AP Türkiye Raportörü Nacho Sanchez-Amor, Ekrem İmamoğlu’na ilişin derin endişe duyduklarını belirtti, Türkiye’nin AİHM’in Demirtaş ve Kavala hakkındaki kararına direnç gösterdiğini söyledi
Avrupa Parlamentosu(AP) Türkiye Raportörü Nacho Sanchez-Amor, Ankara’daki temaslarının ardından AB Türkiye Delegasyonu’nda bir basın toplantısı düzenledi.
AP’nin Türkiye raporu için izleme ziyaretinde bulunduğunu kaydeden Amor, bu kapsamda Dışişleri Bakanı Yardımcısı Faruk Kaymakcı, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, HDP Eş Genel Başkanları Pervin Buldan ve Mithat Sancar, AKP Grup Başkanvekili Numan Kurtulmuş, Anayasa Mahkemesi Başkan Yardımcısı, sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri ve gazetecilerle görüştüğünü aktardı.
Ziyaretinin katılım süreciyle ilgili çalışmalar yapma amacını taşıdığını kaydeden Amor, “Türkiye, her ne kadar katılım süreç dondurulmuş olsa da resmi anlamında aday ülke. Katılım sürecinin merkezinde demokrasi, insan hakları ve hukuku üstünlüğü konuları bulunuyor” ifadelerini kullandı.
“AB’ye katılmak demek, bir toplum modeline katılmak demektir, AK Parti'nin modeli tek kişinin sözünün geçtiği model gibi görünüyor”
Amor’un açıklamalarından öne çıkanlar şu şekilde:
“AB olarak, Türkiye’nin özellikle tahıl koridoru ile ilgili olarak, bunun yanı sıra çatışmanın aşılması için siyasi anlamda rol oynaması ve iki taraf arasında bir anlamda arabuluculuk rolünü oynamasını her zaman dile getirdik. Türkiye’nin bu anlamda oynadığı siyasi rol ile katılım sürecinin, insan haklarının ve hukukun üstünlüğünün bir ilgisi yok. Neden bunu söylüyorum? Çünkü kamuoyunda şöyle bir anlayış var: ‘Yaptıklarımız, çalışmalarımız iyi, faydalı; dolayısıyla insan hakları konularına göz kapamak’ gibi bir anlayış var. Çünkü AB’ye katılmak demek, bir toplum modeline katılmak demek. Türkiye’deki yetkililer, açıkça Rusya’nın saldırısını eleştirdiler; Donetsk, Luhansk’ın tanınmasını eleştirdiler ama buna rağmen acaba AKP’nin sunduğu toplum modeli Hollanda toplumuna mı daha yakın, Rusya’ya mı? Sorulması gereken bir soru olduğunu düşünüyorum. Benim işim, Türkiye katılım sürecinde ne yapıyor, buna bakmak. Özellikle insan hakları ve hukukun üstünlüğü konusunda. AK Parti’nin ortaya koyduğu toplum modeli de daha çok tek kişinin sözünün geçtiği, kuvvetler ayrılığının olmadığı, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ve demokrasiye saygının gösterilmediği bir toplum model gibi görünüyor.
Görüştüğüm muhataplarımın hepsi, Türkiye’nin yönünün hep; ilkeleri, değerleri açısından hep AB yönünde olduğunu söyledi. Hem hükümet hem de AK Parti’den hem de muhalefetten görüştüğüm herkes bunu söyledi.
Savaştan önce de Türkiye’nin uluslararası alanda oynadığı önemli rolü düşünürsek Türkiye’nin kendi politikasını uygulaması için imkanı var. Bunun özellikle altını çizdim. Çünkü bir aday ülke olarak Türkiye’nin kendi dış politikasını uygulaması konusunda herhangi bir sınırlama yok. Aday ülkelerin AB’nin politikalarına ve değerlerine yaklaşması beklenir. Fransa örneğinden de gördüğümüz üzere, üye bile olsanız farklı bir dış politikanız olabilir. Yani kendi dış politikanızı, aday ülke de olsanız üye ülke de olsanız uygulayabilirsiniz. Bir ülkenin dış politikasını uygularken bizim açımızdan düşünülebilecek sınırlar nelerdir? Her aday ya da üye ülkeden beklendiği üzere, öncelikle agresif açıklamalardan kaçınmak ve diplomatik yollardan dış politikayı uygulamak.
"Hem güçlü bir ülke olabilirsiniz hem de olgun bir demokrasiye sahip bir ülke olmak mümkün"
Hatalı bir ikilem diyebileceğim bir şeyden bahsetmek istiyorum, Türk kamuoyunda bu çok varmış gibi. Türkiye’de kamuoyu ya da vatandaşlar, önemli ve güçlü ülke olmak ile demokratik bir ülke olmak arasında bir seçim yapmak zorundaymış gibi görüyor. Bu nedir, tam olarak anlayamıyorum. Hem güçlü hem demokratik bir ülke olunabilir. Sanki güçlü bir ülke olabilmek için demokrasiden vazgeçmek gerekmiş gibi bir durum söz konusu ama bakın Almanya’ya, ABD’ye, Birleşik Krallık’a. Yani jeopolitik açıdan hem güçlü bir ülke olabilirsiniz hem de olgun bir demokrasiye sahip bir ülke olmak mümkün.
"Yargının içinde bulunduğu durum korkunç"
İnsan hakları ve hukukun üstünlüğü açısından oldukça endişeliyiz ve bu anlamda hiç ilerleme yok. Son zamanlarda bu iki konuda hep kötü haberler alıyoruz. Şöyle bir paten varmış gibi görünüyor, özellikle medyanın içinde bulunduğu durum açısından. Önde gelen köşe yazarlarından birisinin birkaç ay önce Mısır ile ilgili ne yazdığını hatırlıyor musunuz? Şimdi ne diyor? Mantalite tamamen değişmiş vaziyette, bir gecede her şey değişmiş oluyor. Neden? Çünkü Cumhurbaşkanı, Sisi ile el sıkışmış oluyor. Bu durumda da vatandaşlar, aldıkları bilgiden hep şüpheleniyorlar, ‘Siyasi bir gündem mi var acaba’ diye. Böyle bir durum, olgun demokrasiye ulaşılmasında engel teşkil ediyor. Böyle bir medya ortamında birçok yasa geçiyor. Dezenformasyon yasası bunlardan birisi. Terörizm konusu bir de. Sanki her tür eleştiriyi bastırmak için bu dile getiriliyor gibi görünüyor. Birçok başka kanun da var ama sadece kanunlardan ibaret değil. Aynı zamanda eylemler de sıkıntılı. Mesela ben, bir politikacıya tokat atan polis memuruna ait bir video izledim. Herhangi bir toplanma durumunda çok fazla sayıda polisin bulunduğunu görüyoruz. Çok fazla sayıda gözaltı gerçekleştiriliyor. Bu arada, yargının içinde bulunduğu durum korkunç. Hiçbir zaman davanızda ne olacağını, mahkemede ne olacağını bilemiyorsunuz. Mesela İmamoğlu davasında hakimin değiştirilmesi gibi. Avukatlar da zor durumda. Bütün bunlar gerçekten çok endişe verici. Sadece hukuki çerçeve değil, kararların uygulanması da endişe verici. Bir davanın tam ortasında hakimin değiştirilmesi, hiçbir şekilde demokratik standarda uygun değildir.
Cezaevlerindeki durumdan da bahsetmek gerek. Sağlık durumu kötü olan birçok insan cezaevinde. Aynı zamanda siyasi rehine olarak tanımlayabileceğimiz başka insanlar da cezaevinde. Kavala ve Demirtaş gibi. AİHM kararlarından sonra içinde bulundukları durum, açıklanamaz bir şey. Kaftancıoğlu ve aynı şekilde de İmamoğlu davası da. İmamoğlu da bir nevi siyasi rehine gibi düşünülebilir.
"Kim kazanırsa kazansın..."
Yine de Türkiye ile ilişkilere yeniden hız kazandırmak, Türkiye ile tekrar angaje olmak için hazırız. Bunu da istiyoruz. Ancak eğer büyük değişiklikler yapılmazsa katılım sürecinin de bir 2-3 yıl daha bu şekilde devam etmesi mümkün olmayacak. Büyük değişiklikler yapılması gerekir derken bunu seçim sonuçlarından bağımsız olarak söylüyorum. Kim kazanırsa kazansın, yine de AB-Türkiye arasında güvene dayalı ilişkilerin tekrar kurulabilmesi için büyük değişiklikler yapılması gerekiyor. Bu tür güzel haberleri almaya açığız. Özellikle insan hakları ve hukukun üstünlüğü konularında.”
“İçişleri Bakanı ile görüşmemiz oldukça iyi bir görüşmeydi"
Sanchez Amor, gazetecilerin sorularını da yanıtladı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ile görüşüp görüşmediği ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile ilgili görüşmesi sorulan Amor, şu değerlendirmede bulundu:
“İmamoğlu ile görüşmedim, çünkü sadece Ankara’daydım. Ama Başkan İmamoğlu ile birkaç ay önce İstanbul’da görüştüm.
İçişleri Bakanı ile baş başa yaptığımız görüşme oldukça iyi bir görüşmeydi. Bir yıl önce de bir araya gelmiştik. Ben İspanyol’um. Dolayısıyla Türkiye’nin terörizmle ilgili sorunları belki benim anlamam daha kolay olur. Özellikle Türkiye’nin ve Türk yetkililerin terörle mücadelede içinde bulundukları duygusal durumu, modu anlamam belki daha kolay oluyordur. Tabii ki Türkiye’nin güvenlik ve terörizmle ilgili meşru endişeleri var.
AB ve Türkiye’nin güvenlik ve Türkiye’nin terörle ilişkili meşru endişeleri konusunda ortak bir yaklaşımı olması gerek.”
Ekrem İmamoğlu açıklaması
Sanchez, Ankara’daki temasları esnasında İmamoğlu hakkındaki kararın gündeminde olup olmadığına ilişkin soruyu ise şöyle yanıtladı:
“Oldukça endişe verici bir gelişme olarak nitelendiriyoruz. Genellikle muhataplarım bir üst mahkemenin bu durumu düzelteceğini umduklarını söylediler ama yine de endişe verici. Çünkü Yüksek Seçim Kurulu üyelerine ahmak demiş olması… Böyle bir şey Avrupa’da her gün oluyor ve çok normal bizim için, Avrupa’da politikacılar açısından ve çok basit bir şey bu. Suç teşkil edebilecek bir şey değil. Tabii ki başka bir ifade de kullanmayı tercih edebilirdi ama aslında basit bir şey söylüyor. Mesela Almanya’da yaşayan Türkler, bu şekilde istedikleri gibi konuşabilirler ve hiçbir hukuki sonucu da olmaz bunun. Demokrasilerde ifade özgürlüğünün olması ve sadece çok ağır ve ciddi durumlarda bunun sınırlanması gerekiyor. Hatta kamu görevlilerine yönelik söylediklerinizde de ifade özgürlüğü açısından çok daha geniş bir alana sahipsiniz. Örneğin İspanya’da hakimler bunu yorumlarken eğer bir politikacıya bir şey söylenmişse, daha agresif bir şey olabiliyor, daha da geniş yorumlanıyor. Bir de bunun tam seçim öncesinde olması da başka bir konu. Gerekçesi ne olursa olsun, herkes bu mahkeme kararını seçim ile ilişkilendirdi. HDP’nin kapatılmasına da karar verilirse acaba bu davalardan sonra herhangi bir uluslararası bağımsız gözlemci heyeti Türkiye’ye gelip bu seçimlerin adil yapılabildiğini söyleyebilir mi sizce?
Bu tür davalar, bu tür kararlar Türkiye’nin uluslararası imajına da zarar veriyor. En büyük zararı Türkiye’nin imajına veriyor. Politikada iyi bir imaj gerçekten önemli bir şeydir. Bu davalar Türkiye’nin imajına zarar veriyor. İmajı düzeltmek için herhangi bir askeri yöntem kullanmak mümkün değil. Ya da muhteşem askeri ürünler üreterek de bu imajı düzeltemiyorsunuz. Ancak güven ve demokrasi ile bu imaj düzelebiliyor.”
“Kavala ve Demirtaş kararlarıyla ilgili direnç görüyoruz"
Amor, AİHM kararlarını uygulama konusunda isteksizlik gösteren bazı ülkelerin bulunduğunu ve bununla ilgili bir ihlal prosedürü olduğunu belirterek şöyle konuştu:
“Biliyoruz ki Kavala ve Demirtaş davasından önce, bir davadan dolayı bu ihlal prosedürüne tabi olan tek ülke var, o da Azerbaycan. Azerbaycan daha sonrasında AİHM kararını uyguladı. Kavala ve Demirtaş kararlarıyla ilgili direnç görüyoruz. AİHM kararlarını tamamen göz ardı etmek söz konusu olmamalı. Bizim beklentimiz de bu şekilde.”