Araştırmacı Faik Bulut yeni süreci MİT Başkanı İbrahim Kalın'ın süreç hakkındaki görüşleri ve geçen hafta Öcalan'ın PKK Kongresi'ne hitaben kaleme aldığı 5 sayfalık mektubu üzerinden değerlendirdi.
Faik Bulut'un Independent Türkçe’de yayınlanan yazısı şöyle:
''Independent Türkçe Genel Yayın Yönetmeni Nevzat Çiçek, 19 Mayıs 2025 tarihli adı konulmamış "açılım" konusunda bir değerlendirme yaptı: "30 maddede ‘Terörsüz Türkiye' hedefinde devletin yol haritası, bakış açısı ve kırmızı çizgileri."
Başlık, yazının ruhunu ve devletin görünüşteki resmi tutumunu yansıtıyor.
Nevzat Çiçek, MİT Başkanı İbrahim Kalın ile sohbetinin özünü ve ana çerçevesini çiziyor.
Yazılanlar bir bakıma devletin "yol haritası" sayılabilir.
Ben, İbrahim Kalın'dan aktarılanları kendimce yorumlama yoluna gideceğim.
Bunu İbrahim Kalın karşıtlığı tarzında değil, devlet zihniyetinin ara sıra baş gösteren bazı açmaz ve çıkmazlarını ortaya koymak için yapacağım.
Kürt halkının evladı ve Kürt siyaset mahallesinin bir tanığı olarak konuya hem içeriden hem de dışarıdan bakmaya gayret edeceğim.
Meselemiz ne salt Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ne MHP lideri Devlet Bahçeli ne Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ne de MİT Başkanı İbrahim Kalın'dır; üst düzey yetkililerin ortaklaşa hazırladıkları "devlet projesi"dir.
Nevzat Çiçek, bu projeyi şu şekilde özetledi:
Gördüğüm kadarıyla silah bırakma noktasında komşu ülkelerle bir mekanizma kurulmuş durumda. Millî İstihbarat Teşkilâtı bünyesinde yoğun çalışmalar yapılıyor. Sürecin içeride ve dışarıda enfekte edilmemesi için gerekli önlemler alınmış durumda. A-B-C planları da hazır. 2013 yılında yaşanan olumsuzlukların hepsi masaya yatırılmış durumda. Devlet ne istediğini, gelecek inşasını, bölgesel ve uluslararası güçlerle örgütten isteklerini ve kırmızıçizgilerini çok net belirtmiş.
Bazı genel doğrular
Sürece ilişkin 30 maddede geçen bazı tespitleri mercek altına alabiliriz.
Kalın'ın değindiği genel doğrular ve isabetli tespitlerden başlayalım:
Aşırı kontrol, müdahale ve tahakküm
30 maddede özetlenen "devlet projesi" veya "yol haritası" devletin sıkı kontrole, aşırı müdahaleye, hatta gözdağı verme ve dayatmaya daha yatkın olduğu yolunda bir izlenim vermektedir.
Metin okumasında "sanki Türkiye Cumhuriyeti ile PKK arasında yapılmış bir anlaşmaymış gibi bir sonuç üzerinden değerlendirme yapıldığı belirtiliyor. PKK ile ilgili herhangi bir pazarlığın asla yapılmadığının altı çiziliyor!"
Biz burada İbrahim Kalın'a isnat edilen bazı ibareler üzerinden konuyu tartışacağız.
Dikkat edilirse burada uyarıdan ziyade ciddi gözdağı ve örtülü bir tehdit söz konusu...
Sormak gerek:
DEM neden ve kimden özgürleşecek?
PKK isimli silahlı örgütten mi?
Eğer süreç silahsız devam edecekse zaten isteyen herkes, bilhassa silahı bırakanlar bir şekilde yasal ve meşru siyaset alanında faaliyet gösterecektir.
Gelişmeye bağlı olarak muhtemelen DEM mevcut yapısını ve kadrosunu yeni sürece hazırlarken dağdakilerin katılımları halinde kaçınılmaz olarak olağanüstü kongreye gidecek ve organizasyon da buna göre şekillenecektir.
İbrahim Kalın ve süreci yöneten devlet aklı yanlış bir mantık yürütmektedir.
Misal, Türkiye'de siyasi partilerin esas olarak genel başkan veya liderlere bağımlı oldukları bilinen bir gerçektir.
"DEM'in de özgürleşmesi anlamına geleceği…" klişesi pekâlâ tek ve tartışılmaz lider olarak kabul edilen AKP ile MHP genel başkanlarının sözünden çıkmayan partilileri (sorumluları ve kadroları) için de geçerlidir.
Ancak AKP iktidarının CHP belediye başkanları ve yetkililerine yönelik operasyonları, demokrasi ve hukuk açısından ciddi bir tehlike arz etmektedir.
İlaveten gerek muhalif siyasi partiler gerekse kamuoyu açısından barış sürecinin toplumsallaşmasının önünü tıkamaktadır.
Bu tutum toplumsal uzlaşma ve barış sağlanmasına engel olacak, Kürt meselesinin umulan şekilde çözümünü de hayli zorlaştıracaktır.
Bu noktada açıkladıklarına ısrarla bağlı kalan Devlet Bahçeli ile ikircikli duran Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında ciddi bir görüş farkı vardır.
Zira Erdoğan iktidarı, CHP ile DEM arasını açmaya gayret ediyor; süreci henüz yeterince sahiplenmiyor ve çözümü kolaylaştıracak herhangi bir somut adım atmıyor.
Amerika'nın bölgede SDG'yi bırakma eğilimi göstermesi meselenin çözümü noktasında son derece önemli hale geldi. ABD'nin Suriye'deki asker sayısını 400'e kadar düşüreceği beklentisi hâkim. Trump'ın yaptırımları kaldırma kararı SDG açısından tam bir hayal kırıklığı oldu. Onlar, ABD arkamda duracak, fiili özerk yapıyı koruyacak diyorlardı.
Bilinmelidir ki orada yaşayan bir halk vardır ve herkesin iktidar kavgasına tutuşup iç savaşta birbirini katlettiği bir ortamda bahsedilen bölgede nispeten güvenli ve istikrarlı bir şekilde varlığını sürdürmüştür.
ABD ve Koalisyon güçleri başından beri onları desteklemek için değil, IŞİD saldırılarını ve vahşetini önlemek için bölgeye gidip PYD/YPG ve SDG ile ittifak kurmuştur.
"Dış mihrak" veya "yabancı desteği" tespiti Türkiye'nin HTŞ ve SMO gibi silahlı militanlara desteği için çok daha geçerlidir.
Türkiye anılan cihatçıları, militan ve milisleri Rusya-Suriye saldırılarına karşı sürekli koruyup kollamıştır.
İktidar Suriyeli muhaliflerini desteklemeyi kendisi açısından meşru, Batılı koalisyon güçlerinin IŞİD cihatçılarına karşı PYD-SDG'yi desteklemesini ise gayri meşru görmektedir.
Oysa mevcut siyasi ve silahlı yapının varlığını kabullenmek ve yörede yaşayan Kürt toplumunun kendini nasıl yöneteceğine ilişkin kararına saygı duymak, aynı zamanda Türkiye'deki barış sürecinin bölge çapında gerçekleşmesi anlamına da gelecektir.
Ahmed Şera'yı tutup Mazlum Abdi'yı ötekileştirmek ve Şam yönetimini Rojava'nın üstüne salmak doğru bir tutum olmadığı gibi, bölgedeki huzur ve istikrarı bozucu bir nitelik taşımaktadır.
Kalın'ın şu ibaresi de bize göre dayatmacılık içermektedir:
Türkiye, Suriye'de bir Barzani modeli ya da federatif, özerklik vb. bir yönetim şekline asla sıcak bakmıyor ve bu konuda oluşan politika belirleyici haldedir.
Suriye'de kurulan yeni yönetimi desteklemek, onun adına tavır almak, siyaset belirlemek ve hatta sanki onun sözcüsü gibi davranmak gibi yanlışlık içindedir.
Bu da iktidar aklının aşırı müdahaleci ve dayatmacı olduğunu göstermektedir ki, barış süreçlerinde dayatma her zaman istenen sonucu vermeyebilir.
Kalın'ın bir uyarısı da şöyle:
İsrail'in bölgede Kürtleri bir vekâlet gücü haline getirmeye çalıştığı ancak Türkiye'nin bu konuda kararlı olduğu ve böyle bir durum karşısında eğer vekâlet gücü olarak Kürtleri kullanmaya kalkar ve sınırımıza getirirseniz bunun savaş nedeni sayılacağını muhataplarımıza iletmiş durumdayız.
Sadece mesleki neden ve güdülerle istihbaratçılar en olmaz şeyleri birer varsayım olarak ele alıp tartışabilirler. İsrailli aşırı ırkçı Siyonistler (Bezalel Smotriç, İtamar Ben Gvir ve belli ölçüde Netanyahu gibiler) "Nil ve Fırat Arasında Arz-ı Mev'ud" adına yayılmacı emeller beslemekteler.
Bu yayılmacı ruh zaman zaman kabarıp yükselebiliyor.
Bugünlerde İsrail kamuoyunda böyle bir planının hayata geçirilmesi için halk toplantıları yapılıyor, kampanyalar başlatılıyor.
Aslında Yahudilerin kutsal kitabında Rabb'in Yahudi kavmine vadettiği toprak, bugün siyasi Siyonistlerce iddia edildiği gibi değildir.
Oded Yinon isimli İsrailli resmi strateji uzmanı böyle bir planı 1982 yılından itibaren kitaplaştırmıştır.
Bendeki nüshası Fransızcadır: Le plan Sioniste pour le Moyen-Orient.
Kitabın içeriğinde çizilen sınırlar Türkiye topraklarını kapsamamakta Halep-Kamışlı-Haseke güzergâhını izlemektedir.
İbrahim Kalın da iyi bilir ki; İsrail'in son zamanlarda Rojava'dakilere göz kırpması biraz da Türkiye'ye karşı psikolojik savaşın bir tezahürüdür.
Zira İsraillilerin PKK veya PYD-SDG hareketleriyle bilinen anlamda fiziksel ve organik bir bağlantısı olmamıştır.
Fakat İsrail yönetimi, ABD ile Koalisyon güçlerinin Rojava bölgesinden asker çekmemeleri ve Kürt hareketiyle ittifakını bozmamaları için telkinde bulunmakta, lobi çalışması yapmaktadır.
İyi bilinir ki; Irak Kürdistan bölgesinde üslenen PKK hakkında 1990'lı yıllarda uydu yoluyla havadan istihbarat toplayıp Türkiye'deki yetkililerle paylaşan iki ülkeden biri ABD, diğeri de İsrail'dir.
Keza Kenya'da Öcalan'ın yakalanmasında ABD ve İsrail istihbaratının önemli yardımları olmuştur.
İsrail, Esad'ın kaçmasından sonra yayılmacı planlarının bir kısmını Dürzilerin yaşadıkları Golan Tepeleri ve Dürzi Dağı bölgelerinde gerçekleştirmiştir.
Türkiye ile kapışmasının ideolojik-siyasi nedeni AKP iktidarının Hamas'ın yanında durması, jeopolitik nedeni ise yeni Suriye'de kimin egemen olacağı meselesidir.
Hatırlanırsa daha altı ay öncesine kadar Türkiye, iki Kürt siyasi bloku ENKS ile PYD'nin arasını bozup birbirine düşürmek suretiyle birincisini kendi tarafına çekmek için az çaba harcamamıştır.
Sonuçta Ankara'nın beklentisi gerçekleşmedi; devreye giren Haznevi tarikatı şeyhinin oğlu Mürşid, Rojava'daki Kürt toplumu arasında ciddi bir çalışma yaptı, tarafların bir araya gelmeleri için kamuoyu oluşturdu.
Malum, Haznevi tarikatı manevi mertebe açısından Türkiye'dekiler dâhil Kürt bölgelerindeki bütün tarikatlardan daha üst seviyededir.
Ardından ABD ile Fransa Kürtleri yakınlaştırma ziyaretleri yaptı.
Daha sonra Mesud Barzani devreye girdi ve bir şekilde birlik zemini oluştu.
Türkiye yukarıda sayılan hataları yapmamış olsaydı, çok şikâyet ettiği Batılı devletlerin bu işe müdahalesini önlemiş ve belki de Kürt kesimlerin siyasi desteğini almış olurdu.
Sonuçta Tel Rıfat, Minbiç ve Teşrin Barajı çevresinde onca kan akmamış ve barış süreci daha erken başlamış olurdu.
Demem o ki; AKP iktidarı başından itibaren sürdürdüğü "ezip çözeriz, silip süpürürüz, silahlarıyla birlikte gömeriz!" mantığını bırakmadığı sürece açılımdan beklenen elde edilemez.
Çünkü asayiş ve polisiye anlayışıyla barış inşa edilemez.
İbrahim Kalın'ın bir beklenti/amaç olarak mealen dillendirdiği şu ibareyi birkaç ay önceden tespit etmiştim:
Bu inşa sürecinde Irak ve Suriye Kürtlerinin hamisinin de Türkiye olması hedeflenecek. Bütün Kürtlerin yönünün Türkiye'ye dönmesi sağlanacak. Zemin ortadan kaldırılacak ve süreç büyük bir medeniyet adımı olacak!
Buradaki "zemin" sözcüğü çok anlamlı ve dikkat çekicidir.
Bunun 2013 yılındaki adı "Büyük Türkiye" idi.
AKP'ye müzahir liberaller sıkça yazmışlardı.
Bugünlerde de bazı DEM Parti yetkilileri "Büyük Türkiye" eksenli konuşmalar yapmaktalar.
Sanırım Atlantik ötesi de bunu istiyor ama elbette kendi jeopolitik çıkarları için.
"Kürtlerin hamisi olmak" siyasi kavram olarak hoş bir kelime değil.
Çünkü başta bir efendi ve onun kolu kanadı altında yaşayan bir toplum tahayyülüdür bu (en azından üç parçadaki Kürtler için).
Asıl adını telaffuz edersek de Yeni Osmanlıcılık!
İyi güzel de; "Büyük Türkiye" başta muhatap aldığı Kürtler olmak üzere Alevilere, diğer inanç ve dini topluluklara, kadınlara ve ötekileştirilenlere/ezilenlere haklarını vermekle olur.
Onlara eşitlik-özgürlük-hak-hukuk ve adalet temelinde muamele etmekle olur.
Demokrasi ve hukukun üstünlüğünü esas alan çoğulcu bir toplum gerçeğini kabullenmekle olur.
Bilinmelidir ki Ortadoğu'da fiili aktör konumuna gelmiş olan Kürtlerin jeopolitik ve siyaset oyunlarında yardımcı unsur (sadece bir araç), emperyal hâkimiyet için vurucu güç olarak kullanılması hem Türkiye'ye hem de Kürtlere hayır getirmez. 1
Süreçle ilgili görüşlerini belirten AKP'li yetkililer, gidişatı kontrol altında tutmak maksadıyla bir yandan sert uyarılarda bulunuyor diğer yandan muğlak kelimelerle vaat ediyorlar.
Gelgelelim ister Kandil çevresi, isterse DEM Partisi temsilcileri açıklamalarında vaatlere rağmen "icraatın olmamasından" yakınıyorlar.
Dağ kadrosundan Cemil Bayık ile Murat Karayılan'ın ortak açıklaması da buna örnek teşkil ediyor:
Bu süreci yürütmekteki amacımız Kürt sorununa diyalog yoluyla çözüm bulmaktır. Biz hareket olarak bu aşamada üzerimize düşeni fazlasıyla yerine getirdiğimiz inancındayız. Şimdi sıra karşı taraftadır. Umarız karşı taraf da üzerine düşeni yapar ve sonuca ulaşırız. 2
Hiçbir adım atmadan, hiçbir değişim yapmadan bunu istiyorlar. Mesela üç hafta geçti ama hâlâ hiçbir pratik gelişme yoktur. Ne bir yasa çıktı, ne de farklı bir şey. Devlet Bahçeli'nin umut vaat eden güzel sözleri var… Fakat söz düzeyinde kalıyor. Hiçbiri henüz uygulamaya geçmiş değil. Uygulama AKP'nin elinde ve hiçbir gelişme görmüyoruz. Tam tersine bu imkânları muhalefeti geriletmede, CHP'yi zayıflatmada, Cumhurbaşkanı alternatifini ortadan kaldırmada kullanmak istiyorlar. 3
DEM Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan:
Türkiye'nin demokratikleşmesi, Kürt sorununun çözümü ve halkların ortak yaşam iradesi için bir fırsattır. Ancak bu fırsatın değerlendirilebilmesi, iktidarın ve muhalefetin sorumluluk üstlenmesiyle mümkündür.
(17 Mayıs 2025)
DEM Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları:
İktidar, bu konuda son derece yavaş ve son derece cesaretsiz davranmaktadır. Şu bilinmeli ki lafla peynir gemisi yürümez! Zaman icraat zamanıdır. Toplumu güvenli hale getirmenin koşullarını artırmaktır. Demokratik toplum Kürdün Türk kadar, Alevi'nin Sünni kadar varlık göstermesidir. Bu çağrının hayata geçmesinin önemini birkaç noktada vurgulamak istiyorum.
Huzurlu ve güvenli, iç barışını sağlamış bir toplum nasıl olur? Eşitliği, özgürlüğü, barışı ve kardeşliği tesis etmekle olur. Kürdün Türk kadar varlık göstermesi ve kimlik hakkına sahip olmasıyla mümkündür güvenli toplum. Bugün atanmış olan kayyımlar, Halfeti, Suruç, Viranşehir ve bütün kayyımlar geri çekilmeli, belediye eş başkanlarımız görevlerine iade edilmelidir. Bu önemli bir gelişme olacaktır.
Her sabah yapılan şafak operasyonları bir an önce son bulmalıdır. HDK operasyonu, Kent Uzlaşısı operasyonu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne gerçekleşen operasyonlar ve en son Adana'da Seyhan ve Ceyhan Belediye başkanlarının gözaltına alınıp tutuklanması. Bunları asla kabul etmiyoruz. Bu göz altıları, baskıları bir kez daha kınıyoruz.
(1 Haziran 2025)
Zira iktidar ağırdan aldıkça sofu Kemalist ve Atatürkçü kesimden yorumcuları ekranlarına sıkça çıkaran Sözcü ve Halk TV kanallarının ajitasyon-propagandası neticesinde CHP saflarında şimdiki sürece karşı çıkan belirgin bir eğilim göze çarpıyor.
Bunda AKP iktidarının CHP'li belediyelere yönelik hukuksuz operasyonlarının da büyük payı bulunuyor.
Yolda sokakta, çarşı pazarda karşılaştığım insanlar etnik köken fark etmeksizin süreç konusunda AKP iktidarını samimi bulmuyor ve kuşkularını açıkça dile getiriyorlar.
Geçen hafta İzmit'teki bir konferans sırasında dinleyiciler ve sonrasında misafir olduğum eş, dost ve akrabalarım gencinden yaşlısına kadar beni soru yağmuruna tuttular.
Sürece ilişkin olumsuz düşüncelerini ve şüphelerini dillendirdiler.
Ortak nokta şuydu:
Biz Kürtler yine mi kandırılacağız, yine mi baskıya maruz kalacağız?
Belirtmeliyim ki, bunların önemli bir kısmı siyasetin içinde olmayıp olayları televizyon haberleri, sosyal medyadan izleyen kişilerdi.
Geçen hafta Öcalan'ın PKK Kongresi'ne hitaben kaleme aldığı 5 sayfalık mektubu örgütün yayın organı Serxwebûn gazetesinde çıktı ama sonra dolaşımdan kaldırıldı.
Mektubun ayrıntılı değerlendirmesine girmeyeceğim.
Bunun için belli bir süre beklemem lazım.
Kendimce önemli görüp isabetli bulduğum birkaç alıntıya yer vermekle yetineceğim:
Önderlik, karakteri itibarıyla çok az anlaşıldı. Anlaşılmıyor. Önderlik gerçeği diyorsunuz ama nedir bu gerçeklik, anlamıyorsunuz. Halk dağılmış, felç edilmiş, anlama gücü yok. Kadro donanımsız. Elli yıldır Kürtlerin şaşkınlığı, Mesihçiliği bu gerçeklikle bağlıdır.
PKK'de önderliksel gerçekleşme Kürt tarihinde bir dönüm noktasıdır. En az Kürt uyanışı diriliş devrimi kadar önemlidir. Apo gökten inen bir Mesih değil, emekle, toplumsal gerçekleşmeyle kendisini yaratan bir önderliktir. Kürt-Kürdistan tarihinde sosyalist önderliğin inşasıdır. Apo bir önderlik inşası bir kişi kültü inşası değil, kolektif önderlik inşasıdır.
50 yıldır doğru anlaşılmayı bekliyorum… Önderlik gerçeğini doğru anlamadan, kendini gerçekliğe yatırmadan bırakın topluma öncülük etmeyi, kendiniz yürüyemezsiniz. Nitekim kendinizi dahi taşıyamıyorsunuz. Muazzam bir söylem ve eylem gücüm var. Bunları size sunuyorum, zorla vermeye çalışıyorum, yine almıyorsunuz. Kendinizi bir çözüm olarak dayatmakta ısrar ediyorsunuz. 4
Öcalan niçin anlaşılmıyor? Kadroları mı anlamaktan aciz, yoksa Öcalan mı sıra dışı ve ezber bozan yöntemlere başvurarak anlaşılamaz hale geliyor?
İkinci sorumuz daha da önemli:
Kimi Kürtler Mesihçilik akımına kapılarak Öcalan'ı bir anlamda ilahlaştırıp kült (put) haline niçin getirdiler?
Mesela Ammara köyündeki evinden teberik (kutsal şifa) niyetine avuç avuç toprak alıp niye götürdü ziyaretçiler?
Ve niye bunun yanlışlığı üzerinde durmadı kimse?
Evet, Ortadoğu ve bilhassa Mezopotamya'da Mesihçilik/Mehdicilik inancının kökeni kadim zamanlara kadar uzanmaktadır.
Ancak Ammara ziyaretleri için kampanya düzenleyen yasal parti ve yasadışı örgütün kadroları bunu yaparken Öcalan, pekâlâ bu gibi şeyleri önleyebilirdi.
İnsan halidir; kim bilir belki de onca ilgiden hoşlanmıştır ve dolayısıyla müdahale etme gereğini duymamıştır deyip geçelim.
Diğer bir isabetli tespit de şudur:
Barış masasına savaşanlar oturur!
Bu noktayı anlamayan PKK-DEM haricindeki Kürt muhalifler "savaş ve barış" ikileminin özünü kavrayamadıklarından, Öcalan hakkında "teslimiyetçi, davayı sattı, hain, ajan" gibi ithamlarda bulunuyorlar.
Belli ki bu noktada Öcalan'ın son hamlesinin özünü kavramadan, hatta işi şahsileştirerek Öcalan'a veryansın etmekle kalmıyor; bol keseden el yükseltebiliyorlar.
Bize kalırsa bu kesimlerin ENKS-SDG uzlaşmasına ek olarak Mesut, Neçirvan ve Mesrur Barzani'nin olumlu tutumlarını örnek almaları gerekiyor.
PKK-Öcalan-DEM üçlüsüne küfretmeden uyarı ve eleştirilerini dile getiren ender Kürt aydınlarından biri İsveç'te aşan teorisyen ve yazar Cemil Gündoğan'dır.
Esasen barışı anlamak ve süreci kesinlikle desteklemek lazım ama tarafların kusur ve hatalarını açıklamaktan da kaçınmamak elzem görünüyor.''
Kaynaklar: