Agirî Özel Birlikleri Peşmerge Komutanı Dr. Sait Çürükkaya’nın (Dr. Süleyman) ağabeyi Yazar Selim Çürükkaya tarafından yazılan “Dağların Kilidini Kaybetik” romanı Doz Yayınevi tarafından yayınlandı.
Kürtlerin yakın tarihinde önemli ulusal görevler üstlenmiş ve Kürt kamuoyu tarafından yaptığı hizmetleri bilinen Agirî Özel Birlikleri Peşmerge Komutanı Dr. Sait Çürükkaya’nın (Dr. Süleyman) ağabeyi tarafından yazılan “Dağların Kilidi Kayboldu” adlı roman, 23 Ekim’de okuyucularla buluştu.
Yazar Selim Çürükkaya tarafından yazılan roman, üç kuşak aile geçmişinin anlatımıyla yörenin kendine has tarihi ve kültürel yapılanması, sosyo-politik öğelerin tarihselliği, kahramanların zaman ve mekan birliktenliği içerisinde Kürdistan’ın yakın çağ tarihinin, roman tadında bir özetini, ana hikaye etrafında öyküler zincirinde okuyucularına sunuyor.
“Dağların Kilidini Kaybettik” romanın ana karakteri Dr. Said Çürükkaya’nın IŞİD’e karşı yürüttüğü destansı mücadelesi romanın bazı sayfalarında şöyle ifade ediliyor:
“Lajvan ve Zağros toplantıdan dönen Dr.Said’in kararını bekliyorlardı. Savaşa katılma konusunda ikisi de kararlıydı. Ama bu katılma biçiminin nasıl olacağını bilmiyorlardı. Resmiyette Peşmerge olmaları zordu. Doktorun mutlaka bir yol bulacağından emindiler.
Nihayet üçü, bir akşamüzeri Lajvan’ın iş yerinde baş başa verdiklerinde, Doktor planını açıkladı: “Savaş cephesinde bir eğitim akademisi kurmamız lazım. Burada IŞİD’e karşı savaşmak isteyen dört parça Kürdistan’dan gençleri toplayacağız. Savaşmak isteyen herkese eğitim vereceğiz, silah kullanmayı, patlayıcıları etkisiz hale getirmeyi öğreteceğiz. Sokaklar IŞİD’e karşı savaşmak isteyen gençlerle dolu. Bizim ordumuz bu olacak” dedi.
Romanın başka bir bölümünde, IŞİD’e karşı yürütülen savaşın bir anında Dr. Said’in fikirlerinden etkilenen Koalisyon Güçleri komutanı’nın güçlerine gayri nizami harp üzerine ders vermesi için yapılan davete Dr. Said’in iştirak etmesi ve onlara eğitim vermesi şu şekilde anlatılıyor: “Dr. Süleyman’a, koalisyon güçlerinin eğittiği Peşmergelere ve koalisyon güçlerinin subaylarına o gün eğitim verebileceğini ilettiler.
Dr. Said’i can kulağıyla dinleyen eğitimcilerden biri, Dr. Said’in açılan bilgisayarındaki seminer notuna şöyle bir göz attı. Koalisyon güçlerine, Gayri Nizami harp dersi, İŞİD in Tüneleri, İŞİD’in mayınları.”
Dr. Said Çürükkaya’nın ağabeyi Yazar Selim Çürükkaya ile “Dağların Kilidini Kaybettik” romanının yazılma sürecini, romanın içerik ve biçim yönlerini, kahramanlarını ve olay döngüsünü konuştuk.
’Dağların Kilidini Kaybettik’ romanını yazma fikri sizde ne zaman gelişti? Bu kitabı yazarken neyi amaçladınız? Romanın adını nereden esinlenerek belirlediniz?
Dr. Said’in cenazesini, 2016 yılının Kasım ayında, İbrahim Xelil Sınır Kapısı’ndan köyüne yolcu edince, ben Güney Kürdistan’da kaldım. Bu ara onun savaştığı alanları gidip gezdim. Ölümüne neden olan mayının patladığı yere gittiğimde, ölümle yüz yüze geldim. Victor Hugo, “İnsanların hepsi belirsiz bir süre için ertelenen ölüm cezasına mahkûmdurlar,” diyor.
Başkalarının ölümüyle karşılaşınca, ölümle yüz yüze geliyorsunuz, bir müddet sonra tekrar ölümü unutuyorsunuz. İnsan ölümle yüz yüze gelince, geçmişte yaşadığı her şeyi bir bir hatırlıyor. Ben o an sadece kendi yaşadıklarımı değil, Dr. Said’in, babasının, annesinin ve dedelerinin yaşadıklarının, gözlerimin önünden bir film şeridi gibi aktığını hissettim. Ve orada, Naveran savaş meydanında, kitabı yazacağımı kameraların önünde söyledim.
“Hedefim, Halkımın yüz yıllık acılarını, dramlarını, çaresizliğini, iç parçalanmışlığını dünyaya bu romanla haykırmak”
Kitabı yazmamdaki amacım, halkımın yüz yıllık acılarını, dramlarını, çaresizliğini, iç parçalanmışlığını dünyaya haykırmaktı. Kardeşim Dr. Said, İŞİD barbarları karşısında çaresiz duruma düşmüş insanlara, yardım etmek için Avrupa’dan Kürdistan’a geldi. Ama arkadaşının bastığı mayın patlayınca, son kelimesi “Alikari” yani “yardım” olmuştu. Halkımın, dünyanın yardımına ihtiyacı var. Ben kardeşimin bu son sözünü yer yüzündeki bütün beyinlere iletebilmek için yazdım bu kitabı.
“Roman bir çok dile çevrildi”
Kurmanci tercümesi bitti ve baskısı yapıldı, İngilizce tercüme tamamlandı. Şimdi yayınevi arıyoruz. Fransızca tercümesi yılbaşında bitecek. Arapça ve Soranice tercümesi daha sonra yapılacak.
“Kürdistan Başbakanı Sayın Mesrur Barzani Bana, Said’in ve Kürtlerin hikayesini dünyaya anlatma konusunda yardımcı olacağını söyledi”
Said’in ve biz Kürtlerin hikayesini dünyaya anlatma konusunda Kürdistan Başbakanı Sayın Mesrur Barzani Bana yardımcı olacağını söyledi. Bu konuda kendilerine teşekkür ettim. Hatta kitabın ön sözünde şöyle bir öykü de anlattım: Ahmedé Xani Mem u Zin’i yazıp bitirince, hattadlara çoğalttırmak istiyor. Fakat gücü buna el vermiyor. Kitabı alıp Botan beyine götürüyor. “Beyim Kürt Milletine yararlı olan bu kitabı hattadlara yazdırırsanız iyi olur” diyor. Ayrılıp evine gidiyor. Daha sonra kitaba kabaca göz atan Botan beyi, küçümsyerek “haaaa bu Mem ile Zin’in hikayesidir” deyip bir köşeye fırlatıyor. Bunu duyan Ahmedé Xani şu satırları yazıyor.” Eğer bizim beylerimiz ve mirlerimiz, altın ve gümüşten anladıkları kadar, edebiyattan ve sanattan anlasaydılar biz Kürtlerin hali böyle olmazdı.”
“Romanın adını, Demenan Aşireti lideri Hemê Mirzê Sıli ve oğlu Ali’nin, 1937 yılında yaşanmış gerçek hikayelerinden esinlenerek koydum”
Roman’ın adına gelince, Fransa’ da okyanus kıyısındaki kumsalda uzanmış, Stefan Zweig’in “Mecellan” adlı kitabını okurken, telefonum çaldı. Arayan arkadaşım Sait Çiçek’ti. Mikail Aslan’ın bir müzik albümünü dinlediğini, adının da 'Kîlite Kou' olduğunu, bu adın bir de öyküsünün bulunduğunu, öyküyü okuyunca ağladığını söyledi.
Telefonu kapattım, Youtube’da Mikail Aslan’ın albümünün adını yazdım ve hikâyeye ulaştım. İçeriği aşağıdaki gibiydi:
Zabıt Efendi,
“Türk Devleti, 1937 yılında Kürdistan'ın Dersim mıntıkasına yönelik bir askerî harekât başlatır. Bu harekâta karşı Dersimliler’in bir kısmı direnir. Direnenlerin arasında Demenan Aşiret lideri Hemê Mirzê Sıli ve oğlu Ali de vardır. Ali, cesur, cengâver ve dağların yiğididir. Babası oğluna ve dağlara öylesine güvenir ki, oğluyla bu dağlarda asla yenilmeyeceğine inanır.
Bir gün gelir, oğlu savaşta yaşamını yitirir. Bu durum karşısında umutsuzluğa kapılan Hemê Mirzê Sıli, gider bir Türk subayına teslim olur. Ona: “Zabıt Efendi, biz sizinle savaştık, biz de öldürdük siz de öldürdünüz. Şimdilik siz kazandınız” der. Türk subayı, “Bugüne kadar bekledin, neden şimdi gelip teslim oluyorsun?” diye sorduğunda, Hemê Mirzê Sıli, Zazaca şu cevabı verir: “Mı kilit Koeyu kerd vin.” (Ben dağların kilidini kaybettim).
Bu kitabın alt adı, Hemê Mirzê Sıli'nın bu sözünden ve Mikail Aslan'ın albümünden ilham alınarak oluştu. Dr. Said Kürdistan dağlarının kilidi, ovalarının kalesi gibiydi. Kitap okununca daha iyi anlaşılacaktır.
Dağların Kilidini Kaybettik, romanı tür olarak biraz biyografik, biraz anı, biraz tarih ve aynı zamanda Nehir roman türü. Neden böylesine yelpazesi geniş bir roman yazmayı tercih ettiniz?
Kitabı yazmaya başlarken ilk etapta türünü düşünmedim. Yani roman mı, belgesel mi, tarih mi, destan mı veya araştırma inceleme mi olsun? Bunları düşünmedim. Yazdığım roman belki de bütün bunların toplamı oldu.
Kimi onu bir roman gibi okur, kimi onda tarihin tadını bulur, kimi destan gibi algılar, belki daha sonra eleştirmenler ona bir tür bulur ve isimlendirirler.
Bana hangi kategoriye girdiğini sorarsanız? Ben size biyografik roman türüdür derim. Neden böyle geniş bir biçimde tuttuğumun cevabını da, ancak bu şekilde anlatabilirim. Anlattıklarımın içinde siyasi analizler de var, ama okuyucuyu yormayan, romanın ahengini bozmayan analizler. Bazı bölümlerde haber niteliği taşıyan anlatımlara da rastlarsınız. Klasik Roman üslubunun kalıplarını kırmaya çalıştım yani. Hayatı olduğu gibi anlatmayı denedim. Çünkü hayatta her şey var ve siz onu bir kalıba koymaya çalışırsanız, anlatmak istedikleriniz eksik kalır, tamamlanamaz.
Roman’da üç kuşak ile farklı mekanlar ve zamanlar ele alınmış. Bu da romana tarihsel bir karakter katıyor, bu kuşaklar arası benzer olay döngüsünü nasıl açıklarsınız?
İlk etapta sadece Dr. Said’i anlatmayı düşündüm. Dr. Said kimdi? Hangi ailenin çocuğuydu? Hangi köyde doğmuştu? Annesi babası nasıl insanlardı? Annesi ve babasını anlatmak yeterli miydi? Yeterli olmayacağı için dedelerine uzanmak zorunda kaldım. Çünkü dedelerinin öyküleri, onun öyküsünden daha trajikti. Onların öykülerini anlatırken Rus Askerlerinin Bingöl’e kadar gelmesi, Osmanlı devletinin seferberlik kanunu çıkarması, savaş, kıtlık, tifo ve zorla askere götürülüp geri dönmeyen, ikisi tifodan, ikisi de donarak ölen Said’in dedesinin kardeşlerinin dramı, dedesinin köyden göçü, Şeyh Said serhildanı ve bu serhildanın kanlı bir şekilde bastırılması sırasında ekilen direniş tohumlarının, toprakta kendilerine yer bulmasına kadar gitmem gerektiği kanaatine ulaştım ve gittim.
“Dr. Said’in doğduğu coğrafyayı, susturulmuş köyleri, dimdik duran dağları, ürkek vadileri, isyancı ayaklara iz olmuş patika yolları romanda anlattım”
Coğrafyayı anlattım, susturulmuş köyleri, dimdik duran dağları, ürkek vadileri, isyancı ayaklara iz olmuş patika yolları, gece ava çıkan kirpileri, sonbahar yiyeceklerini toplayan sincapları, V harfi şeklinde uçarak göçen turnaları… Çünkü Said böyle bir coğrafyada şekillenmişti. Said’i bu coğrafyadan kopuk anlatsaydım eksik olurdu, yarım kalırdı.
Roman’da Bingöl tarihi, sosyolojik yapısı, Kültürel değerleri, söylenceleri, masalları, destanları, şarkıları vb. zenginlikleri konu edinilmiş. Sadece bir roman içerisinde bu kadar zenginlikleri nasıl bir araya getirebildiniz? Bunun için nasıl bir çalışma metodu uyguladınız?
Sadece Bingöl’ü değil, Said’in yaşam güzergahında gördüğü veya göremediği her şeyi anlatmayı denedim. Gerilla harekatına katıldığında tercih ettiği mekan, dedesinin çaresizlikten göç ettiği Ak Dağdır. O ise burada çare üretmeye çalışmıştı.
Dr. Said O yüce dağın eteklerine gelmeden, buralarda neler yaşanmıştı? Hangi efsaneler dilden dile dolaşıp kendisine kadar ulaşmıştı? Hangi isyanlara beşiklik etmişti bu dağ? Hangi öyküler, hangi destanlar gizlice, kulaktan kulağa fısıldanmıştı hiç yazılamadan? Bunları öğrenmişti Dr. Said, dersler çıkarmak ve layık olabilmek için.
“Dr. Said’i anlatırken üç kuşağın tarihini de romanda anlatmayı esas aldım”
Bu biyografik romanın baş kahramanı her ne kadar Dr. Said’se de, onun etrafında Kürtlerin son yüz yılını anlatmaya çalıştım. Bunu anlatabilmek için her şeyi malzeme olarak kullandım. Öyküleri masalları, hikayeleri, fıkraları, destanları, dağları, nehirleri, cinleri, perileri, devrilen trenleri, basılan karakolları, yıkılan ve adları haritada bulunmayan kıtım köyleri, cesurları, korkakları ve casusları.
Romanda kahramanların her uğradığı mekânın tarihsel ve siyasal çetelesi tutulmuş. Aslında bir roman yazarı açısından bu risk alma durumudur. Olay örgüsünden uzaklaşıp değerlendirme yazım tarzına kayma tehlikesi oluşturmadı mı sizin açınızdan?
Dr. Said’in uğruna mücadele verdiği coğrafyada daha önce yaşananlarla, kendi döneminde yaşananlar birbirlerine o kadar benziyor ki, Dr. Said’in dedesi 1917 tarihinde bir dağ köyünden, çaresizlikten iki bacısıyla birlikte, beslediği keçilerini alıp kaçıyor. Yine aynı coğrafyada 1991 de Dr. Said bir gerilla ordusu kuruyor ve dedesine zulmeden orduya karşı savaşıyor. 1927 de Bin Xet’e, canını kurtarmak için kaçarken Karaca Dağdaki taşların arasında bir kafile ile saklanan Fatma’yı, havadan tarayan bir savaş uçağı düşürülürken, Fatma sevinç çığlığı atıyor. 1995 yılında Lice’de Gaz tepede bir gerilla grubu helikopter düşürdüğünde, bu gerilla grubunun içerisinde bulunan Fatma’nın torunu Rojhat, aynı sevinç çığlığıyla halay çekiyor.
Aynı şekilde, Şeyh Said serhildanı yenilgiyle sonuçlandığında mavzer mermisiyle 1927 de Bin Xet’ e giden romanın başka bir kahramanı, gözü gibi koruduğu mermisini 1993 yılında kendi köyünde Dr. Said ve arkadaşlarına teslim ediyor ve serhildanın halen devam ettiğine inandığını söylüyor.
Kitabı yazmadan önce genişçe öyküler ve anekdotlar topladım. Topladığım malzemeyi çok titiz bir çabayla analiz ettim. Geçmişte yaşananlar ile bugün yaşanalar arasında bağlar kurdum.
Romanınızın konusunu kısaca bize anlatabilir misiniz?
Yazdığım biyografik roman, mazlum bir ulusun acılarla yoğrulmuş yüzyıllık destanıdır.
İŞİD’in Kürdistan’a saldırmasıyla birlikte Almanya’daki rahat ve huzurlu yaşamını terk eden Dr. Said, on dört yıl öce haklı nedenlerle bıraktığı silahlı mücadelesine, yine haklı nedenlerle yeniden dönmeye karar verir ve Güney Kürdistan’a giderek askeri bir karargâh kurar.
Şengal Kasabası’nın İŞİD’den geri alınması sırasında Hollywood filmlerindeki kahramanlar gibi tarih sahnesine çıkan Dr. Said’in geçmişine gözler çevrildiğinde, bir ulusun yüz yıllık trajik öyküsü kare kare gözlerinizin önünden geçmeye başlar.
“Dr. Said’in dedesi İsa’nın dört kardeşinin, 1917 yılında Ruslarla savaştırılmak amacıyla zorla askere götürülüşü ve dönüşü olmayan dramatik hikayesi var romanda”
Dr. Said’in dedesi İsa’nın, 1917 yılında Ruslarla savaştırılmak için zorla askere götürülen ve bir daha dönmeyen dört kardeşinin dramı, İsa’nın iki bacısıyla köyünü terkle başlayan destanı vb. tarihi olaylarla besleniyor roman.
Şeyh Said serhildanı, yenilgi, katliam, göçler, sürgünler, karanlıklar, cinler, melekler, askerler ve cehaletle teslim alınmış bir ulus.
Dağlar, vadiler, özgür akmayan nehirler, tutsak güneş, suskun ay, şaşkın yıldızlar altında doğup büyüyen, tıp fakültesini terk ederek, özgürlük bağımsızlık için ülkesinin dağlarına çıkan bir kahramanın ve yaralı bir ulusun nefes kesen öyküsüdür okuyacağınız roman.
Romanınızda üç kuşak anlatıldığı için çok sayıda karakter yer almış. Çok fazla karaktere yer vermenizin nedeni nedir? Bu durum romanda risk oluşturmuyor mu? Ana karakterlerinizi bize biraz anlatır mısınız?
Avrupa kıtasında yazılan bazı romanların belli başlı birkaç kahramanı vardır. Bana göre bu roman için zorunlu, değildir. Tolstoy’un dev eseri ‘‘Savaş ve Barış’’ netice de bir roman olarak kabul edildi. Ama altı yüzden fazla kahraman var o roman da. Benim romanımın o kadar olmazsa da çok sayıda kahramanı var. Hemen hemen hiçbiri hayali kahramanlar değil, bir kısmı yaşamını yitirmiş ve bu kahramanlardan çoğu halen yaşıyor. Kitabı okuyacak okuyucular onları yakından tanıma fırsatı bulacaklar. Biyografik roman yazmam nedeniyle kahramanların çok olması bir zorunluluktu. Baş kahramanın ilişkileri içinde bu diğer kahramanların hepsinin ayrı bir yeri var.
Romanınızın baş kahramanlarından Said Çürükkaya’yı (Dr. Süleyman) bütün kahramanlardan farklı kılan ve bir roman kahramanı haline getiren karakteristik özelliklerini (Askeri stratejist, komutan, siyasetçi, Kürt ulusalcısı, hümanizması yüksek, sosyal yönü gelişkin, işletmeci ve ticarette başarılı, diplomatik yönü güçlü vb.) okuyucularımız için biraz anlatır mısınız?
Dr. Said’i 700 sayfa ile anlatmaya çalıştım. Amerikalı gazeteci Aliza Marcus, her ne kadar: “Said rüzgar gibiydi, durmaz giderdi, o sözle anlatılamaz ki!” dese de, ben onu romanda sözle anlatabildiğime inanıyorum.
Dr. Said (Dr. Süleyman) Kuzey Kürdistan mücadelesinde öncü rol oynamış, süreçleri etkilemiş ve süreçlerden etkilenmiş ve aynı zamanda sivil hayatta başarılı birisi olarak biliniyordu. Siz bu süreçlerdeki Dr. Said’i romanda nasıl ele aldınız?
Doktor Said hayatını Kürdistan davasına adamış bir insandı, on yıl Kürdistan’ın bütün sahalarında bir komutan olarak mücadele etti, asla yenilmedi, yenilgiyi kabul etmedi. O bir iç ihanetle karşılaştı, bu iç ihaneti yenemedi, bir iç savaşa neden olmamak için Avrupa’ya geldi. Burada gerek eğitimde, gerek iş hayatında çok başarılıydı, yine arkadaşlarının, halkının, işçilerinin komutanı gibiydi.
İŞİD Kürdistan halkına saldırınca, konforlu hayatı elinin tersiyle iterek, IŞİD’e karşı süren mücadelede yer aldı. Sizce, Dr. Said’i böylesi bir kararı almaya iten gerçeklik neydi?
IŞİD Kürdistan’a saldırınca, kendisini başarılı ve asla yenilmemiş bir komutan olarak gören Dr. Said, bu dar günde ben Kürdistan’da olmalıyım, çünkü “Yurtseverlik, ülken saldırıya uğradığında, saldırganlara karşı koymaktır” dedi ve Kürdistan’a gitti.
Dr. Said’in, Peşmerge’nin IŞİD’e karşı mücadelesinden etkilenme ve etkileme durumu nedir?
Dr. Said, kendi imkanları, Ali Avni ve Abdulxalık Babiri’nin yardımıyla Héza Agiri ve Laleş Savunma Birliklerini kurdu. Askeri ve siyasi ders programlarıyla onları eğitti. Koalisyon güçlerine İŞİD mayınları, İŞİD tünelleri ve gayri nizami harp konularında dersler verdi. Pek çok cephede peşmergeleriyle birlikte savaşa dahil oldu. Naveran’dan Musul önlerine, Teleskof’tan Şengal’e, oradan Başika’ya kadar bir fırtına gibi esti. O’nunla olan herkese güven ve cesaret verdi. Korkuyu yerle bir etti. O savaş cephelerinde, mayın tarlalarında bir gülümseme ve kahkahaydı. Çekilen filmleri izlerseniz bu durumu rahatça görürsünüz.
Şehadet yıldönümü yaklaşırken, sizce Dr. Said’in şahadetini, Kürtler açısından nasıl okumak gerekiyor?
Dr. Said Kürtler içinde ender rastlanabilecek bir insandı. Çukurova Tıp fakültesi 3. Sınıfı terk ederek dağa çıkmış, dağlarda gerilla birlikleri kurmuş, bu birliklerle Türk ordusuna karşı kesintisiz olarak on yıl yenilmeden savaşmıştır. Kürdistan da bir avuç gerilla komutanı, Molla Mustafa Barzani ve arkadaşları dışında on yıl savaşı sürdürenler çok azdır. Almanya da ikinci bir üniversite bitirdi. Beş dili çok iyi biliyordu. Her alanda başarılıydı. Fazla konuşmazdı ama düşüncelerini uygulardı. Ben onun hayatını anlatarak ölümsüzleştirmeye, gelecek nesillere örnek göstermeye çalıştım. Kürtler onu nasıl anacaklar veya onu nasıl anlayacaklar?
Pek bilemem!
Sonuç olarak romanınıza ilişkin, son söz niteliğinde okuyuculara ne söylemek istersiniz?
Biz Kürtler, yetenekli, zeki, doğruları söyleyen insanları hayattayken fazla önemsemeyiz. Böylesi insanları, yaşamlarını yitirdikten sonra sahipleniriz. Bu neredeyse milli karakterimiz gibi. Sağken “gereksiz veya işe yaramaz” olarak görülen nice kahramanlar öldükten sonra ilahe veya ilah mertebesine çıkarıldı.
Başka bir milli karakterimiz daha var; korkak pısırık, yalan söyleyen, yeteneksiz, evet efendimci, kişileri de baş tacı ederiz, bunları ancak öldükten sonra lanetleriz.