Aslı Aydıntaşbaş bugünkü \"Cizre\'ye gel Cizre\'ye\" başlıklı köşe yazısında Cizre\'de yaşanan olaylara dikkat çekerek, \"Süreç, çok yavaş ve cılız. Süreç için kurulan mekanizma da hakeza. Yeterince derinlikli ve kurumsal değil. İptidai. Orta Doğu’nun bu konjonktüründe, Kürt sorunu artık ayda bir kaç defa İmralı’ya gidip sohbet ederek çözülecek bir mesele olmaktan çıktı\" dedi.
Aslı Aydıntaşbaş\'ın Milliyet\'teki köşe yazısının tam hali şöyle:
Gel de kızma. Geçen hafta akın akın Paris’e koşan medya, merak edip son bir aydır tam bir savaş alanına dönen Cizre’yi yok farz ediyor.
Bu eleştiriye, kendimi de dâhil ediyorum! Günlerdir Cizre’de bir çocuk öldü, iki çocuk öldü, üç çocuk öldü diye ufak haberleri okuyup, sayfayı boş bakışlarla çeviriyoruz. Cizre meselesi televizyon kanallarında Paris’de yaşanan olayların 10’da biri kadar bile yer tutmuyor. Ancak, bu arada kentte hendekler kazılıyor, çatışmalar yaşanıyor, insanlar ölüyor.
Sahi, Cizre’de ne oluyor?
Neyse ki Hüseyin Yayman, hiçbirimizin göstermediği refleksi gösterip geçen hafta Cizre’ye gitmiş. 3-4 gündür Vatan gazetesinde çıkan izlenimlerini, ilgiyle okudum, çok faydalandım. Yayman genelde “hükümete yakın bir akademisyen” olarak anılır; ancak bu etiket, bu yazı dizisine ‘haksızlık’ olur. Yıllardır Kürt sorununa odaklanan akademisyen, gördüğü resmi tüm çıplaklığıyla anlatmış. Anlattığı, karmaşık, kimin ne yaptığı tam belli olmayan, kimsenin de günahsız olmadığı çetrefil bir tablo.
Örneğin, suç işleyecek gibi dolaşan “plakasız polis araçları” kavramını, ilk orada okudum. Geceleri güvenlik güçlerinin geri çekilerek, sanki Afganistan-Pakistan sınırındaki El Kaide bölgesiymiş gibi Cizre’yi havadan insansız hava uçaklarıyla denetlediğini de... İktidarın cemaatle olan kavgasının, bölgedeki emniyet ve bürokrasi ağının yapısı yüzünden çözüm sürecine doğrudan yansımaları olduğunu kaygıyla okudum . Kandil’in Cizre’de “kanton pratiği” denemesi yaptığını da, devletin güvenlik güçlerine karşı cezasızlık siyaseti izlediğini de net bir biçimde anladım...
Gelin Yayman’dan devam edelim: “Ortada cevapsız sorular var. Cizre emniyet müdürü neden bu kadar değişiyor? Paralel yapı iddiaları neden araştırılmıyor? Hendekler açılmadan önce neden gerekli tedbirler alınmadı? Sadece son bir ayda dört çocuk hayatını kaybetti. Emniyet bu ölümlerin sorumlusunun kendileri olmadığını söylüyor. Peki, tamam da fail kim? Bu failleri kim bulacak? Polis araçları neden plakasız dolaşıyor? 90’lı yıllarda olduğu gibi kimliği belirsiz kişiler akşam karanlığında ortaya çıkıyor. Şeyh Sait Seriyyeleri diye yeni bir grup çıktı. Bu grup kim? Kimse bilmiyor.”
Tüm bunlar, kaygılanmamız için yeterli sanırım. Benim Hüseyin Yayman’dan anladığım, Cizre, tam anlamıyla bir “90’lı yıllara dönüş” provası. Çözüm sürecinin kırılganlığının test edildiği yer. Herkesin ayrı hesabı var. Ama ne devlet, ne Kandil, ne de İmralı tam olarak duruma hâkim. Ciddi bir sürükleniş var ama bunu durdurmak için kuvvetli bir irade yok.
Aslında “o irade”, ancak “çözüm sürecinin” ilerlemesiyle oluşabilir. İşte sıkıntı da tam burada. Süreç, çok yavaş ve cılız. Süreç için kurulan mekanizma da hakeza. Yeterince derinlikli ve kurumsal değil. İptidai. Orta Doğu’nun bu konjonktüründe, Kürt sorunu artık ayda bir kaç defa İmralı’ya gidip sohbet ederek çözülecek bir mesele olmaktan çıktı.
Herkes çözüm istese de, bu cılız mekanizma, bu ölçüde devasa bir yük ve beklentinin altında, ezilip kalıyor..