Kürt siyasal hareketi nedir gerçekten? Onu sadece ‘Kürtlük’le tanımlayabiliyor muyuz mesela? Yani Kürt hareketi, kurulduğu günden bugüne dek, sadece bir direk bulup bayrak çekmeyi dert edinen bir hareket midir? Katılalım katılmayalım, onu yöneten aklın yazdığı sayfalar, ciltler dolusu ekonomik, sosyal, kültürel, ekolojik görüşler yok mudur ki, iş terminolojik adlandırmaya gelince yalnızca Kürt kelimesini yeterli buluyoruz?
Nazım Hikmet, “Putları Yıkıyoruz” kampanyasının son şiirinde, o devrin bir nevi trolü olan Hamdullah Suphi’ye ayırdığı ‘Cevap No 3 / Bir Komik Adem” başlıklı şiirini şöyle bitirir: “Bu yazının kâfi derecede kuvvetli olmadığını muterifim. Kabahat bende değil. İlham edende…” Demek bezmiş adam iyice; hep aynı saçmalıklarla uğraşmak kolay değil. Engels de Dühring divanesiyle uğraşırken mızıldanıp durur hep. Tuğla kadar kitaptır Anti-Dühring ve bir sürü yanlışı düzeltmek için yazılması da gerekmiştir ama bir yandan da her satırda “nereden bulaştım ben bu işe” havası hissedilir.
Mücahit Bilici’nin geçen hafta Gazete Duvar’da yayınlanan yazısı üzerine düşünürken bana olanlar da aşağı yukarı böyleydi. Baştan aşağı üsttencilik, akıl fikir verme ve küçümsemelerle dolu kötü bir yazıydı ve sonuna kadar okumak bile yeterince zorken, üstüne bir de yazı yazmak iyi fikir değildi sanırım.
Yine de başladık bir kez artık ve başlamak için ‘dürüstlük’ kavramı uygun bir seçim gibi görünüyor… Her şeyden önemli olan bu çünkü: Dürüstlük… İnsan kişisel yaşamda da, politikada da, ne düşünüyorsa, neye inanıyorsa, retorik uğruna evirip çevirmeden, “aslında ben şöyleyim ama…” gibi girizgâhlara başvurmadan yeke yek söylemelidir. “Ben hayvan beslemeye karşı değilim ama” diye söze başlayıp bahçedeki köpeğimizi tasfiye etmek isteyen komşumuza da söyledim geçenlerde: Seviyorsan gel konuş, sevmiyorsan doğru düzgün söyle, çekinecek ne var bunda?
Solu, sosyalizmi sevmeyebilirsiniz örneğin; memlekete ve dünyaya faydasız, hatta zararlı olduğunu düşünebilirsiniz. Mücahit Bilici sevmiyor mesela. Sorun yok. Sevmesin. Öyle bir mecburiyet de yok. Zaten siyasal akımlar söz konusu olduğunda sorun ‘sevmek’ değil, o akımın dünyaya, insana, kurda kuşa dair doğru bir yaklaşım ve pratiğe sahip olup olmadığı konusunda ne düşündüğünüz sorunudur. Yani öyle laf arasında bakın bunları yazıyorum ama aslında sola “düşmanca değil dostane bakan biriyim” diye özel tanımlamalar yapmanıza gerek yok, bunun bir kıymet-i harbiyesi de yok. “Dünyanın her yerinde sol bir toplumun vicdanını ve adalet arayışını temsil eder. Sağ ise nefsini ve tahakkümünü” gibi şatafatlı ama sığ cümleler de bu fasılda çok anlamlı değil. Öncelleriyle birlikte düşünüldüğünde neredeyse 200 yıldır varlığını sürdüren bir dünya görüşü ve pratiğin bu anlamda Mücahit Bilici’den bir ‘like’ beklentisi yok zaten. Sosyalizm fikriyatı, onca zamandır nice muarızlarıyla hesaplaşarak yürüyüp gelmiş; bir eksik bir fazla, ne fark eder?
Mücahit Bilici, Kürt siyasal hareketini de sevmiyor. Hatta onun Kürtlere zarar verdiğini düşünüyor. Hakkını yememek lazım ama. Bu konuda daha net. Sadece son yazısında değil, daha önceki yazılarında da sürekli olarak Kürt halkının iradesi (ya da oyları) konusunda bir ‘tekel’in, hatta bir ‘vesayet’in varlığından söz ediyor ve tabii ki bu ‘tekel’i yaratan gücün devreden çıkmasını (ya da belki çıkarılmasını?), böylece ‘gerçek siyasetin’ yolunun açılmasını istiyor, bunu da gizlemiyor zaten. Gerçi, söz konusu ‘tekel’in 40-50 yılda yaratılmış bir durum olduğunu bilen biri olarak, tasfiye konusunda biraz fazla iyimser görünüyor ama kendi bileceği iştir, bizi ilgilendirmez.
Üçüncüsü, ilk ikisinin devamı ve mantıki sonucu olarak Mücahit Bilici, HDP’yi de günahı kadar sevmiyor aslında. Ama o konuda bir umudu var sanırım. Yeterince çaba gösterirse, örneğin birkaç bin yazı filan daha yazarsa, durumun değişeceğini, HDP’nin ilk iki kategoride saydığımız ‘kambur’lardan kendisini kurtararak ‘gerçek bir Kürt partisi’ haline gelebileceğini, bu sayede siyasal arenada da artık ‘vebalı’ muamelesi görmeksizin ‘takdir’ edilecek bir mertebeye ulaşacağını düşünüyor. Çünkü Bilici’ye göre “Türkiyeli sayılan hacimli partilerin hiçbiri Kürtleri temsil ettiklerini düşündükleri bu siyasi partiye elini değdirip ‘kirlenmek’ bile istemediği” durum, partinin binlerce üyesinin zindanlara doldurulmasına yol açan mücadele çizgisinden değil, Kürt siyasi hareketi ve Türkiye devrimci hareketinin parti üzerindeki tasallutundan kaynaklanıyor. Bu ikisi, güpgüzel bir partinin enerjisini emip halsiz bırakıyor, üstelik beceriksiz yöneticilerin eline düşürüyor. Yazıda birbiri ardına sıralanan bin türlü seviyesizliği bir yana bırakırsak, ana fikir kısaca böyle. ‘Vesayetten’ ve ‘direniş fetişizmiyle mefluç sol ilericilikten’ kurtulmuş bir HDP… Fenerbahçelilerin klasik sloganına nazireyle: ‘Mücahit Başkan HDP Şampiyon!’
Ama bunu yaparken bir yöntemi var Bilici’nin. Değişik bir yöntem. O, HDP ve HDP’nin yaşadığı gerilimlerin bir geçmişi ve tarihi yokmuş gibi davranıyor; o sayede partinin bugünkü yetersizlikleri ya da eksikliklerini kullanarak kendini ‘düzeltmen’ kürsüsüne yerleştirebiliyor.
Oysa Kürt hareketi, -artık ciddileşip meseleyi ayakları üstüne oturtmaya başlayabiliriz- işin ta en başından beri, Türkiye devrimci hareketi ile arasına bir Çin Seddi örmemiş, zaten bizzat kendisi de bu geleneğin içinde mayalandıktan sonra özgün yolunu belirleyerek yürüyüşünü sürdürmüştür. Bunu herhangi bir HDP’liye anlatmak bile ayıptır; hemen hepsi değer verdikleri kişilerin neredeyse tümünün Türkiye devrimci hareketinin önderlerinin yanından yöresinden beslendiğini, oralardan yol yürüyerek kendi özgünlüğünü inşa ettiğini bilir. Ayrıca, Kürt hareketi, sonraki süreçte de bu yakınlığı korumaya çabalamış, sık sık birlikte hareket etme zeminleri yaratmaya çalışmıştır. Bu çabaların zaman zaman şu ya da bu nedenle başarısız olması tartışılabilir ama bu tartışma, hareketin böyle bir perspektifinin hep mevcut olduğu gerçeğini değiştirmez. Özellikle hareketin ‘devlet’ fikrinden uzaklaşarak Türkiye ve Ortadoğu’yu kapsayan yeni bir paradigmaya doğru yürümesinin ardından, bu perspektif yeni ve daha hayati bir anlam da kazanmıştır.
Bu bağlamda, HDP’yi yaratan siyasal süreçler de yepyeni ve tarihsiz değildir. Arkasında bir irade, bıkmaksızın defalarca tekrarlanan bir çaba vardır. Nihayet, daha önceki birçok başarısız girişimin birikimiyle gelinen son süreçte, Kürt siyasal hareketinin aklı, aslında esas olarak önce Halkların Demokratik Kongresi adıyla bir tür taban demokrasisi hareketi yaratmayı, bunun üzerine de partiyi inşa etmeyi tasarlamış ve bu kez -geçmiş girişimlerle kıyaslanırsa eğer- nispeten daha başarılı bir sonuç elde edilmiştir. Şüphesiz bu, tasarımın başarısı kadar koşulların uygunluğu, daha doğrusu artık böyle bir partinin zorunlu olması ile de açıklanabilir. Bütün bunları hem esas bakımından hem de yöntem açısından eleştirmek tabii ki mümkündür, hedeflenenle varılan yer arasındaki açı da tartışılabilir ama her ne olursa olsun kesin olan nokta, her şeyin dün başlamadığıdır. Sonuçta, ismiyle müsemma bir ‘halklar partisi’ kurulmuştur ve bu kurum, arkasındaki paradigmanın gereği olarak böyledir. Gökten zembille inmiş bir şeyden değil, baştan beri kurgulanmış bir politik yaklaşım ve pratikten söz ediyoruz. Dolayısıyla onunla ilgili olarak yapılan ‘Kürt partisi midir? Türk partisi midir?” tartışmaları da zaten dayanaktan yoksundur. Bu partinin doğuşuna eşlik eden paradigma, onu en baştan böyle yapay çelişkilerden uzakta konumlandırmıştır. Yönetsel sıkıntılardan ötürü bu alanda boşlukların ve gerilimlerin oluşması tartışılabilir ama bunlar partinin kuruluş mantalitesi ile ilgili değildir.
Öte yandan, bir an dikkatimizi Bilici’nin yazısından uzaklaştırarak soruna başka bir yerden bakmayı denersek, şu soruyu da sorabiliriz aslında: Kürt hareketi nedir?
Kürt siyasal hareketi nedir gerçekten? Onu sadece ‘Kürtlük’le tanımlayabiliyor muyuz mesela? Yani Kürt hareketi, kurulduğu günden bugüne dek, sadece bir direk bulup bayrak çekmeyi dert edinen bir hareket midir? Katılalım katılmayalım, onu yöneten aklın yazdığı sayfalar, ciltler dolusu ekonomik, sosyal, kültürel, ekolojik görüşler yok mudur ki, iş terminolojik adlandırmaya gelince yalnızca Kürt kelimesini yeterli buluyoruz? O bayrak o direğe çekilsin de altında yoksulluk, sefillik, kadın cinayetleri akıp gitsin mi diyor Kürt hareketi? Gidin bakın Güney Afrika’nın madenlerine mesela; elmas patronları için kardeşlerini kurşunlayan polislerin yüzüne bir bakın. Gerek yok, zahmet etmeyin, ben söyleyeyim size: Hiçbiri beyaz değil! Bu mudur Kürt hareketinin istediği? Ve bunu istemiyorsa eğer, biz benimseyelim ya da benimsemeyelim kendi tarzıyla bir sosyalist-eşitlikçi toplum projesi koymuşsa önüne, bunun adı soldan başka nedir?
HDP nedir peki? Sağcı bir partiden filan mı söz ediyoruz? Geçtim diğer bütün programatik metinleri, siz hiç parasız eğitim, eşit ve anadilde sağlık hakkı diyen, eşitlikçi ve ekolojik ekonomiden söz eden bir sağ parti gördünüz mü hayatınızda? Ne için uğraşıyor HDP? Neden anadil mücadelesinin yanına tecavüzü aklayanlara karşı mücadeleyi, Roboski’nin yanına Soma’yı koyuyor? Siyasal bir kitle partisi olarak HDP, içinde çok çeşitli kesimlerden insanları barındırmaktadır, milyonlara hitap etmektedir, evet. Ama onun parti olarak durduğu yer, soldan başka neresidir ki? Dünyadaki herhangi bir üniversitenin politika kürsüsüne HDP programını koyun; size onun bir sol program olduğundan başka ne söylerler?
Her şey çok açık değil mi?
Peki, neyi tartışıyoruz biz?
Bu ilişkinin içerdiği gerilimleri mi? Olur, tartışabiliriz elbette ama işin bu bölümünde Mücahit Bilici artık kulaklığını çıkarıp ekranını kapatabilir; konuşulacak olanların onunla ilgisi yok çünkü. HDP bunları tartışır, tartışıp duruyor zaten. Kolay da değil bu sorunları tartışmak ve çözümler bulmak. En azından şu iki nedenden dolayı: Birincisi, Türkiye devrimci hareketi, tek vazifesi Kürt halkını desteklemekten ibaret olan bir topluluk değildir. Evet, burası sade, tek-uluslu, tek-dinli filan kıyı köşe bir olmadığı için devrimci hareketin önünde bir dizi yakıcı enternasyonalist görev vardır; bunlara bigâne kalması düşünülemez ama öte yandan çok doğal olarak kendi asli süreçleri de vardır. Bu asli görevler konusunda başarılıdır başarısızdır, çıkış yolu bulma konusunda yeteneklidir yeteneksizdir, o ayrı konu. Ama bütün bunlar, realitedir.
İkincisi ve daha önemlisi şu ki, Kürtler tek bir resmi sınır dâhilinde politika yapmamakta, geniş bir coğrafya üzerinde milyonlarca insanın kaderi ve geleceği konusunda teorik/pratik yaklaşımlar, kurgular geliştirmektedir. Dolayısıyla, çoklu kaygılar ve çoklu politikalara sahiptirler.
Bütün bunlar arasında bir uyum yakalamak, sanıldığı kadar kolay değildir. Ama imkânsız da değildir. Bu mecrada daha epey sıkıntı çekileceği kesin olmakla birlikte, kimsenin Mücahit Bilici’nin aklına uyup bu işten vazgeçmeye niyeti yoktur. En önemlisi de -Bilici için kötü haberimiz bu- ne Kürtlerin Türkleri, ne de Türklerin Kürtleri ‘kurtarma’ gibi bir niyeti bulunmuyor. Kürtler de Türkler de yekdiğerinden böyle bir lütuf ya da ihsan bekleme durumunda değil.
Her iki tarafta da şu andaki asıl çaba -bak bu daha kötü haber- Bilici ve benzerlerinden, onların zihnimizde yarattığı tahribattan kendimizi kurtarma çabasıdır.
Son olarak, Bilici’nin yazısında belirgin bir küçümsemeyle geçen şu “üniversite öğrenci grubu” ifadesine ilişkin bir şey söylemeden yazıyı bitiremem. Bilici ne kadar bilir bilmem ama ‘Üniversite öğrenci grubu” pek mühim bir şeydir. 1970’li yıllarda, Bağlar-Körhat’ta bulunmuş biri olarak, ‘talebe’ sözcüğünün halk arasında nasıl bir saygıyla telaffuz edildiğine bizzat tanık oldum. Daha sonraki yıllarda o ‘talebe’lerin nerelerden nerelere geldiğine de bütün memleket tanık oldu. Ol nedenledir ki, ‘talebe’ler mühimdir, çok mühimdir. Hafife almamak gerekir.
M. Ender Öndeş kimdir: Yeni Yaşam gazetesi editör ve yazarı, Halkların Demokratik Partisi Parti Meclisi üyesi