Doğu Akdeniz’deki krizin bitmediği, bitmesi için de ciddi bir diplomatik hamleye ihtiyaç olduğuna vurgu yapılan makalede, “Türkiye’nin, Doğu Akdeniz sularının geniş alanlarını kendi münhasır ekonomik bölgesi olarak tayin etmekle kalmayıp aynı zamanda bu tezlerini desteklemek için savaş gemileri eşliğinde bölgeye sondaj gemileri sevk ederek saldırgan bir politika izlemesi sürtüşme kaynağı haline geldi” deniyor.
Türkiye’nin bölgede gerginliği artıran eylemlerine NATO’nun müdahale etmek zorunda kaldığı ve bunun sonucu olarak Erdoğan’ın eylül ayı ortasında Oruç Reis sismik araştırma gemisini görünüşte bakım için geri çekmeyi kabul ederek Yunanistan’la müzakerelere başlamayı kabul ettiğine işaret edilen makalede, “Ancak Türkiye’nin kavgacı söylemi, müzakere taktiğinden çok müzakereleri hiç istemediğinin bir işaretine benziyor” şeklinde ifadeler kullanılıyor.
David Rosenberg imzalı makalede, “Erdoğan’ın Doğu Akdeniz’deki saldırgan politikası maalesef doğalgazdan çok saldırgan milliyetçilik ve güç siyasetiyle ilgili. Türkiye'nin münhasır ekonomik bölgeleri olarak Yunanistan ve Kıbrıs'ın sahip olduğu bölgelerde yürüttüğü araştırmaya, Osmanlı ihtişamını canlandıran ve büyük bir güç olarak sahip olması gereken özel hakları dillendiren Mavi Vatan söylemi eşlik ediyor.
Erdoğan'ın tüm bunlarla Türkiye'yi nereye götürmek istediği belli değil, ancak iyi niyet ve deniz hukukuna uygun adil ve hakkaniyetli bir anlaşma ile karakterize edilen müzakereleri istediği şüpheli görünüyor. Dostsuz, Avrupa ve ABD'nin geri çekilme baskısı altında kalan Erdoğan, taktiksel bir karar alarak görüşmeleri kabul etti” deniyor.
Makalenin devamında şunlar dile getiriliyor: “Talepleri hızlı bir şekilde çözmek için acele etmenin bir nedeni yok. Yunanistan ile tartışmalı olan bölgelerde aslında gaz bulunamadı ve doğal gaz fiyatları o kadar düşük ki ticari bir faaliyet uzak bir ihtimal. Yunanistan ile uzlaşmak, Türkiye’nin Kıbrıs’ın MEB'ine ilişkin iddialarını zayıflatır ki Erdoğan bunu asla kabul etmeyecektir.
Aynı mantık hemen hemen Lübnan’ın İsrail’le masaya oturması için de geçerli. Kalıcı bir hükümetin olmadığı, ekonomisi darmadağın durumda olan ülke tıpkı kendisi gibi zor durumda olan Suriye ve İran'a sırtını dayıyor.
Teoride, İsrail ile tartışmalı 860 kilometrekarelik Akdeniz sularını kapsayan bir anlaşma, Lübnan ekonomisine destek verecek ve muazzam borcunu ödemesine yardımcı olacaktır. Beyrut, Fransa’dan Total, İtalyan Eni ve Rusya’dan Novatek’e biri İsrail’in üzerinde hak iddia ettiği alan dahil olmak üzere iki bölgeyi keşfetmeleri için sondaj hakkı verdi.
Lübnan için gaz, Türkiye için olduğu kadar uzak bir olasılık değil ve güç Lübnan'ı yönetmesi gereken teknokratların elinde olsaydı, iki taraf bir anlaşmaya varabilirdi. Ancak Lübnan'daki son teknokratik hükümetin çöküşünün gösterdiği gibi, ülkeyi gerçekten yöneten Hizbullah'tır. Ekonomik kalkınma bir öncelik değil.
Lübnan'ın Doğu Akdeniz enerji merkezinin içinde veya dışında olması nispeten önemsiz bir konudur. Türkiye farklı. Bölgedeki tüm ülkelerin gazlarını çıkarmalarına izin vermenin anahtarını elinde tutuyor, büyük Türk pazarını bu bölgede üretilen gaza açacak ve bu gazın Avrupa'ya daha ekonomik şartlarda taşınması için boru hatları döşeyecek.
Ancak tüm kartlar Erdoğan’ın elinde değil. Türkiye Doğu Akdeniz'de yapıcı bir rol oynamayı reddederken, İsrail ve Mısır, Kıbrıs ve Yunanistan olmasa da ilerlemeye devam edebilir.“