Röportaj: Enver Alpşar: Son yerel seçimlerde BDP Kürdistan özelinde yüzde 30, BDP-HDP ise Türkiye genelinde 2011 genel seçimlerindeki oy oranı olan yüzde 6.5 bandını aşamadı.
Siyasetçi Fuat Önen: Seçimleri, seçimlere katılıp katılmamayı tartışmadan, seçimlerin Türkiye genel sistemindeki yeri ve bunun Kürdistan’daki anlamı üzerinde ciddi bir teorik, siyasi tartışma yapmadan, herhangi bir Türk partisi gibi seçimlere katılıp, sonra da seçim sonuçlarını tartışmak bana doğru gelmiyor. Seçimler, dünyanın her yerinde sistemin devlet üzerinden meşruiyetini güncellediği bir vasıtadır. Bunu Türkiye üzerinden ele alırsak eğer; Türk egemen sınıfları 4 ya da 5 yılda bir egemenliklerini seçimler üzerinden güncelliyorlar. \"Halk bizi seçti\" diyorlar. Kürdistan’da ise bunun bir başka anlamı var; Türk egemenlik sistemi seçimler üzerinden Kürdistan’da sürdürdüğü işgale meşruiyet görüntüsü sağlamayı hedeflemektedir. Kürdistanlılar seçimleri kendi devletlerinde kendi parlamentoları, belediyeleri için yapılan normal bir seçim gibi ele alıyor. Öncelikle bunu sorgulamak gerekiyor. Kürt siyasetinin görevi, Kürdistan’da, Türk egemenlik sisteminin daha iyi işlemesini sağlamak değildir. Tam tersine Kürtdistan’da bu sistemi işlemez hale getirmek hedeflenmelidir. Bence seçimlere bu perspektiften bakılmalıdır. Öncelikle seçimlere katılıp katılmamayı bu perspektifle tartışmalıyız. Bu itirazımı dile getirdikten sonra seçim sonuçlarını değerlendirirsek, benim gördüğüm şudur; BDP Kuzeybatı Kürdistan’da daha önce belediyeleri kazandığı yerlerde kısmi oy kaybına uğramıştır. Yine Kuzeybatı Kürdistan’da BDP’nin daha önce yönetemediği illerde ise tersine belli bir oy artışı görülmektedir. Bu tablonun nedenini hem belediyelerdeki olumsuz pratikleri ve hem de Kürdistani bir siyaset izlememiş olmalarıyla açıklamak mümkündür.
Az önce Kürtler seçimlere katılacaklarsa eğer Türk egemenlerinin Kürdistan’daki varlığını kıracak temelde katılmalılar demiştiniz. Ancak BDP seçim propagandasını özerklik inşası üzerinden yaptı. Sizce özerklik inşası Kürdistani değil mi?
Bir şey inşa edilecekse öncelikle neyin inşa edileceği açık seçik olmalıdır. BDP’li arkadaşların dillerinde demokratik özerklik bir kaç versiyonu olan bir projedir. Bazen bu Türkiye’yi 25 özerk il, bazen 7 eyalete bölmek olarak, bazen de özerk demokratik Kürdistan olarak dile getiriliyor. Öncelikle bu adlandırmalarda bir netlik sağlanmadan neyi nasıl inşa edeceksiniz ki?.Yani 25 özerk bölge mi 7 eyalet mi ya da Ertuğrul Kürkçü’nün ifade ettiği gibi 81 özerk ile mi böleceksiniz? Ama eğer kastettikleri Kürdistan’da bir otonomi ise bu da kendi başlarına yapabilecekleri bir şey değildir. Sonuç itibariyle BDP’li arkadaşların özerklik talebi, Türk devletinin idari yapısında reform talebidir. Ve bu da sözüm ona çözüm süreciyle beraber gidiyorsa, genel hatlarıyla anlaşmaları lazım bunu yapabilmeleri için.
BDP’nin HDP’ye doğru evrileceği artık kendi yöneticileri tarafından da açıkça ifade edilmeye başlandı. Bu gerçekleşir mi, şayet gerçekleşirse ne gibi siyasal sonuçları olur?
Bu, Türkiyeli sosyalistler ile Kürdistanlı sosyalistler arasında 1968 ile 1978 yıllarında yapılıp geride bırakılmış bir tartışmadır. Ayrı örgütlenme mi birlikte örgütlenme mi?
Kuzeybatı Kürdistan’da Komünist iddiasıyla kurulan örgütlerimizin tamamına yakını bu tartışmaların tüketilmesiyle ortaya çıkmıştır. Kürdistan Sosyalist Partisi (TKSP), Kürdistan İşçi Partisi (PKK), KİP-DDKD, Rızgari, Ala Rızgari, Kawa. 78’den sonra bu tartışmalar daha çok kişisel düzeyde yürüyen bir tartışma oldu. Bazı kadrolar Türkiye solundan ayrılıp Kürdistan solunda yer aldılar, Bazı kadrolar ise tersine Türkiye solunda yer aldılar. Örgütler olarak 78’den sonra ayrılık iki yerde gözüktü. Kurtuluştan Tekoşin ve Türkiye Komünist Emek Partisi’nden (TKEP) Kürditan Komünist Partisi (KKP). Buna baktığımızda kendisini feshedip Türkiye soluna katılan bir örgüt görmedik. Tam tersine Türkiye solundan ayrılıp Kürdistani örgütler kurmaya yöneldiler. HDP meselesi 40 yıl önce tüketilmiş olan bu tartışmaları yeniden gündeme getirme çabasıdır. Kürdistani siyasete ve örgütlenmeye dönük Türkiyeci bir saldırıdır. Kendi adıma bunun başarılı olacağına pek ihtimal vermiyorum.
Bunu biraz açar mısınız neden ihtimal vermiyorsunuz?
Şunun için; bu Kuzeybatı Kürdistan’da PKK’yi tasfiye etme operasyonudur. Eğer BDP kendini feshedip Türkiyeli bir sol örgüte dönüşürse, PKK silahlı bir mücadele vermeyecekse, siyasi mücadeleyi de HDP içerisinde yürüteceklerse PKK’ye ne ihtiyaç kalır o zaman? İmralı’da yapılan görüşmelerde varılan sonuçlardan biri bu idi. PKK Türkiyeli siyasete entegre olacak, Doğu ve Güneybatı Kürdistan’daki kolları ise Türkiye ile ittifak halinde olacaktı. Bu proje çünkü şunu öngörüyordu: Güneybatı Kürdistan’da PYD-YPG’nin Suriye-İran ekseninden ayrılıp, Türkiye ile beraber Esad’a karşı mücadele etmesini öngörüyordu. Kuzeybatı Kürdistan’da da PKK Türkiyelileşecek ve sol bir hareket olarak varlığını devam ettirecekti. Geride bıraktığımız 1,5 yıl bu öngörülenlerin yürümediğini gösterdi. Çünkü PKK Suriye-İran ekseninden ayrılmadı, PKK ve PYD’li yöneticiler Türk devletinin El Nusra üzerinden kendilerine saldırdıklarını söylediler. O nedenle bu uzlaşma çabasının bir ayağı çökmüş durumdadır. Güneybatı Kürdistan’da çöktü, Doğu Kürdistan’da çöktü, Kuzeybatı Kürdistan’da da bu projenin işleyemeyeceğini düşünüyorum. Çünkü Kürdistan’daki dinamikler, İmralı’da yapılan görüşmelerle, varılan sonuçlara boyun eğmeyecek kadar diridir ve bu proje eninde sonunda boşa çıkacaktır. Bu projede ısrar edilirse BDP- PKK’de de çatlamalara yol açacaktır diye düşünüyorum.
Öcalan’ın \"görüşmeler yasal bir zemine oturtulmalı\" önerisine Erdoğan olumsuz yanıt verdi. Bundan sonra süreç nelere gebe ve nereye evrilir?
İmralı’da sürdürülen görüşmelerin içeriği hakkında hiç kimsenin bir fikri yok. Bunu Milli İstihbarat Teşkilatı memurları biliyor, bir de Öcalan. Bunların ne kadarı BDP ya da PKK yöneticilerine ulaşıyor onu da bilmiyoruz. Çünkü bütün bu trafik MİT üzerinden yürüyor. MİT adı üzerinde istihbarat örgütüdür, istihbarat örgütlerinin esas işi de manipülasyondur yanlış yönlendirmedir, kontrol etmektir vs. Dolayısıyla önce bu \"müzakerelerin\" içeriğini tartışmak ve sorgulamak gerekiyor. Bana göre zaten ortada bir müzakere de yok. Müzakere olabilmesi için serbest iki tarafın olması gerekiyor, bir de uluslararası bir gözlemci kurumun. Zaten bundan önceki 1,5 yıllık süre için bizzat Öcalan’ın kendisi ortada bir müzakerenin olmadığını, hatta kendisinin enstrüman olarak kullanıldığını kabul etmişti ve bundan sonra müzakere olsun demişti. Fakat biz en başında bu müzakere değildir dediğimizde yoğun eleştirilerle karşılaştık. Bundan sonra İmralı’daki görüşmelere yasal bir zemin oluşturulabilir mi? Bence mümkün gözükmüyor. Çünkü bunun için Türkiye’yi yönetenlerin ortada bir Kürdistan meselesi olduğunu kabul etmeleri gerekiyor. Muhataplarının adı Kürdistan İşçi Partisi’dir. Eğer bu isimle siyaset yapan bir örgütle müzakere yapacaksan bu isimdeki Kürdistan ibaresinin içeriğindeki hakikatleri kabul etmiş olman lazım. Oysa Türk devleti henüz bu noktada değil. Türk devletinin 20 yıllık açılım sürecinde, asıl hedefi Kürdistan meselesini Kürt meselesine dönüştürmektir. Ortada bir ülke ulus meselesi olmadığını Türkiye’nin şurasına burasına dağılmış, bir Kürt azınlık meselesi olduğunu ispat gayreti var. Türk açılımının esas hedefi budur. Türk devleti 90 yıllık tarihi boyunca Kürtleri hiçbir zaman resmen ayrı bir taraf olarak görmemiştir. Bundan sonra sürecin nereye evrileceği meselesine gelirsek eğer, bunu hem uluslararası gelişmeler ve hem de Kürdistan’ın kendi iç dinamikleri belirleyecektir diyelim. Mesela Ukrayna’daki gelişmeler buraları etkiliyor, yani nereye evrileceğinden çok biz ne istiyoruz bütün mesele budur bence. Ama şunu net olarak ifade etmeliyim ki İmralı’da MİT ve Öcalan arasındaki görüşme trafiğinden Kürdistan meselesinin çözümüne dönük hiçbir sonuç çıkmayacaktır.
Rojava üzerinden Kürdistan gündemine sokulan bir kanton meselesi var. Nedir bu kantonlar?
Şimdi diğer bütün tartışmalarda olduğu gibi, yani demokratik özerklik, demokratik konfederalizm vd. gibi kantonları da teorik olarak ele alıp tartışmak beyhudedir. Genel olarak Öcalan, onunla bağlantılı olarak PKK’de çoğu zaman pratiğini teorize etmektedirler. Dolayısıyla onların ne söylediklerine değil ne yaptıklarına bakmamız gerekiyor. Güneybatı Kürdistan’da 2012-2014’te bir pratik var ve bu pratik üzerinden kantonları değerlendirmek gerekiyor. PYD ve YPG’nin Esad’la zımni bir uzlaşmayı da içerdiğini gördüğümüz pratiğinin iki önemli ve bence olumlu sonucu vardır. Birincisi; Nusra gibi selefi örgütlerin Güneybatı Kürdistan’a sızıp oraları tarumar etmeleri önlenmiştir bu önemli bir sonuçtur. İkincisi kantonlar üzerinden de olsa Güneybatı Kürdistan’ın sınırlarının görünür hale gelmesidir, bence bu da olumludur. Ulusal Birlik oluşturmadan daha da önemlisi rejimle sürdürülen zımni, açık uzlaşmalar üzerinden kendini diğer yurtsever taraflara dayatmak pratiği ise iç savaş tehlikesini barındıran ve Kürt tarafını zayıflatan bir pratiktir. Kanton dünyanın hiçbir yerinde ulus meselesini çözen bir model olmamıştır, Güneybatı Kürdistan’da da olmayacaktır. Verili güç dengelerine dayanan geçici bir uğrak olarak değerlendirmek mümkündür. Bu haliyle bile işlevsel olması için Yüksek Kürt Konseyi’ne dayandırılması gerekir.
Sizce Öcalan ve Kandil arasında bir görüş ayrılığı var mıdır?
\'2012 sonu, 2013 başında yapılan görüşmelerde, PKK 2013 Eylül ayına kadar bütün silahlı güçlerini geri çekecekti, ama çekmedi. Yine İmralı’da kotarılan kararlardan biri, PKK’nin İran- Suriye ekseninden ayrılıp Türkiye ile beraber Esad’a karşı mücadele etmesi idi, PKK’nin bunu da yapmadığını görüyoruz. Şimdi bunlar, sözde ne kadar uzlaşıyor olsalar da yani sözde Öcalan PKK’yi yönetiyor gibi görünse de esasında PKK’nin işine gelmediği kararlara uymadığını gösteren durumlardır. Yoksa bu son açılım evresi neden başarıya ulaşmadı? Ulaşmadı çünkü PKK direndi. Hem Suriye ekseninde kalmakta direndi hem de silahlı gücünü Kuzeybatı Kürdistan’da tutma noktasında direndi. Bana göre PKK yöneticileri ile Öcalan arasındaki ilişki bir tür ölüm ilişkisidir. Ne uyumlu çalışabiliyorlar ne de birbirinden vazgeçebiliyorlar. Karşılıklı birbirini kullanma söz konusudur (Öcalan’ın 2011 Temmuz ayında “PKK de beni taşeron olarak kullanmak istiyor” dediği hatırlanmalıdır). Daha doğrusu PKK yöneticileri başkanları üzerinden kendilerine dönük saldırılara açıktan başkanları üzerinden cevap verememek gibi bir durum içerisindedir. Bunun nedeni de Öcalan’ın PKK ve kitlesi üzerindeki etkisidir. Legal, açık alanda (BDP, DTK vs) başat bir etkiye sahip olan Öcalan PKK için ciddi bir fenomendir.
Sayın Önen, HDP’nin bir İmralı projesi olduğu açıktan dillendirilmese de herkes tarafından bilinmektedir. HDP’nin sosyalist ve tüm ezilenlerin temsilcisi olduğu söylenmektedir. \"Ben Marx\'ı aştım\", \" Sosyalizm totaliter bir rejimdir\", \"Tarihin sonu demokratik kapitalizm biçiminde devam edecektir.\" vb. birçok sözün sahibi olan Öcalan ve onun projesi sosyalist olabilir mi? Marksistler böyle bir projede nasıl yer alabilir?
İmralı’da üretilen projeleri Marksizm, sosyalizm üzerinden okumak İmralı sistemini anlamamaktır. 15 yıllık süreçte 1999-2003, 2003-2009, 2009-2011 ve nihayet 2012 sonrası evrelerinde taban tabana zıt proje ve teorilerin üretildiği bir yerdir İmralı. Burada farklı teori ve projelerin üretilmesinin Marx ya da Marksizm ile ne ilgisi olabilir ki?
2003-2009 arasında yeşil faşizmin temsilcisi sayılan AKP’nin 2009’dan sonra “Demokratik açılım”da partner kabul edilmesinin Marx’ı aşmak ya da “sosyalizmin totaliterliği” ile ne ilgisi olabilir ki?
Aynı şekilde “Çanakkale, misak-ı milli, Türk kurtuluş savaşı ruhu ve İslam kardeşliğinin”?
Kullanımdaki her kavramın önüne “demokratik” sözcüğünü eklemek teorik bir faaliyet değildir ve kullanımdaki kavramlara yeni ve farklı bir anlam yüklemez. Ulus, devlet, ülke, modernite kavramlarının başına demokratik sözcüğü getirilince bu kavramlar kapitalist olmaktan çıkmaz. Kapitalizm, sosyo-ekonomik bir formasyondur, demokrasi ise onun olağan devlet biçimidir.
İmralı sürecine eklemlenen Türkiyeli sosyalistlerin devletlu sosyalistler olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır.