Hendeklerin, barikatların arasındaki gençlerin, direniş halinde olan gençlerin ölümü, yok edilmesi bu sorunu çözecekse biz getirip öldürelim hepsini. Ama bunların ölümü çözmez bunu.
Binlerce kişilik Muski aşiretinin İstanbul’daki derneğinin başkanı Nurullah İşlek böyle yanıtlıyor BBC Türkçe’den Rengin Arslan’ın “ne yapılmalı” sorusunu.
Haberine, İstanbul’da HDP’yi destekleyen Kürtlerin Güneydoğu’daki operasyonlar, sokağa çıkma yasakları ve hendeklerle ilgili ne düşündüğünü sormak için Sultanbeyli’deyim diye başlıyor Rengin Aslan ve şöyle devam ediyor haber.
1990’lı yıllarda bölgedeki çatışma zamanlarında İstanbul’un en yoğun göç aldığı ilçelerden biri burası aynı zamanda. Farklı illerden gelen on binlerce Kürt, İstanbul\'un o yılların yeni kurulan bu ilçelerine, kentin çeperine sığınmıştı.
Konuştuklarım 7 Haziran’da da 1 Kasım’da da HDP’yi destekleyenler. Hepsi “duygusal kopuştan”, Kürt tarafından uzatılacak bir elin kalmayacağından söz ediyor. Yukarıda İşlek\'in söylediği ise barış için neler yapabileceklerini ifade etmenin bir aracı.
\"Öcalan bile etkili olmayabilir\"
Kürt siyasetçi Şerafettin Elçi’nin sözlerini hatırlatıyorum. 2012 yılında, “Bizim nesil Kürt meselesini anlaşarak çözmek için son nesil. Bizimle anlaşamazlarsa bizden sonraki nesil anlaşmaya razı olmaz” demişti Elçi.
İşlek ise, “Hendekler, Şerafettin Elçi’nin işaret etmiş olduğu durumun ta kendisidir” diyor ve “Zaman gelecek siz barış için dahi bu çocuklarla oturup konuşamayacaksınız” diye ekliyor.
1985’ten sonra doğanların 1990’lı yılların çatışma ortamı içinde büyüdüğünü anlatarak “kaosun çocukları bunlar” diye niteliyor onları.
İşlek, “Gençleri tutamazsınız. Bir yere kadar zapt edebilirsiniz. Korkarım zaman gelecek Öcalan’ın bile söylemi etkili olmayabilir. PKK’ye de devlete de düşen çatışmanın durdurulması. Savaşların galibi yoktur. Olan insanlara, askere, polise, sivile oluyor. Ölen asteğmenin baba evini gördünüz. Tuğla, branda. Yazıktır.”
Bir masa etrafında oturduğumuz Kürtlerin hepsinin bir romana konu olacak hikayesi var.
İskan Erenuluğ 70’inin üstünde. Kıbrıs gazisi. 1974 çıkarması sırasında askerde postacı. Arkadaşları çıkarma için asker seçerken onu seçmiyor haliyle. Komutanına “posta koymuş” ve komutanı onu göndermiş. Peki orada ne mi olmuş? O anlatıyor:
“Aynı komutan, benimle Kürtçe konuştuğu için arkadaşıma kürekle bir vurdu. Ya bu dili ben satın almadım. Alsaydım, İngilizceyi alırdım. Daha iyidir, her tarafta konuşuluyor. Niye Kürtçe alayım? İsteyerek gitmiştim Kıbrıs’a. Şimdi olsa asla gitmem.”
38 yaşındaki Ferman ise, askerlerle top oynadıklarını hatırlıyor çocukken ama bu anısını sonradan olanlar çevreliyor: “Devlet 1990’dan sonra Kürtlere sırt çevirdi. 1988’de böyle değildi. 1988’de biz lokumuna top oynardık askerlerle. Kim kaybederse o bisküvili lokum alırdı. 1990’lardan sonra devlet resmen sırt çevirdi.”
İşlek, 90’larda yaşadığı Bitlis’te kendisine muhbirlik teklif edildiğini, evinin basıldığını ve İstanbul’a göçmeye öyle karar verdiğini anlatıyor.
Medeni için ise devlet, “aile resimlerini yırtan askerler”. Bugün olan biteni konuştuğumuz bir sırada anlatıyor bu olayı ve “tamam her şeyi yaptılar ama o resimleri niye yırttılar, onlar benim geçmişim” diye soruyor ısrarla.
Sonra ekliyor: “O meşhur söz Batı’da ‘ya sev ya terk et’tir. Güneydoğu’da ‘ya öl ya terk et’”
Aslında bütün bunları anlatmalarının bir sebebi var. Tanık oldukları 1990’lar ile İstanbul’da yakından takip ettikleri bugünün Güneydoğusu arasında bir kıyaslama yapmak.
Hepsinin görüşü ortak: Bugün 1990’lardan daha kötü.
Nurullah İşlek bir adım ötesini söylüyor ve “80’leri, 90’ları görmüş biri olarak ilk defa korktum” diyor.
Nedenini şöye açıklıyor: “Duygusal kopuşun bir adım ötesini söyleyeyim. Türkiye’nin bir iç savaşa gittiğini görüyorum. Bunun bir sonraki aşaması iş savaştır.”
Herkesin dilinde “cenazeler” var. Sokakta kalan, gömülemeyen cenazeler... Özellikle cenazesi yedi gün sokakta kalan Taybet İnan ilk sarf edilen isimlerden biri oluyor. Her biri aynı örneği veriyor birbirinden habersiz. “İsrail bile” diyorlar, “izin veriyor ölülerin gömülmesine.”
İşlek, “Uyuyamıyorum. İnanın uyumuyorum. Cenazeler bekliyorsa, çürümeye yüz tutuyorsa. Böyle bir şey yok. Hiçbir dinde, hiçbir sistemde yok” diyor.
En baştaki soruya geri dönüyoruz... Peki ne yapılmalı?
Sohbetimiz sırasında barış, cenaze sözcüğünden sonra en çok seslendirilen kelime belki de. Diyalog, çözüm, masa, barış... En çok talep edilenler bunlar.
AKP’ye ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a serzenişler ardından geliyor. Ne oldu da, diyerek lafa başlıyor pek çoğu ve Erdoğan’ın çözüm süreci söz konusu olduğunda söylediği “baldıran zehri içme” sözüne atıfta bulunuyorlar.
Fatih’te konuştuğum ayakkabıcı Welat, “Çözüm süreci derken güzel şeyler oldu. Ne asker öldü ne dağdakilerden ölen oldu. Önemli olan bunu sürdürebilmek. Ne oldu da allak bullak oldu her şey. Taşın altına elini koyduysa devamını getirmesi gerekiyordu” diyor.
Peki ya HDP ne yapmalı ya da PKK?
Burada ortak görüş Kandil’in sözü HDP’ye bırakması.
Ferman, “Kandil’in kesinlikle söz hakkını siyasetçilere bırakması lazım. Kesinlikle. Siyasetçiler yürütsün. Biz bu haklarımızı HDP’ye vermişiz” diye açıklıyor görüşünü.
Babası 1990’lı yıllarda “Hizbullah’tan kaçıp gelen” ayakkabıcı Welat da aynı şeyi vurguluyor ama o eleştirisini Demirtaş üzerinden diye getiriyor ve diyor ki: “Selahattin, PKK’ye silahları bırakın, artık ben meclisteyim, bana güvenin ben yaparım diyebilmeliydi.”
Sıkça atıfta bulunduğumuz 1990’lar Güneydoğu’nun olağanüstü halin uygulandığı, faili meçhullerin yaygın olduğu, koruculu ve köy boşaltmalı yıllarıydı.
Türkiye’de Kürtlerden bahsedilecekse o yılları anmamak mümkün değil. Tıpkı İstanbul’daki bu sohbetlerde olduğu gibi. Barış süreci boyunca 1990’ların acı anıları biraz olsun sohbetlerden eksilmişti. Bugün ise, daha dün yaşanmış gibi canlı hatıralar.
HDP’yi destekleyen Kürtler için bugünün operasyonları, sokağa çıkma yasakları o günlerin hatıraları ile birleşiyor. Dilekleri ise belki de bütün bu dönüm noktalarının kötü hafızasını iyileştirecek gerçek bir barış süreci.