Dağa götürülen\', \'kaçırılan\' ya da kendisi \'gönüllü\' olarak dağa çıkan \'çocuklar\' meselesi; son günlerde giderek alevleniyor. Konunun tarafları belli: Hükümet ve PKK.
Barış sürecinin, derinleşmesi, kökleşmesiyle birlikte; her iki tarafta da militarizme karşı sivil inisiyatif kendini gösteriyor, etkinlik kazanıyor. TSK’ya karşı, yıllardır \'vicdani ret\' kampanyaları yürütülüyor, yani TSK’nın zorunlu askerlik uygulaması eleştiriliyor. Şimdiyse, sürece Kürtler katılıyor. PKK’nın gerçekleştirdiği iddia edilen \'zorunlu askere alma\' (ya da \'çocukların silah altına alınması\') gündemimizde.
Toplumun \'çatışmasız\' bir ortamda yaşamaya devam edebildiği oranda, barış düşüncesi derinlik kazanıyor. Anneler; bu rüzgârdan destek alıyor, cesaretleniyor ve çocuklarını dağdan indirmek amacıyla harekete geçiyorlar.
Siyasetin düzeyi
Hükümet tarafı, bu yeni durum nedeniyle; PKK karşısında inisiyatif elde etmenin imkânlarıyla yeni bir propaganda dili tutturuyor. Kendisine çözüm süreci nedeniyle soğuk duran, tepki gösteren milliyetçi çevrelere; bu mesele üzerinden yeniden \'iyiye gidiyor\' mesajını verme fırsatını kullanıyor.
BDP çevresi ise hükümete bu konudaki muhatabın kendisi olmadığını söyleyerek üstten konuşuyor, PKK’nın meşrulaşması açısından yeni hamleler yapmayı deniyor. Siyaset dilinin polemik dozu hızla tırmanıyor, yer yer de seviye düşüyor.
Başbakan Erdoğan, Nasreddin Hoca misali, \"Siz o çocukları bırakmazsanız, ben yapacağımı bilirim, B ve C planlarını harekete geçiririm\" diyor. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın cevabı da ondan geri kalır değil: \"Başbakan’ın B planı gidip Abdullah Öcalan’a yalvarmak, C planı ikinci defa yalvarmak. Onun tüm planları İmralı’dan onay almalı.\"
Karşılıklı propaganda temelli konuşmalar, işin \'süsü\' olarak da düşünebilir. Bizi ilgilendirense gerçek durum: Başbakan; Demirtaş’la girdiği polemiğin içinde çok önemli bir noktaya temas ederek \"Eve dönüş için çalışmalar yürütüyoruz\" diyor. Yani, PKK’ların dağdan indirilmesiyle ilgili somut yasal düzenlemeler ve karşılıklı görüşmelerin sürdüğünü, satır aralarında anlatan bir ifade kullanıyor.
Çatışmasızlık ortamı, bu konuda hazırlık yapma olanağını güçlendiriyor. Çözüm yönünde atılacak yasal adımlar için ılıman bir iklim oluşuyor.
Muhalefet
Tabii, bu arada devreye \'muhalefet\' giriyor: Başbakan’ın PKK’ya çocukları bırakması için \'yalvardığı\' şeklinde değerlendirmelerle karşılaşıyoruz. \'Muhalefet\', bu yeni durumu ve süreci iyi bir gelişme olarak görmek yerine; \"Başbakan yalvarıyor\" gibi çıkarımlara yönelebiliyor.
Başbakan’ın savaşçı bir dil kullanması halinde, kim bundan nasıl bir kazanç sağlayabilir? Bir yandan \"Başbakan kutuplaştırıyor\" eleştirisini yapıp, sonra da \"Başbakan yalvarıyor\" değerlendirmesine yönelmek; nasıl bir stratejidir? Gençlerin dağdan inmesinden, Başbakan’ın uzlaşmacı dil kullanmasından, yasaların değişip çözüm sürecinin devam etmesinden huzursuzluk duymanın; nasıl bir mantıksal arka planı olabilir?
Şurası açık: Mesele, \'muhalefetin Kürt meselesindeki siyaset yapma tarzı\'nda düğümleniyor. Eğer \"Kürt sorunu, bir çıban başı olarak kalırsa; muhalefet buradan puan toplayabilir\" gibi bir analiz söz konusuysa, şunu hatırlatmak gerekiyor: Çatışma dönemleri, kimseye yarar getirmedi. En büyük zararı; demokrasi, özgürlükler ve siyaset gördü.
1990’ların iktidarlarını düşünün: En büyük yolsuzluklar, o dönemde yaşandı. Kişi başına düşen gelir 2000 dolar civarındaydı. Enflasyon ve faiz, yüzde yüzü aşıyordu. Siyasi istikrarsızlık ve çatışma; siyaseti zayıflatıp ekonomiyi mahvederken, toplumun yoksul kesimleri, en büyük zararı gördü.
İnsanın kafası karışıyor. Bazı muhalifler, Erdoğan’la Öcalan vuruşsa, mutlu olabileceklermiş gibi bir görüntü veriyorlar.
Olacak iş değil. Umarım yanılırız.