Bilindiği gibi, yaklaşık yüz yıl önce dönemin iki emperyal devletinin (İngiltere ve Fransa) Ortadoğu'da çizmiş oldukları Sykes-Picot gizli antlaşmasının sınırlarını çizdiği devletlerin, günümüzde artık eskidiğini, ihtiyaçlara cevap vermediğini, bir engel ve tıkaç hale geldiği sıkça telaffuz edilen bir konuydu. Günümüzün güçlü küresel devletleri (Amerika, Fransa, İngiltere ve Almanya'nın ve de bölgenin bir gücü olan İsrail'in) Ortadoğunun yeniden dizayn edilmesinde, günümüze kadar gelen bu talihsiz ve yıkıcı durumdan en fazla zarar gören mağdur milletlerden biri de Kürtlerdi. Bu paylaşım ve bölüşümde ülkeleri dört parçaya bölünmüştü. Bu bölünme ve parçalanmayı takiben, ulusal varlıkları ve dilleri inkar edilerek yok sayılmışlardı. Bu büyük haksızlık düzeltilmeden düşünülen bu yeni dizaynın istenen başarıyı göstermesi de mümkün olmayacaktı. Adı geçen bu güçlü küresel devletler, soğuk savaş döneminde NATO üyesi olarak Sovyet yayılmacılığına karşı yıllarca bu devletlere jandarmalık yapmış tekçi ve inkarcı Türk devletine telkin ve dayatmalarda bulunarak, Kürtler adına ortaya çıkmış ve "son kalkışma" adı verilen silahlı mücadele muhatabı olarak kabul edilen PKK'nin lideri Abdullah Öcalan arasında bir mutabakat yapıldığı resmen açıklandı.
Belli ki üzerinde yıllarca çalışıp konu olgunlaştırıldıktan sonra, kamuoyu ve dünyaya da deklare edilmişti. Öcalan'dan öncelikli olarak örgütünü feshetmesi (PKK) ve silah bıraktırmayı sağlaması talep edilmişti. Türk devletine de, anayasa ve yasalarında demokratik reformlar yaparak bu büyük sorunun barışçıl bir şekilde çözülmesi yönünde ikna edildiği anlaşılıyor. Türk devleti buna ne kadar hazır ve uyar, onu zaman gösterir. İlk adımı Öcalan'dan bekleyen bu işin sahipleri, PKK nin kendisini feshetmesini ve silah bıraktıklarını ilan edilmesi istendi. 25-27 Mayıs 2025 tarihinde Öcalan'ın da telekonferans ile bağlanarak, üzerinde çok çalışarak formüle ettiği "Perspektif" adlı 7 sayfalık makaleyi partisinin kongresinde okudu. Bu gerekliliğe gerekçe olarak felsefi, sosyolojik ve yer yer pozitif bilimlere atıflar da yaptığı makaleyi örgütünün bunu kabulüne sunmuş oldu. Öcalan'ın "Neden bunlar gerekli?" sorusuyla kafaları karışık olan örgüt mensuplarına bu dayanak tezlerle çıktı. İleriye sürdüğü dayanak tezler, hem felsefi hem sosyolojik ve hem de ahlaki değer yargılarıyla çeliştiği çok açıktır. Bu satırların yazarı, her yönüyle haklarını savunduğunu iddia ettiği Kürtlere çok büyük zararlar verdiği gibi, Bu toplumun diğer üyelerine de (Türk ve diğer halklar) şiddet sarmalı içine çektiği için PKK'nin lağvedilip silah bırakmasını savunmuştur. Fakat kongrede, okuduğu tespitlerin tümüne katılmak mümkün değil. Dönemin siyasi ve sosyolojik Konjonktürünün her yönüyle hazır olmadığı bir mücadeleyi hayatları pahasına yürütmüş, bu uğurda hayatlarını vermiş dönemin liderlerine hakarete varan suçlama ve saygısızlık yapmasına yönelik ifadelerine karşı somut bazı eleştirilerde bulunacağız.
Okuyucular bağışlasın. Bu makalede felsefe, sosyoloji, pozitif bilim alıntıları ve etik gibi değerlerin de işin içine girilmiş olması bazılarına sıkıcı gelebilir. Bu eleştiri ve tespitler, aynı zamanda ahlaki ve vicdani bir sorumluluktur. Öcalan bu duruma neden ve nasıl geldikleri konusunu “Perspektif” adını verdiği 7 başlık altında toplamış. Bu açıklamalar, örgütünün yayın organı olan Serxwebûn adlı dergilerinde de dünya Kamuoyu ile de paylaştılar. Giriş bölümünde PKK'yı neden kurdukları sorusunu sorduktan sonra, cevabı yine kendisi vererek "PKK Kürt varlığını kanıtlama ve özgürlüğün kapısını aralama hareketidir." diyerek başlıyor. Sonra, daha önceki Kürt başkaldırılarına önderlik eden şahsiyetleri karalayıp küçümseyerek ve aşağılayarak devam ediyor. "...
Bu geleneksel Kürtlük yok edildi. Geleneksel Kürtlük demek, geleneksel Kürt varlığı demektir. Ve o Kürt varlığının son iki lideri idam sehpasında bitişi ifade etmişlerdir ve bir miras bir anı bırakmışlardır. Neydi Şeyh Said’in sözleri: “Hani savcı bey vaat etmiştin, birlikte bir ziyafet çekecektik. Kuzulu muzulu ne oldu?” diye bir soru soruyor. Bu dini gaflettir, çünkü dindar bir Nakşi şeyhidir. Aslında hazin bir trajik yanılgının ifadesi oluyor, o sığındığı ideolojinin ne kadar yanıldığını ortaya koyuyor, bunu yüzüne vuruyor. Seyit Rıza’nın da işte benzeri, “Ben sizinle baş edemedim, bu bana ders olsun; ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun” sözü daha anlamlı bir sözdür. Bu söz hem kandırılmayı ifade ediyor. Hem de son anda teslimiyeti dayatmışlar, “teslim ol idamdan kurtul.” “Hayır teslim olmam bu da size dert olsun” diyor. Gerçekten dert kaynağı olarak bırakıyor Dersim’i… Bunu ifade ediyor. Sonuçta iki gelenek de hem Nakşi geleneği hem Alevi geleneği ya da Sünni Alevi geleneği; aslında her ikisi de uydurma."
Burada açıkça tarihi bir gerçeklik çarpıtılarak tersyüz edilmiş, bütün ahlaki değerler ayaklar altına alınarak, kendisinin beceremediği içinde çırpınıp durduğu bu felaketin sorumluluğundan kurtulabileceğini ve üste çıktığını sanıyor. Tarih elbette bunu tüm gerçekliği ile ortaya koyacaktır. Şimdi bu başkaldırıların gerçek özet bir panoramasını çıkaralım. O dönemde İttihatçı katiller ve onların devamı Kemalistlere büyük bir fırsat çıkmış ve onlara gün doğmuştu. Büyük bir toprak parçası üzerinde (Rusya) Neo-Rus milliyetçileri Bolşevikler tarafından 1917 yılında bir ayaklanma ile Çarlığı devirerek iktidara geldiler. Bolşevikler kendilerini "Komünist" olarak tanıtarak, Kemalistlerin fırsat bu fırsat diyerek, dünya hakimi iki güçlü emperyal devleti (İngiltere ve Fransa) yola getirmek için “Bizi görmezden gelirseniz Bolşeviklere yaklaşırız" tehdidiyle ikili oynamış hatta uyduruk sahte bir komünist partisini kurdurarak bütün yetkililer bu partiye üye olmuşlardı. Lozan'da kabul edilen Türk etnik temelli bu devletin bağımsızlığını tanıyarak, ona uluslararası meşruiyet tanıdılar. Bunu fırsat olarak değerlendiren İttihatçı-Kemalist rejim, cumhuriyetin kuruluşundan bir yıl sonra, dönemin şartlarına göre Osmanlı’nın merkezi coğrafyasında Ademi-Merkeziyetçi bir yapı öneren 1921 anayasasının bir meclis darbesiyle ortadan kaldırılarak, Türkçülük kimliğine dayalı tekçi ve inkarcı 1924 anayasasını getirdiler. Mustafa Kemal'in Anadolu kongrelerinde, Kürtlere verdiği sözlerde; "Kurulacak yeni devlet Türklerin ve Kürtlerin ortak devleti olacaktır" sözü yerine getirmeyerek Kürtlere ihanet edilmişti. O dönemde, bırakın Kürtleri, Türklerin ezici çoğunluğunda bile bir milli kimlik şuuru yoktu. Osmanlının Ümmet anlayışından gelen Müslüman halklara "siz nesiniz?" diye sorulduğunda; "Elhamdülillah Müslümanız" denirdi.
O dönemde, Kürt aydın, seküler ve entelektüelleri parmakla sayılıyordu. Kürt Teali Cemiyeti, Osmanlı tebaası olarak bazı kültürel haklar talep ediyordu. Kürt aydın ve entelektüellerinin kurdukları bağımsızlık yanlısı Azadi Cemiyeti ise yeni kurulmuş. Bu milliyetçi seküler Kürt aydınlarını Kürt toplumunun büyük çoğunluğu tanımıyordu. Liderleri de Miralay (albay) Cibranlı Halit Beydi. Kemalistlerin Kürtlere ihanet etmesini kabul edemeyen bu aydınlar, bir çare arıyorlardı. Kürdistan'da çok geniş bir mürit kitlesine sahip Nakşibendi tarikatının bir kolu olan Şeyh Said Efendi'nin liderliğini yaptığı bir tarikata bu teklif götürüldü. Şeyh Said Efendi iç ve dış siyasetle ilgisi olmayan uhrevi bir din alimiydi. Azadi örgütünün liderleri Şeyh Said ile bu kalkışmayı istişare ederek anlaştılar. Bir isyanın başarıya ulaşabilmesi için organize güçlü bir örgüte, kesintisiz silah tedarikine ve elbette bir kitle tabanına ihtiyaç vardı. Şeyh Said Efendiye bacanağı Yüzbaşı Qasım’ın ihanet ederek onu devlete esir düşürmesi, uyduruk mahkeme sürecinde bu işin lideri olup olmadığı sorusuna açık bir şekilde şöyle bir cevap vermişti: "... Bu kıyamı biz istemedik, onu kucağımızda bulduk" diyecekti.
Azadi cemiyetinin önde gelen üyeleri Şeyh Said Efendiye; "Efendim, Rom devleti (Türkler) Rusya ile, İngilizlerle, Fransızlarla, ve Almanlarla irtibat halindeler, onlardan ağır silahlar ve para yardımı alıyorlar. Dışarıdan bir yardım alamazsak bu işi başaramayız" dediklerinde, Şeyh Said; "Uygun olmaz. Türklerde Müslüman. Adından bahsettiğiniz ülkeler bir gün bu topraklardan gidecekler, Türklerle birbirimizin yüzüne nasıl bakarız?" diyerek noktayı koymuştu. Konjonktür her yönüyle Kürtlerin aleyhine oldu ve bu hareketin başarıya ulaşma şansı da sıfır gibiydi. Dersim başkaldırısı ve katliamı da yine sinsice ve vahşice bastırılmıştı. Üstelik, Dersim halkını kadın çocuk demeden mağaralara doldurup zehirli gazlarla katletmiş, Ermeni yetimi Sabiha Gökçen'e köyler bombalatılmıştı. Öcalan ve PKK ile aynı ideolojik gıdadan beslenen pozitivist bakışa sahip olan TKP, bu katliamı gizleyerek olayı; "Dersimde gerici Kürt feodalleri ile reformcu Kemalist yönetim arasında baş gösteren çatışmalar" olarak bunu dünya kamuoyuna duyuracaktı.
Şimdi bu konu ile ilgili sorularımızı soralım: 1925 ve 1937- 38 yılları Kürtlerin ulusal bağımsızlık ve özgürlük mücadeleleri için son derece elverişsiz şartlara haizdi. Şeyh Said Efendi de, Seyid Rıza'da bu yenilginin ardında düşman devletin eline düşerken "Çok pişmanız. Büyük bir hata yaptık. Devletimizin büyüklüğüne sığınıyoruz. Bize görev verin hizmet edelim" demişler miydi? Tabiki hayır. Yenildiler ve onurlarıyla dar ağacına çıkıp, celladı da iterek ipi boyunlarına geçirdiler. Sorularımıza devam ediyoruz: Kürt gençlerinin büyük bir heyecan ve bilinçle, partiniz PKK'nin "Bağımsız Birleşik Kürdistan için yola çıktık” dediğinde, akın akın dağlara çıkan Kürt genç kızları ve erkekleri, süreç içinde sayıları on binlere ulaşan, bu insanları, Ortadoğu cehenneminde Kürt bağımsızlığı ve özgürlüğü için değil, bölgesel aktörlerin kendi aralarındaki devlet çıkarları gereği sürtüşmesinde bu muazzam gücü örgütsel ve bireysel çıkarlar için pazarlık konusu yaptınız mı yapmadınız mı? Gerek silahlı gerilla gücü ve gerekse sivil alandaki on binlerce Kürt bu ölümcül kararları alırken; “özgür Kürdistan” için mi? Yoksa devletler hukukunda ve siyasal literatörde hiç bir anlamlı ve karşılığı olmayan "demokratik ulus" "demokratik konfederalizm" için mi canlarını feda ettiler? Bu insanları kandırdığınız için ahlaki olarak kendilerinden ve ailelerinden geç kalınmış ta olsa bir özür de onlar için dileyecek misiniz?
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.