorusunun cevabını vereceğini not etmiştik. Şu ana kadar seçimlerin üçte ikisi gerçekleşti. (Fransa genel seçimleri de yapıldı ve beklendiği gibi aşırı sağcı, daha açık yazalım faşist parti birinci oldu.)
Hemen hemen tüm ülkelerde aşırı sağ veya sağ partilerin hâkimiyeti sürüyor. Hiçbir ülkenin seçimlerinde küresel krizler yumağının çözümüne dair bir vizyon duymadığımız gibi popülist, otoriter eğilimlerin yükselmeye devam ettiğini görüyoruz.
Başkaca birçok analiz, gözlem, kavramsallaştırma mümkün. Fakat şu sorunun cevabı önemli: Günümüzdeki otokratlar Mısır’daki Sisi gibi birkaçı hariç toplumsal rıza ile iktidara geliyorlar. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde bir süre yaygın olan askeri darbecilik ise eskisi kadar yaygın değil.
Şimdi popülist karakterler sayesinde seçim kazanıyorlar. Putin de Netanyahu da Le Pen ve Meloni de seçim kazanarak iktidara geliyor, seçim kazanarak iktidarlarını sürdürüyorlar…
Günümüzün otokrat iktidarlarının ortak özelliklerinden birisi de toplumsal rızaya dayanmaları. Toplumsal rıza ile seçim kazanarak iktidara geliyorlar, sanayi toplumunun ulus devlet modelinin tüm araçlarını daha da güçlendirerek kullanıyorlar.
Ve giderek de kalıcılaşıyorlar ya da Batı Avrupa ülkelerinde görüldüğü gibi son yüzyılın yaşanmış tüm metanetlerine karşın hâlâ yükseliyorlar.
Sistemin krizi yoksulluğu, adaletsizliği çoğaltıyor, kalıcılaştırıyor, eşitsizlik, yoksulluk popülist söylemi besliyor, popülist söylem toplumsal rıza üretiyor, krizler yumağı popülist iktidarlara otokrasi fırsatı üretiyor gibi bir sarmalın içindeyiz sanki…” (5)
Son alıntımız, Marksist aydın ve fikir insanı akademisyen-yazar Fikret Başkaya’dan. Başkaya yukarıdakilere benzer tespitler yapmakla birlikte Marksist yaklaşımı nedeniyle kapitalist sistemi analiz ederek sebep-sonuç ilişkisini de sunuyor.
“Eğer araç bozuksa tamir edersin, tamir edilebilir değilse de yenilersin, yenisini yaparsın… Fakat, kapitalizm reforme edilebilir, tamir edilebilir, insafa gelebilir bir sistem değil… Esasen hiçbir üretim tarzı reforme edilebilir değildir…
Her üretim tarzı veya uygarlık modeli belirli bir mantığa göre işler ve o mantığın dışına çıkınca da sistem olmaktan çıkar… Kapitalizm bir istisna değil…
Burjuva uygarlığı, insanlığı ve uygarlığı kritik bir kavşağa taşımış bulunuyor… Bir ‘sürdürülemezlik durumu’, veya aynı anlama gelmek üzere bir ‘uygarlık krizi’ ortaya çıkmış bulunuyor…
Eğer bir sosyal sistem ‘verili yasal ve kurumsal çerçeve’ dâhilinde toplum çoğunluğunun temel ihtiyaçlarını (beslenme, barınma-konut, giyim-kuşam, ısınma, sağlık, eğitim, güvenlik, vb.) asgari düzeyde bile karşılayamaz duruma gelmişse orada artık ‘krizden’ değil, ‘çöküşten’ söz etmek gerekecektir…
Kapitalizm her ileri aşamada çözdüğünden daha çok sorun yaratmadan, sosyal kötülükleri (işsizlik, açlık, yoksulluk, etik yozlaşma), ekolojik yıkımı ve iklim krizini azdırmadan yol alamıyor…
Artık geride kalan dönemde hesapta olmayan bir şey var: İklim krizi ve ekolojik yıkım… Sosyal kötülüklerle ekolojik yıkım ve iklim krizi karşılıklı olarak birbirlerini yeniden ve yeniden üretiyor, azdırıyor…
İşte sürdürülemezlik durumu veya aynı anlama gelmek üzere uygarlık krizi bu ikisinin kesişme noktasında tezahür ediyor… Giderek dünya yaşanamaz bir yer haline geliyor… Sosyal kötülükler derinleşiyor, atmosfer ısınıyor, canlı türleri hızlı bir tempoyla yok oluyor… Velhasıl gezegende yaşamın tadı kaçmış durumda…
Kapitalizm tarih sahnesine çıktığı dönemden beri işçi sınıfı kapitalizmi aşma mücadelesi veriyor… İklim krizi ve ekolojik yıkım sorunu daha da büyüttü…
XIX ve XX’inci yüzyılda kapitalizme karşı mücadele bir sosyal adalet, sosyal eşitlik mücadelesiydi. XXI’inci yüzyılda denkleme iklim kriziyle ve ekolojik yıkımla mücadele de eklendi…
Radikal bir entelektüel kopuşa, bir düşünce devrimine ihtiyaç var… Üretim tarzının, tüketim tarzının, yaşam tarzının değiştirilmesi gerekiyor… Başka türlü söylersek, tam bir yıkım ve yok etme aracına dönüşmüş kapitalist mantığın dışına çıkmak gerekiyor. Tabii öncelikle de ekonomik büyüme saplantısından kurtulmak gerekiyor…
Teknoloji harikaları iki yüz yıldır gelişiyor, gelişiyor ve sonuç ortada… Dolayısıyla teknoloji fetişizminden çıkmak gerekiyor… Münhasıran kâr etmenin-sermayeyi büyütmenin hizmetindeki bir teknolojik yenilik hangi sorunu çözebilir?
Bir kere bu aracın bu rotada yol almasının artık mümkün olmadığının, kapitalizm dahilinde asla bir gelecek olmadığının bilincinde olmak gerekiyor…
Bir sonraki günün bir öncekinden daha kötü olduğu ortada… Her şey sarpa sarmış durumda… Bu dünyada insan yaşamı için gerekli olan ne varsa elimizden alındı… Hava zehirli, su kirli, toprak yorgun... Artık yediklerimiz hasta ediyor.
Otların, ağaçların, çiçeklerin kokusunun yerini benzin, mazot kokusu, sessizliğin yerini arabaların gürültüsü aldı. Çocuklar ekmeğin AVM’lerde üretildiğini sanıyor, buğdayı bilmiyor… Devasa kuleler, neon ışıkları göğü, ayı, yıldızları görünmez kılıyor, genç nesiller Çoban Yıldızı’nı bilmiyor…
Beton ve asfalt insanların ayağını toprağa değdirmiyor. Hastane artık hastane olmaktan çıktı bir ticarethaneye, kapitalist işletmeye dönüştü, misyonuna ve varlık nedenine yabancılaştı…
Okullar, kapısında ‘üniversite’ yazılı olan kurumlar da diploma ticareti yapılan tuhaf kapitalist işletmelere dönüştü…
Ortak yaşam alanı diye bir şey kalmadı… Toplum yaşamı için vazgeçilmez olan müşterekler özelleştirildi, kâr aracına dönüştürüldü… Metalaşmayan, parayla alınıp-satılmayan hiçbir şey kalmadı…
Oysa müşterekler insanları ve toplumu bir arada tutan tutkaldır… Aşırı zenginlik artışına aşırı yoksulluk ve doğal çevre tahribatı eşlik ediyor… Her şeyin parayla alınır-satılır hale geldiği, nesneleştiği, şeyleştiği, çürüdüğü, soysuzlaştığı bir toplumsal yaşam sürdürülebilir midir?
Esasen burjuva siyasetinin gündemi ‘toplumların gerçek gündemi’ değil… Siyaset erbabı bu aracın bu rotada yol almaya devam edeceğinden şüphe etmiyor… Yangına körükle gidiyorlar…
‘Mutlu gelecek’ vaadiyle insanları aldatmayı, oyalamayı şimdilik başarıyorlar… Gerçi hep geleceğin güzel-mutlu günlerini vadediyorlar ama o güzel günler bir türlü gelmiyor…
Zihinsel-entelektüel bir kopuş, paradigmayı değiştirmek pekâlâ mümkündür. Zira insan irade sahibi bir varlık… Umutsuz olmak için bir neden yok… Umut daima mümkün olanla muhtemel olan arasında bir yerlerdedir… Hiçbir zaman yok olmaz…” (6)
Kaynakça
1-2-) Wikipedia İngilizce “If We Burn” maddesi.
3-) https://www.independentarabia.com/node/548351/, تمرد بلا تغيير... خلاصة عقد من الاحتجاج العالمي.
4-) https://turkish.aawsat.com/opinion/5036553-netanyahunun-savası, Hazım Sağiye, 3 Temmuz 2024.
5-) https://t24.com.tr/yazarlar/bekir-agirdir/cozumden-cok-itirazi-orgutlemek-otokratlar-secmenin-aklina-nasil-giriyor,45539. 8 Temmuz 2024.
6-) http://ozguruniversite.org/2024/05/19/kritik-kavsaktaki-insanlik-ve-uygarlikfikret-baskayaya-sorular/, 19 Mayıs 2024.