Çin ve ABD daha fazla güç ve kaynak için mücadele ederken, Avrupa seyirci durumunda kaldı. Küresel jeopolitik oyunun kazananı kim olacak?
Cambridge Üniversitesi’nde siyasi ekonomi profesörü olan Helen Thompson, New Statesman internet sitesinde yayımlanan yazısında, küresel jeopolitik aktörlerin değişmekte olduğunu ve özellikle çevreci teknolojilerin üretilmesinde sıklıkla kullanılan lityum gibi değerli madenler üzerinden ABD ve Çin arasında yeni bir jeopolitik rekabetin yükselmekte olduğunu belirtiyor.
Yazıdan öne çıkan bölümler şöyle:
“İngiliz akademisyen Halford Mackinder, 1904 yılında Kraliyet Coğrafya Topluluğu’nda verdiği bir konferansta jeopolitik kavramını ortaya atarak, şu anda da Rusya ve Ukrayna mücadelesinin bir kısmını oluşturduğu Avrasya’nın merkezinin kontrolünü tarihin ekseni şeklinde nitelendirmişti. 19. yüzyıl boyunca İngiltere ve Rusya, Orta Asya’da, özellikle de İran’da etki alanlarını artırmak için oynanan “Büyük Oyun”da rakiplerdi. Mackinder’ın öngörüsüne göre Rusya ve Çin’i kontrol eden ve Almanya ile müttefiklik kuran bir güç, dünya imparatorluğuna erişebilirdi. (…)
Mackinder’a göre, o dönemde Avrasya’da inşa edilen kıtalararası demiryolları, İngiltere ve ABD gibi deniz güçlerinin dezavantajlı konuma düşeceği yeni bir ekonomik dönemin ticaret araçları olacaktı. Fakat bu kehanet, tarih tarafından doğrulanmadı. 20. yüzyıla, batı yarımküreden gelen okyanus devleti ABD damgasını vuracak ve Avrasya’daki güç dengesini Mackinder’ın tahmin ettiği gibi dolaylı olarak Rusya üzerinden değil, kendi gücüyle etkileyecekti.
20. yüzyılın küresel gücü ABD
Günümüzde Avrasya, jeopolitik sahnede hâlâ önemli bir yer tutmakta. Nükleer gücü sayesinde karşılıklı Kesin Yıkım (mutually assured destruction) doktrini koruması altındaki Rusya, Ukrayna’nın bağımsızlığını sona erdirmeye çalışırken, İran ve İsrail uzun soluklu bir din savaşı içerisinde. Dünyanın gelişmiş çip üretiminin %90’ından fazlasına ev sahipliği yapan Tayvan’ı topraklarına katmak isteyen Çin’i de göz önüne aldığımızda, Avrasya’daki tehlikeler dramatik ve apaçık bir şekilde ortaya çıkar.
Buna karşın, Amerika kıtasındaki olaylar tarihi açıdan daha az önemli görünebilir ve en azından Avrupalılar için, Ukrayna ve Gazze’nin kaderlerinden Washington’un dikkatini uzaklaştıran, istenmeyen bir unsur olarak algılanabilir. Fakat bu yaklaşım, Mackinder’ın da yaptığı gibi, dünya tarihinin gidişatının çoğunlukla batı yarımküredeki değişimlerden etkilendiğini göz ardı etmek anlamına gelir.
Önümüzdeki Ocak ayında Donald Trump yeniden başkan koltuğuna oturursa, dünyanın baskın gücünün sınır komşusunun uyuşturucu kaçakçıları tarafından şiddet ve haraç yoluyla yönetilen bir ülke olduğu göz önüne alındığında, “Önce Amerika” fikri muhtemelen “Önce Amerika Kıtası” anlamına gelmeye başlayacaktır. Trump’ın ilk başkanlığı döneminde, Meksikalı uyuşturucu kartellerine karşı sınır ötesi askeri operasyon seçenekleri talep ettiği konuşulmuştu. Zaten seçim kampanyasında da kartelleri durdurmak için “gereken tüm askeri güçleri” konuşlandırma sözü vermişti.
Batı yarımküredeki denizcilik yolları üzerindeki mücadeleler gibi düşük düzeyli çatışmalar bile Avrasya üzerinde tarihi bir etki yaratabiliyordu. Venezuela, 1821’de İspanya’dan bağımsızlığını kazandığından beri, o zamanlar İngiliz kolonisi olan Britanya Guyanası’nın Essequibo Nehri’nin batı tarafındaki topraklar üstünde hak iddia ediyordu. Venezuela, onlarca yıl boyunca ABD’nin 1823 tarihli Monroe Doktrini’ni gerekçe göstererek bölgeyi ele geçirmek için Washington’dan yardım istiyordu. Bu doktrin, İngiltere de dahil olmak üzere herhangi bir dış gücün batı yarımküreye müdahale girişiminin ABD güvenliği için bir tehdit oluşturduğunu belirtiyordu.
ABD Başkanı Grover Cleveland nihayet 1895’te Venezuela’nın meselesini devraldı ve anlaşmazlığı uluslararası tahkime götürmesi için Londra’yı zorladı. Bu olayın ardından, Meksika Körfezi ve Karayip Denizi çevresindeki bölgelerde petrolün de keşfedildiği bir dönemde, batı yarımküre neredeyse tamamen ABD’nin etki alanı haline geldi. Avrupalı güçler ise Avrasya’nın petrol yönünden zengin bölgeleri olan Ortadoğu ve Kafkasya için birbirleriyle mücadele ederken, hiçbiri Meksika ve Venezuela’daki ticari varlıklarını askeri güçle destekleyemedi.
Batı yarımkürede liderlik iddiasını somut bir gerçeğe dönüştüren ABD, 1898’de Hawaii ve Guam Adaları’nı ilhak ederken Filipinler’in kontrolünü de İspanya’dan devralarak Pasifik’e kararlı bir şekilde giriş yaptı. Ardından, dünyanın baskın gücü haline gelen ABD, batı yarımkürenin ve Pasifik’in savunulmasıyla meşgul oldu. 1917’de ABD Başkanı Woodrow Wilson, Birinci Dünya Savaşı’na Atlantik’teki Alman denizaltı saldırıları yüzünden değil, Almanya’nın Meksika ile iş birliği yaparak Texas, New Mexico ve Arizona’yı işgal etme planları nedeniyle dahil olmuştu. Soğuk Savaş döneminde ABD, Çin ile müttefik olan ve Doğu Almanya üzerinde kontrol sağlayarak Mackinder’ın korktuğu tarzda bir Avrasya gücü hâline gelen Sovyetler Birliği’ni çevrelediğinde de donanmasının büyük çoğunluğunu Pasifik’e konuşlandırmıştı.
Çin’in artan küresel etkisi
ABD’nin Pasifik’teki hakimiyetinin devam edip etmeyeceği günümüzde Tayvan Boğazı ve Güney Çin Denizi’ndeki gelişmelerle ilgili. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle 90’larda Filipinler’deki askeri üslerinden çekilmek zorunda kalan ABD, son on yıldır eski sömürgeyle olan askeri ilişkilerini yeniden canlandırmaya çalışıyor.
Ama ABD, Çin’in Batı Pasifik Okyanusu’nda serbest bir şekilde dolaşmasını engellemeye çalışırken Avrasya’nın revizyonist güçleri olan Rusya, Çin ve İran, batı yarımkürede tatbikatlar yapıyor. Pekin şu anda bölgede muazzam bir ekonomik etkiye sahip, zira Güney Amerika’nın en büyük ticaret ortağı konumunda. Ayrıca Latin Amerika ve Karayipler’den 22 ülke Çin’in Kuşak ve Yol altyapı girişiminin üyesi. Washington ise Latin Amerika hükümetlerinin telekomünikasyon ağlarından Çinli teknoloji şirketi Huawei’yi çıkarmalarını talep ediyor. Fakat bu talepler, Avrupa’da olduğu kadar etkili olamıyor.
Çin’in Meksika’daki ticari varlığı, Joe Biden’ın “dost ülkelerden tedarik” (friendshoring) girişimini de baltalıyor. Bir zamanlar doğrudan Çin’den ABD’ye ihraç edilen araba ve araba parçaları gibi bazı Çin malları, şimdi Meksika üzerinden dolaylı bir şekilde ihraç ediliyor. Kuzey Meksika’nın yaklaşık üçte birini kontrol eden uyuşturucu kartelleri, sentetik bir opioid olan fentanili ve güney sınırından ABD’nin içlerine doğru akan sentetik uyuşturucuları üretmek için gerekli olan kimyasalları da Çin’den ithal ediyor.
ABD’nin kuzey Meksika’daki riskleri azaltabilmesi için Pekin ile iş birliği yapması şart. Fakat bu durum, ABD’nin Pasifik’teki seçeneklerini kısıtlamaktan başka bir işe yaramayacaktır, çünkü dönemin ABD Temsilciler Meclisi sözcüsü Nancy Pelosi’nin Ağustos 2022’de Tayvan’ı ziyaret etmesinin ardından Çin, bir yıldan fazla bir süre boyunca Washington ile ortaklaşa yürütülen tüm uyuşturucuyla mücadele operasyonlarını askıya almıştı.
Atlantik’ten Pasifik’e küresel rekabet
ABD’nin artan yaptırımları karşısında Venezuela, Avrasya’daki revizyonist devletlerle ilişkilerini daha derinleştirdi ve işlevsiz hale gelen hidrokarbon sektörünü onarmak için İran ve Rusya’dan teknik yardım alırken, Çin’e ihraç edebildiği kadar çok petrol ihraç ediyor. ABD’nin finansal yaptırımları Venezuela’nın aldığı bu uzman ve malzeme desteği için ödeme yapmasını zorlaştırsa da Pekin, Moskova ve Tahran, Venezuela’ya silah sistemleri göndermeye devam ediyor. Tüm bu destekler tam da Venezuela’nın Guyana sınırına, ülkenin üçte ikisini kapsayan eski toprak hakkı iddiası nedeniyle askeri güçlerini konuşlandırmaya başlaması sırasında yapılıyor.
Belki de en ciddi olanı, Çin’in büyük bir güç olarak geri dönmesiyle beraber Panama Kanalı civarındaki jeopolitik dengelerin dönüşmesi. Tıpkı 20. yüzyılın başlarındaki ABD gibi, Çin de artık dünyanın iki ana okyanusu arasındaki ticarete aynı ilgiyi duyuyor. ABD’nin deniz ticaretinin hâlâ %14’ü Panama Kanalı’ndan geçerken; Çin, kanalın hem Atlantik hem de Pasifik uçlarındaki limanları kontrol ediyor. Washington’ın Trump döneminde Çin’i Meksika Körfezi’nden sıvılaştırılmış doğal gaz ithal etmeye teşvik etme politikası, Pekin’in kanala olan stratejik ilgisini daha da artırdı.
İran’ın donanması da kendi gücünü göstermeye başladı. Panama Kanalı’ndan geçişlerin ayrımcı olmayan bir temelde gerçekleşmesi gerektiğinden ve 1999’dan beri tek operasyonel yetkiye sahip devlet Panama olduğundan, Washington Şubat 2023’te ABD’ye meydan okurcasına iki İran donanma gemisinin kanaldan geçişini engellemesi için Panama’yı zorlayamamıştı.
Değerli madenler: Jeopolitik rekabetin yeni arenası
Latin Amerika’nın, düşük karbonlu enerjiye geçiş için hayati önem taşıyan lityum ve bakır rezervlerinin yarısından fazlasına sahip olması tüm bu durumu daha da çetinleştiriyor. Çin’in bölgedeki yatırımları, lityum başta olmak üzere hammadde sektörüne yoğunlaşmış durumda. “Bidenomics”in ana gayelerinden biri de kritik mineraller için ABD merkezli rekabetçi tedarik zincirleri geliştirmek. Ama Washington, bu “kaynaklar için yeni Büyük Oyun”a katılmadan önce, Çinli şirketlerin Şili, Bolivya ve Arjantin’i kapsayan “lityum üçgeni”nde madencilik ve işleme faaliyetlerini domine etmesine müsaade etmişti.
Arjantin’in sağcı Başkanı Javier Milei, seçim kampanyasında Pekin’den uzaklaşmayı vadetmişti. Fakat Aralık 2023’te iktidara gelmesinden bu yana, ülkenin lityum sektöründen Çin’i çıkarmak için herhangi bir adım atmadı. Milei’nin NATO’ya katılma gibi ABD yanlısı hırsları olsa da Buenos Aires yönetimi Çin’e öylece sırtını dönemez, çünkü borçlarının temerrüde düşme riskiyle karşı karşıya ve Çin’in yardımına ihtiyaç duyuyor. Nitekim Nisan ayında, Arjantin dışişleri ve maliye bakanları, Milei’nin seçilmesinin ardından Pekin tarafından dondurulan bir swap anlaşmasını yeniden canlandırmak için Pekin’i ziyaret etmişti. (…)
Kömürle çalışan demiryollarına fazla odaklanan Mackinder, 20. yüzyıl Avrasya’sının jeopolitik kaderini deniz taşıtları ve uçaklar gibi petrolle çalışan araçların belirleyeceğini gözden kaçırmıştı. 1970’lerde dünyanın en büyük petrol ithalatçısı konumuna gelen ABD, Çin’in kıyı açıklarındaki petrol rezervlerinin Basra Körfezi’ndeki petrol yatakları kadar büyük olduğuna dair 1980’lerin sonuna kadar umut beslemişti. Bu umudun temelinde yatan 1972 tarihli Çin-ABD yakınlaşması büyük ölçüde parçalanarak yerini yoğun bir teknolojik rekabete bıraktı. Ortaya çıkmakta olan bu önemli tarihi evrede, küresel enerji devriminin ilk adımları batı yarımküredeki maden kaynakları için Çin ile ABD arasında bir çekişmeye dönüşmekteyken, Avrupa tüm bunlara büyük ölçüde seyirci kalıyor.” (Kaynak)