Bir Kez Daha Kürt Tarih Yazımı Üzerine

Tarihçi, olguların ne aciz kölesi ne de zalim bir efendisidir. Tarihçiyle olguları arasındaki ilişki bir eşitlik, bir alışveriş ilişkisidir

Ruşen Arslan

01.01.2023, Paz | 15:26

Bir Kez Daha Kürt Tarih Yazımı Üzerine
Makaleyi Paylaş

2022 yılında “Kürt Siyasilerin Müebbede Hükümlü Mektupları” adlı kitabım, İsmail Beşikçi Vakfı yayınları arasında çıktı. Kitapla ilgili olumlu ve olumsuz eleştiriler yapıldı. Bir kitabın yazarı için en çok istenen, kitabının ilgi görmesi ve eleştirilmesidir. O zaman kitabın yazarı amacına ulaşmış olur. Bu nedenle kitabı değerlendiren ve eleştiren herkese teşekkür ederim.

Yazma, bir yöntem sorunudur. Ben hiçbir kitabımı veya yazdığım makaleyi polemik yapmak için yazmadım. Bu nedenle hiçbir zaman kitaplarımı eleştirenlere karşı savunmaya geçmedim. Yapılan eleştirilerden haklı gördüklerimi, kitabın yeni baskısında değerlendiririm. Nitekim “Ömrü Kısa Etkisi Büyük Kürt Örgütlenmesi –Devrimci Doğu Kültür Ocakları-DDKO” kitabım elektronik olarak yayınlandığında, yanlışların düzeltildiğini ve birçok dikkatli okuyucunun eleştirilerinin dikkate alındığını göreceklerdir.

“Kürt Siyasilerin Müebbede Hükümlü Mektupları” kitabımda da bu yöntemimden ayrılmayacağım. Ancak beni eleştirenlerin bazıları araştırmacı-yazardır. Eleştirilerini tarih yazımı yöntemi içinde yapmaları beklenirdi. Kitabı eleştirirken tarih yazımı yöntemi içinde kaldıklarını pek söyleyemem. Demek ki Kürt tarih yazımında, aşağıdaki makalemde belirttiğim problemler devam etmektedir. Bu nedenle Ahmet Zeki Okçuoğlu’nun kurucusu olduğu “Serbestî” dergisinde yayımlanmış Kürt Tarih yazımı ile ilgili makalemi, tekrar yayımlamak gereğini duydum. 2005 yılında Serbestî dergisinin 22. sayısında yayımlanmış bulunan bu makalemin üzerinden çok zaman geçti. Makalenin yayınlandığı tarihin öncesinde de sonrasında da çok değer verdiğim Kürt araştırmacılar ve akademisyenler vardır. Onların Kürt ve Kürdistan tarih yazımına katkıları, benim için bir gurur ve övünç vesilesidir. Ne var ki makaledeki eleştirilerim, halen canlılığını ve geçerliğini korumaktadır.

ŞEYH SAİD RÖPORTAJININ ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE:

TARİHİN İDEOLOJİK KAYGILARLA KÖTÜYE KULLANILMASI

Fransız şairi ve düşünürü Paul Valery; “Tarih, insan zekâsının bugüne kadar yarattığı en tehlikeli meyvesidir” diyor. ( Paul Valery’nin Regards sur le Mond Actuel kitabından aktaran Levent Yılmaz) Bu meyvenin ne kadar “tehlikeli” olduğunu, Serbestî’nin 21. sayısında çıkan ve Selim Kılıçoğlu ile yaptığım “Şeyh Said Yakalandı mı, Teslim mi Oldu?” başlıklı röportajıma gelen tepkiler nedeniyle bir kez daha gördüm.

Söz konusu röportajın sunuş yazısında; “Selim Kılıçoğlu ile yaptığım röportajın bu kısmının, tartışmalara yol açacağını sanıyorum. İstedim ki, muhatabı henüz hayattayken tartışmalar yapılsın ve eleştirilere cevabı bizzat kendisi versin” diye belirlemede bulunmuştum. Belirlememde haklı çıktım. Gerçekten birçok eleştiriyle karşılaştık.

Çoğu, Serbestî dergisi editörüne ve bir kısmı da bana ulaşan sözlü ve yazılı eleştirilerde özet olarak; “Birlik ve beraberliğe bu kadar ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde böyle bir yazıya gerek var mıydı? Ulusal bir önderi niye karalıyorsunuz? Ruşen Arslan gibi birine ve Serbestî gibi bir dergiye böyle bir röportaj yapmak yakışır mı? Hain Cibranlı Kasım’ın akrabasıyla röportaj yapılır mı? Apo’nun ve PKK’nın, Şeyh Said direnişini Kemalizm adına küçük göstermeye kalktığı bir dönemde, böyle bir röportaj ellerini güçlendirmez mi?..” gibi hepsi de ideolojik kaygılar içeren konular üzerinde durulmuştur.

Röportajın aldığı olumlu tepkiler, olumsuz tepkilerin üstündedir. Röportaja yönelen eleştirilerdeki yöntemi eleştirirken, tarih ve tarihsel olaylarla ilgili bilgi edinme yöntemi üzerinde durma gereği duydum. Bunun, vereceğim cevabı daha da anlamlı kılacağını düşündüm.

Tarih kötüye kullanılabilir mi?

Bu sorunun cevabını en iyi bilebilecek durumda olan Kürt halkıdır. Çünkü yıllar yılı Kürt halkının varlığını, ülkesini, dilini, tarihini, haklarını inkâr eden “Türk Tarih Tezi” ile muhatap olmuş bir halktır. Türk Tarih Tezi üzerine kurulu ve Kürt ulusal haklarını inkâr eden Türk resmi devlet ideolojisiyle mücadelesi, yüz binlerce insanının yaşamına, sürgünlere, hapislere, halen çekmekte olduğu acılara mal olmuştur.

Tarihin kötüye kullanılmasının acısını yalnız Kürt halkı çekmemiştir. Nasyonal sosyalist rejimin hüküm sürdürdüğü dönemde faşist Almanya’daki uygulamalar ve geçmişteki Hıristiyanlığa dayalı dini ideolojinin düzenlediği “pogromlar” milyonlarca Yahudiyi katletti. Buna Osmanlı Devletinin son demlerinde, Ermeni halkına karşı uyguladığı soykırımı da ekleyebiliriz.

Tabi tarihin yanlış kullanımı, yalnız yukarıda saydığımız büyük katliam ve soykırımları yaratmış değil. Halklar arasında kin ve nefretin oluşmasına ve yıllarca devam etmesine de neden olmuştur. Bir makalede bunları uzun uzadıya sayıp dökemeyiz. Türkiye ve Yunanistan’da okullarda okutulan tarih ders kitaplarını örnek vermekle yetineceğim.

Avrupa Konseyi, tarihin kötüye kullanımını önlemek için 1954 yılından beri çalışma içindedir. Bu çerçevede 28-30 Haziran 1999 da Oslo’da Norveç Eğitim, Araştırma ve Kilise İşeri Bakanlığı ile ortak “Tarihi Kötüye Kullanma Biçimleriyle Yüzleşmek” sempozyumu düzenledi ve bu sorunları tartıştı. Bu sempozyumda tartışılan konular bence çok önemliydi ve Fransız Şair Paul Valery’nin “İnsan zekâsının bugüne kadar yarattığı en tehlikeli meyve” olarak gördüğü tarihi, tehlike olmaktan çıkarmaya çabalıyordu.

Tarihi bilgileri edinmede yöntem

Tarihi olaylar yaşanmış, bitmiş ve bir yanıyla da geleceği etkileyen olaylardır. Tarih bilgisine belgeler, kayıtlar, diğer bilgi dallarındaki incelemelerden elde edilen sonuçlar ve bir de kişilerin anlatımıyla ulaşılır.

Tarihi olayların doğa bilimlerinde olduğu gibi test edilme şansları yoktur. Tarihsel geçeklik bin yüzlüdür ve daima aranmaya muhtaçtır. “Tarihçi doğrunun elinde olduğunu iddia etmeksizin, her zaman ona varma peşinde olmalıdır. Bu düşünce namusunun buyruğuna uymayan bir kimse sahte tarihçidir.” (Laurenth Wirth’in Tarihin Kötüye Kullanma Biçimleri Sempozyumu’ndaki konuşmasından, Tarihin Kötüye Kullanımı, Türkiye Ekonomi ve Tarih Vakfı yayını, s.51)

“Tarihçiler, tarihe değişkenliğinden ötürü kuşkuyla bakarlar. Hiç kimse, eğer şarlatan değilse; tarihi olayların anlatımında doğruya ulaştığını iddia edemez. “Unutulmamalıdır ki, tarih yenilenen, sıkça yenilenen bir bilgi dalıdır; doğası gereği çok seslidir, eksiksiz yazılmayacaktır... Tarih hiçbir rahata kavuşmayacaktır; onu çok ayrıntılı yansıttıklarını sananlar, ona karşı nesnel davrandıklarını iddia edenler bile, karşılarında, her zaman eksikliği yakalayanları, değişik yorumcuları hatta suçlayıcıları bulacaktır” (Salih Özbaran, Tarih, Tarihçi ve Toplum, Tarih Vakfı Yurt Yayını. önsöz ve s. 178).

Tarihi bilgi edinmede yöntem ve araçlar, devamlı tartışma konusu olmuş ve halen olmaktadır. Bence tarihsel bilgiye ulaşmada, edinilen bilgilere şüpheli yaklaşmak koşuluyla; her bilgi ve belgeden yararlanılmalıdır.

Röportaja yönelen eleştirilerden biri de ikinci elden bilgi olmasıdır. Sözlü anlatım olarak; 1925’teki tarihi bir olayın birinci elden bilgi verecek tanıkları kalmadı. Önceden birinci elden bilgi verenlerin anlatımıyla da yetinirsek; tarihi olayların araştırmasını dondurmuş oluruz.

Ünlü Alman tarihçisi ve historicismusun kurucusu Ranke, “Tarihin ancak birinci elden (görgü tanığı veya olaylara zaman ve mekân açılarından çok yakın) kaynaklara dayanılarak yazılabileceğini” savunuyor. (Salih Özbaran, age. s. 70). Ranke’nin görüşünden yola çıkarsak; kendisiyle röportaj yaptığım Selim Kılıçoğlu’nu birinci elden kaynak sayabiliriz. 1925’te küçük bir çocuk olsa da, isyan bölgesinde doğup büyümesi, direnişi annesiyle kaçak olarak yaşaması, röportaj konusu bilgilerdeki olayları yaşamış ve Halit Bey’in en yakınında olanlardan doğrudan bilgilenmiş olması, sonuç itibariyle zaman ve mekân açısından tarihi olaya yakınlığı; onu birinci elden kaynak yapar.

Tabi tarihi bilgi ve belgelere ulaşmayı sınırlayan birçok neden vardır. Ki, bunun başında resmi ideoloji gelir. Resmi ideoloji derken, yalnız devletleri kastetmiyorum. Bunun içine örgüt ve kurumları da koymak gerekir. Çünkü onlar, yalnız kendi “doğrularının” öğrenilmesini isterler. Onların istemedikleri belge ve bilgilere ulaşılamaz, ulaşılsa da bunların yayımlanması ceza tehdidiyle ya da hain görülme, yurtseverliğe aykırı davranma, örgüte ve halka ihanet gibi manevi müeyyidelerle karşılanır. Resmi tarihe ne kadar tarih diyebiliriz? Bunun cevabını Laurent Wirth veciz bir şekilde veriyor: “Tarih öğretmeninin rejim adına öğreteceği herhangi bir doğru olamaz.” (age s.51) Carr’ın ise başka bir veciz belirlemesi var: “Beyin yıkayan kimsenin kendi beyni de yıkanmıştır.” (E.H. Carr, Tarih Nedir?, Birikim yayınları 1980, s.54). Ünlü Fransız yazar ve düşünür Albert Camus ise “Resmi tarih, oldum olası büyük katillerin tarihidir” der. (Albert Camus’dan Ruha Dokunan Düşünceler, hazırlayan Ömer Sevinçgil, Carpe Diem Kitap Yayınları, s.25)

Bu genel açıklamalar ışığında, yakın Kürt tarihinin öğrenilmesindeki zorluklar ortadadır. Konuyu bir örnekle sonlandırmak istiyorum: Osman Aydın “Kürt Ulus Hareketi 1925” adlı eserini hazırlarken; Şeyh Said ve arkadaşlarının idam edildiği dosyayı görmek ister. Bunun için o zamanki Meclis Başkanı Hüsamettin Cindoruk’a başvurur. Söz konusu İstiklal Mahkemesi dosyası TBMM’dedir. Hüsamettin Cindoruk dosyayı bulunduğu odada yalnız uzaktan gösterir ve incelemesine izin vermez. Bu olayı bizzat Osman Aydın bana anlatmıştı.

Tarihi niye öğreniriz?

Tarih sırf heves için öğrenilmez. Günümüz ve geleceği anlamak, geçmişle arasındaki bağı kurmak için tarih öğrenilir. Bu da bugünkü yaşayışımız ve geleceğimizle ilgili politikalar ve projeler saptamak için gereklidir. Fernand Braudel “Geçmiş ve şimdiki zaman birbirlerini karşılıklı olarak aydınlatmaktadır” derken bunu kastediyordu.(Fernand Braudel, Tarih Üzerine Yazılar, İmge Kitabevi 1992, s.69). Tarih, geçmişten ders çıkarmak için öğrenilmesi zorunlu bir daldır. “Eğer tarihi öğrenmezsek; onu tekrar yaşamak zorunda kalırız.” (Santanye, Tarih ve Tarihçi Annales Okulu İzinde, Alan Yayıncılık, 1985 s.7)

John Tosh, “Tarihten öğreneceğimiz bir şey var mı?” diye kendisine soruyor ve “Kuşaklar boyunca tarihçiler ile okurları, bir şey öğrenebileceğimize inandı. İki konuda kendilerine yol göstermesi için tarihe yöneldiler- hala yöneliyorlar: Daha önce ortaya çıkmış durumlarda nasıl davranmak gerektiğini görmek için ve zamanın akışı içinde hangi noktada yer aldıklarını, dolayısıyla da önlerinde nasıl bir geleceğin uzanıyor olabileceğini anlamak gibi kapsamlı bir nedenle.” diye cevaplıyor.(Salih Özbaran, age. s. 18-19)

Tarihin bu görevini yerine getirebilmesi, durmaksızın araştırmak ve doğru peşinde koşmakla mümkündür. Ama ne yazık ki tarih, çoğu zaman bu görevini yerine getirmek durumundan uzaktır. Onun için Carr; “Bizim okuduğumuz tarih, doğrusunu söylemek gerekirse, hiç de olgusal değildir, bir dizi kabul edilmiş yargılardan ibarettir” diyor. (E.H. Caar, age. S.21)

“Şeyh Said Yakalandı mı, Teslim mi Oldu?” makalesine yönelen tepkilerde karşılaştığımız gibi; “kabul edilmiş yargılarla” yola çıkarsak neyi araştırıcağız? İdeolojiler, kurallar, değerler bizi bağlamayacak mı? Tarih raflarda duran kitap değil ki... Unutulmamalı ki, tarih bir inanç alanı değil, bilgi alanıdır.

Sorun, tarihsel olaylara bilimsel yöntemleri kullanarak mı, yoksa mürit olarak mı yaklaşacağımızda düğümlenmektedir. Wirth bunu kurutma kağıdı ve mürekkep benzetmesiyle açıklar ve “Öğrencilerimizin zihinleri kurutma kâğıdı gibi değil, süzgeç kâğıdı gibi olmalıdır” der . (Laurenth Wirth, age.30)

Her ulus gibi Kürt ulusunun da kendi kimliğini ve tarihini korumasından meşru bir şey yoktur. Buna kimsenin itirazı olamaz. Ancak bu, tarihi doğruları araştırmaya engel olmamalıdır. O zaman, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Ermeni Konferansı düzenlenmesini vatan hainliği gören Türk Adalet Bakanı’ndan ne farkımız kalır?

Biz işin neresindeyiz?

Eleştiri konusu olan röportaja sunuş yazımda; “Türklerin yanlış siyasi ve ideolojik uygulamalarını Kürtleştirerek içselleştirip adapte olduğumuz bir gerçektir” diye belirlemede bulunmuştum. Bu belirlememi açıkça doğrulayan bir eleştiriyi sizinle paylaşmak istiyorum.

Gelen eleştirilerden birinde; Selim Kılıçoğlu, Cibranlı Kasım’ın akrabası olduğu için hain olarak ilân ediliyor. Türk devletinin, bir Kürdün “suç”undan dolayı ailesini, köy halkını, aşiretini hatta Lice’de olduğu gibi tüm ilçeyi suçlayıp yakıp yıktığına çok tanık olmuşsunuzdur. Hâlbuki modern ceza hukukunun en temel ilkelerinden biri, suçun ve cezanın şahsiliği ilkesidir. Hiç kimse başkasının fiilinden dolayı suçlanamaz ve cezalandırılamaz. Okuyucu, Kasım’ın direnişteki ihanetinden dolayı tüm akrabalarını ve giderek çok büyük bir aşiret olan Cibran aşiretini suçlamış oluyor. Hem de bunu Şeyh Said’i korumak adına yaparken, onun Kasım ile bacanak olduğunu unutuyor.

Röportajın bir araştırmamla ilgili olduğunu belirtmiştim. Selim Kılıçoğlu’nun iddialarının her açıdan tartışılması gerektiğine inandığım için, röportajın bu kısmını yayınladım. Hiçbir yorum da yapmadım. Tarihçi değilim, ama iyi bir tarih izleyicisi olmaya çalışıyorum. Onun için öncelikle teorik olarak tarihin ne olduğunu öğrenmeye çalıştım. Orada “Tarihçi, olguların ne aciz kölesi ne de zalim bir efendisidir. Tarihçiyle olguları arasındaki ilişki bir eşitlik, bir alışveriş ilişkisidir” prensibini öğrendim ve doğruluğuna inandım. O açıdan, 1925’deki direniş konusunda yazılanları, ne peşinen ret ve ne de kabul etmem söz konusu değildir. Genel kabul dışındaki aykırı bir iddianın yarattığı bunca korkuyu da anlamış olmadığımı itiraf edeyim.

Eleştiricilerin üzerinde en çok durdukları nokta, röportajda Kılıçoğlu’nun, Şeyh Said’in teslim olduğu iddiasıdır. Bu, sonuçta araştırılması gereken bir iddiadır. Bana göre; Şeyh Said’in yakalanmış olması değerini artırmayacağını gibi, teslim olması da eksiltmez. Savaştığı güçle arasındaki dengesizlik göz önüne alındığında; teslim olsaydı bile, bunu savaşın bir sonucu saymak gerekecek ve bu, Şeyh Said için bir eksiklik oluşturmayacaktı. Savaş sonuçta güç, olanak ve konjonktür sorunudur. Savaşın sonunda bir yenen(ler) ve bir de yenilen(ler) olur. Savaş bir yerde ölme-öldürme; esir alma-esir olma; teslim alma- teslim olma; çatışma ve barışın toplamıdır. Önemli olan; Şeyh Said ve arkadaşlarının hangi amaç uğruna savaştıklarıdır.

Kaldı ki, Şeyh Said’in yakalanmadığı ve teslim olduğu iddiası ilk kez Selim Kılıçoğlu tarafından ortaya atılmış da değildir. Bu makaleyi yazdığım sırada, Metin Aktaş’ın DOZ Yayınları’ndan çıkan ve enfes bir tarihi roman olan “Nişancı”yı okuyordum. Şeyh Said’i öldürmekle görevlendirilen roman kahramanın etrafında 1925 direnişi anlatılıyor. Romanda taktik de olsa, Şeyh Said’in teslim olmayı kabul ettiği belirtiliyor. (age. s.316) Her roman gibi, bu romanda da doğası gereği kurgu vardır. Metin Aktaş kurguyu, tarihi gerçeklik olarak kabul ettiği olaylar üzerine inşa etmiş. Bunu yapabilmek için yalnız yazılı tarihi bilgilere değil; Muş, Bingöl, Elazığ ve Diyarbakır’da halk arasındaki sözlü anlatımlara da dayandığı anlaşılıyor.

Şeyh Said’in yüceltildiği ve insanın bitirmeden elinden bırakamayacağı bu romanı, herkesin ve özellikle de “Şeyh Said Yakalandı mı, Yoksa Teslim mi Oldu?” başlıklı yazı ve röportaj üzerine; röportajcısının, kendisiyle röportaj yapılanın ve bu röportajı yayınlayan yayın organlarının yurtseverliklerini sorgulayanların okumasını isterim.

“Tarih, genel olarak insanların yapmadıklarının değil, yaptıklarının kaydıdır; bu bağlamda ister istemez bir başarı öyküsü olmaktadır” diyor Carr. Bence işin can alıcı noktası buradadır. Direnişi bastırmak, Şeyh Said’i yakalamak; tarihe Türk devleti için başarı olarak düşülmüştür. Bir de işi, bir halkın tüm haklarını gasp etmek, seksen yıl sonra aynı sorunla boğuşmak, bu yüzden gücünün üstünde bir ordu beslemek, sağlık ve eğitim açısından dünya standartlarının çok gerisinde olmak, ekonomik krizlerle cebelleşmek, yani yapmadıkları açısından ele alırsak; Türk devletini başarılı mı sayacağız?

Aynı şeyi Şeyh Said açısından ele alırsak; röportajdaki önemli iddialar; “Piran’daki provokasyona gelinmeye bilinir miydi? Azadi Örgütü 1925’te bağımsızlık için silahlı mücadeleye karar vermiş midir? Vermişse; hareketin bölgesel kalışının nedeni nedir? Cibran, Hesanan, Zirkan aşiretleri harekete başından beri katılmış mıdır, yoksa devlet tarafından üzerlerine mi gelinmiştir? Şeyh Said 13 Şubat öncesi Azadi Örgütü’nün manevi liderliğine getirilmiş midir? Şeyh Said ailesinin harekete maddi katkısı olmuş mudur, olmuşsa ne miktardadır? Kürt halkının mezhep ve tarikatlara bölünmüşlüğü göz önüne alındığında; Nakşibendi Tarikatı lideri Şeyh Said’in, hareketin önderi olması; hareket için bir avantaj mı yoksa dezavantaj mı oluşturmuştur?” incelenmelidir. Mevlana’nın dediği gibi “Sual de bilgiden doğar, cevap da...”

Ben isyan bölgesinde doğup büyüdüm. 1925 ve Ağrı direnişleriyle ilgili birçok olay dinledim. Selim Kılıçoğlu’nun röportajda anlattıklarından ilk kez duyduğum şeyler olduğu gibi, birçoğunun ise halk arasında konuşulan, nesilden nesile aktarılan şeyler olduğunu biliyorum. Tüm bunların nesnel tarihi olaylar olarak açığa çıkmasının, bugün eli kalem tutan neslin önünde duran bir görev olduğuna inanıyorum.

İkinci bir görev de genelde kör inanış, ideolojik dar görüşlülük, faydacı yaklaşımlar, hainlik ve yurtseverlik edebiyatıyla özgür ve bilimsel çalışmaların önünü tıkamamak, özgürce düşünen beyinlerin yetişmesine yardımcı olmaktır. Aksi durumda; siyaset biliminde obskürantizm denen ve cehaleti tercih eden siyaset mesleğini seçmiş oluruz. Ne var ki bazıları, kendileri gibi düşünmemizi, herhangi bir konuda kendi bildiklerinin ötesinde bir şey bilmememizi istemektedirler. Cesare Pavese böyleleri için güzel bir belirlemede bulunur: “Okurken aradığımız yeni düşünceler değil, kendi düşüncelerimizin basılı sayfada doğrulandığını görmektir.”

Yine okuyuculardan biri; benim ve röportajımın yayınlandığı Serbestî ile Gelawej’in, okuyuculardan ve Şeyh Said ailesinden özür dilememizi istiyor. Ben keramete değil, emeğe inanırım. Kürt ulusal davasına emeği geçen herkese büyük saygı duyarım. Bu bağlamda saygı duyduğum en önde gelen isim Mele Mistefa Barzanî’dir. Ki ona da, eleştirel bir gözle yaklaşırım. Yaşamını Kürt ulusal davası uğruna vermiş bulanan Şeyh Said’e saygı duymamam düşünülemez. Yazı ve düşüncelerimi takip edenler, bunu en iyi bilebilecek durumdadır.

Mele Mistefa, Qazî Mihemmed ve Şeyh Saîd gibi tarihi Kürt kişilikleri, ailelerinin değil; tüm Kürt halkının değerleri olarak kabul ederim. Onların değerlerinin otomatikman oğullarına ya da torunlarına geçtiğini kabul edemem. Nitekim bunun tarihteki en çarpıcı örneği Übeydullah Barzanî’dir. Babası BAAS iktidarına karşı savaşırken, o Bağdat’ta BAAS rejiminin bakanıydı. Nitekim ulusal hareket onu hain ilan etmişti. Bu nedenle Kürt halkının değerleri olarak kabul ettiğim ve yukarıda adlarını saydığım tarihi şahsiyetlerin ailelerine herhangi bir Kürt ailesi gözüyle bakarım. Şeyh Said ailesiyle sıradan bir Kürt ailesinin benim yanımda farkı yoktur. Çünkü ne bu ailenin ve ne de başka bir ailenin müridiyim.

Anılan okuyucu, bizlerin Kürt halkından özür dilemesini isteseydi yadırgamazdım. Bir görüştür diye değerlendirir, haklı görürsem kabul ve haksız görürsem reddederdim. Her Kürt ailesinde rastlanabilecek yurtsever fertlerinin yanında, bir kısmı Türk düzen partilerinde ikbal aramış veya bulmuş ya da Kürt ulusal mücadelesiyle ilgisi olmamış, hatta karşı olmuş aile fertleri de içinde olmak üzere; tüm Şeyh Said ailesinden özür dilememizi istemenin insaf ölçülerini zorlaması gerektiğine inanıyorum.

Yukarıda da değindiğim gibi, tartışma konusu röportaja gelen olumlu tepkiler, olumsuz tepkilerden daha fazladır. Bunca uzun bir makaleyi aleyhte yorumlar var diye de yazmadım. Hele niyetim kimseyi ve ailesini incitmek hiç değildir. Eleştirileri detaylandırmam ise, rasyonelliğe ne denli ihtiyaç duyduğumuzu anlatabilmek içindir.

Diyeceklerimi Wendel Phillips’in sevdiğim sözü ile bağlıyorum: “Doğruluk sonsuzluğun güneşidir, nasıl olsa doğar!”

İstanbul, Ekim 2005

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.

7378 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:14:55:08
x