Halepçe’de katledilen kadınlar ile yakın zamanda Şengal’de İşid tarafından kaçırılan Ezidi Kürt kadınları ve bedeni bir hafta sokakta bekleyen Teybet Ana’nın salt ‘kadınlıklarından’ ötürü sömürüldüğünü kim söyleyebilir?
Feminizmin çıkışı 18. Yüzyıla dayanır. Türkiye’de seksenler itibariyle yükselişe geçen feminizm, orta sınıftan beslenmiştir. En az birkaç kuşak okumuş ailelerin ‘aydınlanmacı’ ve genelde sol örgütlere tabi kadınları batılı eserlerin çevirileriyle feminizme öncülük etmişler ve yayılmasını sağlamışlardır. Her ne kadar şimdilerde ‘feminizmin orta sınıftan başlama ‘ sorunu herkes gibi feministler tarafından da çokça tartışılsa da orta sınıfla sınırlı kaldığını günümüzde de söyleyebiliriz. Türk feminizminin öğretici kadrolarında bulunan kadınların Türk entelijansiyasından, çoğunlukla da dernek, parti ve vakıfların yönetici kadrolarından oluştuğu gerçeği bu ‘orta sınıf ‘ tartışmalarından henüz sonuç alınamadığını kanıtlar niteliktedir.
‘Evet, farklı bir gelenekten geliyoruz, ama bizi ortaklaştıran bir deneyim var: kadınlık’ şiarıyla ortak payda arayan feministler geçirdikleri evreler boyunca bu şiara bağlı kalmak amacıyla sınıf ve kimlik farklılıklarını, dolasıyla milliyetçiliği reddettiklerini ileri sürdüler. Doksanlı yıllara yaklaştıkça bu üst kimlik pratik ile teori arasındaki çelişkileri gözler önüne sermiş ve zamanla yine üst kimliğe tabi olan kadınlar tarafından belirli rahatsızlıkların oluşmaya başladığı dile getirilmiştir. Sınıf ve kimlik mücadelesine karşı konumlanmayı amaçlayan feminist hareket, Marksist felsefe ile alışverişini inkar etmemiş, bazı zamanlar gerekli görmüş ancak ortaya kısa bir süre sonra Türk ve İslamî feminizm; daha sonra da Kemalist ve İslamî feminizm gibi kategoriler çıkmış, ikisi de ‘Türk üst kimliği’ üzerinden enjekte edilmeye çalışılmıştır.
Zamanla ‘farklılıklarımıza rağmen biz kadınlar’ diye başlayıp, ‘ bedenimiz sömürülüyor’ diye biten cümlelerin ekol haline geldiği ‘modernleşme’ ve ‘aydınlanma’ çalışmalarında tıkanmalar meydana gelmiştir. Bunlardan biri; kendini ‘müslüman feministler ‘olarak tanımlayan kadınların Kur’an üzerinden feminizme yaklaşımı, ikincisi ise Kürt kadınlarına olan tavırdır. (Birincisini ayrı bir yazıyla detaylandırmak üzere geçmek istiyorum.)
Türkiye feminizminin Kürt kadınlarının kendisine eklemlenme arzusunun nedenlerini burada öncül kabul edeceğim.
Modern vatandaşlığın Türklük üzerine kurulduğu Türkiye’de Kemalist feminizmin Kürt kadınlarından istediği tek şey vardı: Farklılıklara rağmen kadınlık ortak paydasında eşitlenmek. Uzun yıllar Türk feminizminde yer edinememiş Kürt kadını 90’lar sonrası meydanlara çıkışıyla, Cumartesi Anneleri kamusal imajıyla, cezaevleri kapısındaki bekleyişi ve aktif direnişiyle dikkat çekerek gözden çıkarılamayacak bir sinerjiye evrilmiş olmasından dolayı ulusal kimliğinden soyutlanarak feminizme dahil edilmek istenmiştir. Böylelikle orta sınıf içerisinde başlayan Türk Feminizmi belki yine orta sınıf Kürt kadınları aracılığıyla Kürt kadınlarına ‘ ezilen ulus’ meselesi üzerinden değil ‘ezilen kadın’ meselesi üzerinden anlatılmış ve Kürt kadınlarına ısrarla ‘kimliklerimizi bırakıp kadınlık çatısı altında toplanalım’ denilmiştir.
Feminizmin uluslararası doktrinlerinin milliyetçilik ve ulus kimliği inşası noktasını izah edememiş olmasını inkâr etmiyorum. Ancak Kemalist feminizmin Kürt kadınları üzerindeki işlemi ciddi tartışmalara gerek duyulacak nitelikte bilinçlidir.
Kürt kadınlarının kimlik soyutlanmasına karşı kadınlık ortak paydasında buluşma ümidi ancak kimlik tahayyüllerinin tamamlanabildiği, kabul gördüğü zaman anlam kazanabilecektir. Halepçe’de katledilen kadınlar ile yakın zamanda Şengal’de İşid tarafından kaçırılan Ezidi Kürt kadınları ve bedeni bir hafta sokakta bekleyen Teybet Ana’nın salt ‘kadınlıklarından’ ötürü sömürüldüğünü kim söyleyebilir? Kürt kadınlarının satır arası kadar yer edinmediği Türk feminizmi bugün hafif değişimler gösterip ulusçuluğu reddettiğini iddia etse de Kürt kadınlarının yaşadıkları karşısında sessiz kalmayı tercih ederek, destek verir bir pozisyonda durmayı yeğlemiştir.
Hal böyle iken sömürgeci ulus kimliğinin sunduğu feminizm ile Kürt kadınlarının sadece ‘kadınlık’ başlığı altında samimiyete dayalı saf tutmaları zordur. Evet, imkânsız değildir ancak bu ciddi yüzleşmeler, eleştiriler, hesaplaşmalar ve kabuller gerektirir ki bunu batılı ülkeler dahi layıkıyla yapabilmiş değil. Kabul etmeliyiz ki, Kemalist feminizmin böyle bir çabası da yok. Kemalist feminizmin Kürt kadınlarına öğütlediği tek şey, Kürt kadınlarını özgürlük mücadelelerinden soyutlayıp, sömürülenin kendi ülkeleri değil, bedenleri olduğu fikri çevresinde toplamak. Farklılıkların reddi iddiasında bulunan orta sınıf kadınların geliştirdikleri yöntemler doğrudan olmasa bile dolaylı olarak ulusal politikalar lehine gelişirken; Kürt kadınları karakollarda, hastanelerde, cezaevlerinde, mezarlıklarda sömürülmeye devam edilmiş ve Türkiyeli feministler bu durum karşısında farklı bir reaksiyon geliştirememişlerdir. Tam tersine, tüm bunlar yaşanırken Kürt kadınları ve temsiliyetleri feminist kurultaylara katılmak için gittikleri salonlarda Türk bayrakları ve istiklal marşları ile karşılanmıştır. Hem de eşitlik ve kimliksizlik söylemlerinin başlamasından birkaç dakika önce. Tam da bu sebepten dolayı söyleyebiliriz ki; Kemalist feminizm, Kürt kimliği ile yüzleşmeden feminist devrimi gerçekleştiremeyeceği gibi, Kürt kadınları ve temsiliyetleri de kimliklerinden soyutlanmış ve meselenin sadece ‘kadın bedeni sömürüsüne ‘indirgenmiş tarafını reddetmedikçe özgürlüğünü elde edemeyecektir. Kürtler için Kürt kimliği meselesini, kadın kimliği meselesinden ayrı tutmak sorunlu bir yaklaşımdır. Kadınlar her yerde ezilen birincil varlıklardır. Ancak Kürt kadınlarının yaşadıkları çifte sömürü ‘kadın ‘olmalarından çok ‘kimlik’ sahibi olamamalarıyla ilişkilidir. Şüphesiz politik sistem erk ile mevcudiyetini korur, büyür. Ancak Feminizm için Kürt meselesi ‘kadın’ meselesiyle savılacak bir mesele değildir, olmamalıdır. Hele ki Türklerin öğretici konumunda olduğu ortak bir çalışmanın olamayacağı gerçekliği ortada duruyorken.
Kemalist feminizmin nazarında Kürt kadını ezilen, işkence gören, feodalizm ve aşiretçilik arasına sıkıştırılmış, yardıma muhtaç ve kurtarılmayı bekleyen kadınlardır. Kimlik meselesini görmezden gelsek dahi, bölgenin sosyolojik yapısına aykırı, üstten bakmacı geliştirilen politikalarla kadının kadınlık kimliğinin oluşturulamayacağı da aşikârdır. ‘ Beyaz kadın, siyah kadını siyah erkekten kurtaramayacaktır ‘ der Gayatri Spivark.
Kemalist feminizmde Türk kadınlarının öğretici, eklemlenen kürt kadınlarının ise alt tabakaya inmede aracı kabul edildiği yaklaşım ise ziyadesiyle gülünçtür. Oysa Kürt Kadın Tarihi bir sonraki yazımda da bahsedeceğim gibi Kemalist feminizmin tarihi boyunca gösteremediği pratiği sayısız isimlerle gerçekleştirmiştir.( Deyfe Hatun, Mah Şeref Xanım, Reşwan Bedirxan ve daha niceleri gibi…)
Buna rağmen Türkiye feminizminin bir zamanlar Amerikan Feministlerinin Afro- Amerikan Feministlere söylediği gibi ‘ siz feminizmden ne anlarsınız ‘ gibi üstten bakmacı ve kendini usta öğretici konumuna koyduğu tavrı gülünç değilse nedir? Kürt kadın tarihinin ihtiyaç duyduğu tek şey, feminizmin ulusal kimlikten soyutlanmadan çağdaş Kürt kadınları eliyle yeniden yazımıdır.
Şêwaz Nadir