Adını Büyük İskender’e atfedilen Gordion Düğümü’nden alan “Kurdiana Düğümü” adlı yapıtı ile Yüksel Avşar kendi kişisel yaşam serüvenini, siyasal kimliğinin biçimlenmesinde etnik mensubiyetinin yerini ve tekil bir kimliği yurttaşlarına dayatan devlet aygıtının red, inkâr ve imha siyasetine dayanan monist (tekçi) anlayışının Kürt sorunu nasıl her geçen gün daha karmaşık bir hale getirdiğini ele alıyor.
Kürt özgürlük mücadelesine farklı süreçlerde katkı sunan Yüksel Avşar, yaşamı boyunca şiddet eylemlerinden ve düşüncesinden uzak durdu. Yaşamının odağında hep toplumsal barış yer aldı. Kurdiana Düğümü adlı biyografik nitelikler taşıyan bu eser şu ana kadar yürüttüğü siyasal mücadelenin bir ürünü olarak yayımlandı.
DDKO ile başlayan politik serüveni ÖZDEP, KADEP ve Kürt-Der’de sürdü. Yeni Demokrasi Hareketi’nin Ankara il yönetiminde bulundu. İsmail Beşikçi tarafından kaleme alınan önsözde yazarın politik serüveninin başladığı yer olan DDKO hakkında oldukça çarpıcı bir özet yer almaktadır.
Kitap bu ülkeye karabasan gibi çöken 12 Eylül 1980 faşist darbesinin bir gün öncesinde kendisi ile hesaplaştığı an itibariyle başlar. Militarizmin ayyuka çıktığı dönemde günlük yaşam; ardı arkası kesilmeyen (politik) cinayetler, bombalamalar, grevler, ekmek-şeker kuyrukları, korku, kaos ve kendini tüketen bir iç savaş atmosferini tanımlamaktadır.
Genellikle, çözümü zor bir sorunun kaba kuvvetle halledilmesi anlamında kullanılan bir metafor olarak siyaset literatüründe kendine yer bulan Gordion Düğümü ile benzer nitelikler taşıyan “Kurdiana Düğümü”nde Yüksel Avşar, bir problem çözme aracı olarak kullanılan “zor”un ve “kaba kuvvet”in aslında sorunu çözmek yerine nasıl daha da karmaşık ve içinden çıkılamaz hale getirdiğini bize anlatmaya çalışıyor.

Yüksel Avşar kitabın adıyla Gordion Düğümü hakkındaki benzerliği şöyle tanımlıyor:
“Gordion Düğümü’nün gerçek adı “Kurdiana Düğümü”dür. M.Ö. VI. ve V. Asırlarda Medlerle Lidyalılar arasında çok büyük savaşlar yaşanıyordu. Med orduları ile Lidya Orduları 28 Mayıs 585’te Angora’da (Ankara) çok büyük bir savaşa tutuşuyorlar. Öğlene doğru kızışan bu savaşta binlerce hatta onbinlerce asker can veriyor. Ancak taraflar yenişemiyor (Birbirlerini yenmemek). Bu arada Güneş tutuluyor ve ortak bir anda geceye dönüşüyor. Hem Med hem de İyon/Lidya inancına göre Güneş tutulması tanrıların öfkesi ve büyük kötülüğün işareti olarak yorumlanıyor. Bunun üzerine taraflar savaşa son veriyor. Angora Medlerle İyonya/Lidya sınırı olarak belirleniyor.” [1][1]
Yazar adanmışlığın o yıllarda neye karşılık geldiğini şu özlerle dile getirmektedir:
“Çocukluğumun geçtiği Xoçuvan’da (Ardahan’ın merkez köylerinden biri) büyükler cesur çocuklar için “Xwediyé çar gurçika” (Dört böbrekli) derlermiş. Yitirdiğim ve gözlerimizin önünde kayıp giden yoldaşların her birinin gerçekten dört yüreği vardı. Birini ülkelerine, birini sınıfsız ve sınırsız bir dünyaya, birini halklarına ve sonuncusunu ise “çaktırmadan” sevdiklerine adamışlardı.” (s.17)
Siyasallaşma sürecini açıklarken de öne çıkan unsurların “… Acı çeken insanlar, baldırı çıplak aç çocuklar, emeği çalınan zavallı köylüler, maden göçükleri altında can veren işçilerin onurlarıyla yaşayacakları adil bir dünya düzeninin kurulabilmesi” olduğunu söylüyor. Okyanuslarda batık bir gemi gibi mülteci hüznünü yaşamaktansa esir düşmeyi ve hatta ölmeyi tercih edenlere duyduğu saygı kendi politik serüveni için de yolun başlangıcı oluyor.
Elbette patikalarda ardında miskü amber kokuları bırakan gazellere çarparak yürüyen Anos ninesini unutmadan… Ki o soğuk kış gecelerinde ona Mem û Zin’i, Seyid Ahmed û Xecê’yi, Desmala Rinda Rindo’yu, Şah Meheme’yi ve Rustemê Zal’ı anlatandır…
Dengbej Abdulkadir’den kartalların gökyüzünde süzülerek uçuşunu, kekliklerin ötüşünü, dağların kırmızı, mor, sarı çiçeklerle bürünmüşlüğünü, koyunların kuzularla meleşmesini, Berivanların nazlı ve alımlı yürüyüşünü bir kaval ezgisi eşliğinde dinler. Erivan Radyosu’ndan Fatıma İso’nun yanık sesli klamlarını (destansı şarkı) dinler.
Darbeden sonra Ankara Emniyeti’nin sistematik işkenceler için kullandığı ve adını DAL (Derin Araştırma Laboratuvarı) koyduğu izbe yerlerde yaşadığı sıra dışı bir tanıklığını paylaşır:
“… Öğlen saatlerinde DAL’da bir kavga kıyamet koptu. Zincirlere vurulan Dev-Sol, Kurtuluş ya da TİKKO’cu militanlar her nasıl olmuşsa zincirlerini çözüp o zincirlerle işkencecilere saldırıyorlardı. İşkenceciler feryatlar içinde bağırıyor, “Allah aşkına bizi öldürmeyin” diye yalvarıyorlardı. Devrimci gençler de sanki bize mesaj iletmek istiyorlarmış gibi “Burada Allah ve günah yok” diye bağırıyordu…” (s. 41)
Apê Musa Ankara Gençlik Parkı’ndaki son söyleşisinde İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması hakkında uzun uzun konuşmuştu. Darbeden sonra kendi kitaplarını yakmak zorunda kalan Avşar, tarihte trajik bir şekilde yakılana kitaplıkların yazgısı hakkında şunları söylüyor:
“İskenderiye Kütüphanesi’nin bir bölümünü İsa ve Babasına iman eden Roma İmparatoru Theodosius 391 yılında yakmıştı. Geriye kalan kısmını da Muhammed ve onun Rabbine iman eden İslam halifesi Ömer Bin Hattab 642 yılında yaktı. Mavi Kurt’a secde eden Moğol Hanı Hülagü’nün bir ay boyunca yakıp bitiremediği Bağdat Kütüphanesi’ne ne demeli?” (s. 44)
İskenderiye Kütüphanesi yakılırken isyan eden paganların kılıştan geçirilmesini tarihe not düşmeli.
Ait olduğu coğrafyaya bir selam niteliği taşıyan kitapta Avşar Ardahan’ın gayri resmi tarihine de atıfta bulunarak şunları söyler:
“Ardahan’ın doğusunda yer alan Çıldır’ın nefes kesici uçurumları var. Üç tarafı derin uçurumlarla çevrilidir. Kimilerine göre gerçek Alamut Kalesi Çıldır sınırları içindedir. Şeytan Kalesi üzerine tarihi destanlar, hikâyeler, masallar anlatılırdı. Anlatılanlara göre Çıldır Kalesi’nde yaşayan hükümdarlar Ardahan ve çevre köylere saldırarak buradan topladığı erkekleri götürür, kalede hadım yaparlarmış.” (s.70)
Ezidi inancına dair yaptığı açıklama da bize bu inancın takipçileri için ateşin ve ışığın neden kutsandığına dair bazı küçük ipuçlarını içermektedir:
“Ezidi inancına göre; şimşek çaktığında, tahta üzerinde ya da kapı eşiğinde oturulmaz. İlk gece ölünün mezarı üzerinde ateş yakılırdı Ateşten yayılan ışığın ölünün kabrine inip onu aydınlattığına inanılırdı. Işık gece ve gündüz kabrin içine vursun diye ateş mezarın hem doğusunda hem de batısında yakılırdı.” (s.70)
Ninelerinin desenli kumaşlardan diktiği elbiseler, yün kazak fanilalar, minik desenli tumanlar, içi tüylü ayakkabılar ile kırlarda koşmak, avazı çıktığı kadar sonsuzluğa sesini soluğunu doldurmak ve kulağındaki mavi küpelerin sağa sola savrulduğu yalın bir düşü vardır.
Anos ninesi fidan boylu, bakımlı ve temiz bir kadındır. Hep güzel kokar. Mavi-yeşil, kırmızı, beyaz ve siyah renklerden harmanlanmış elbiseler giyer. Altınla süslenmiş işlemeli kofi takar. Gözlerine sürme çeker ve ayağında mavi halhalı, boynunda siyah mercanı eksik olmazmış.
Anos ninesi Celali imiş. Celalilerin Kürt (Zaza) Alevi olduğunu, Celali isyanlarının da etnik bir isyandan çok sınıfsal bir nitelik taşıdığını söyler ve ağır vergi, talan ve baskıdan usanan kitlelerin başkaldırısı biçiminde tanımlar.
Yaşamının özeti ve kitabın yazılış gerekçesini özetleyen su sözü yazarın konumlandığı yeri göstermesi ve dünya görüşünü açıklaması açısından önemlidir:
“Geçmişi anımsamak, ileriye bakmak.”
İlk Kürtçe roman olarak bilinen Erebê Şemo’nun “Şivanê Kurmanç” (Kürt Çoban) isimli eserini okuduktan sonra işgal sürecinde kitlelerin yaşadığı o büyük acıları, vatansız Kürt aydınının çaresiz çırpınışlarını ve dramlarını iliklerine kadar hissettiğini söyler. Erebê Şemo’nun anlattığı hikâye için “Benim benden önceki hikâyemdi” der.
1887 Osmanlı – Rus harbinden on yıl sonra Ezidi şeyhi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Erebê Şemo Kürtçe, Türkçe ve Rusça bildiği için uzun yıllar çarlık Rusya’sında ve ardından Bolşeviklerle tercüman olarak çalışmaya başlar. “Baskısız, sömürüsüz, özgür bir dünyanın” Kürtler için de yaratılmasının yılmaz savaşçısı, militanı olmuştur artık. Halklar sosyalizmle buluştuğunda dünyaya barış ve huzur geleceğini, ezilen halklar ve sınıfların bir dünya cennetine kavuşacağına iman eder.
“Sovyetler’de Sovyet ulusu dışında hiçbir ulus yoktur” diyen Stalin’in azınlıklara karşı düşmanlık politikasının yaşama geçirilmesiyle birlikte 1937’de yakalanıp Sibirya madenlerinde çalışmaya gönderilir. Hitler’in Yahudilere yaptığını Stalin de Kürtlere yapar. Erebê Şemo yıllar sonra; ‘Gördüğünüz bu binaların, yol ve köprülerin yarısını bu nasırlı eller inşa etti’ diyecektir.” (s.117)
Avşar, vahşi kapitalizmin Kürt coğrafyasına girişini, işçi sınıfının tarih sahnesine çıkışını ve izlenen ekonomik modeli şu sözlerle açıklar:
“Türkiye İşçi Partisi (TİP), sosyal bir zemin üzerinde yeşerdi. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nden 1950’lere kadar Türkiye’de uygulanan ekonomik sistem devlet kapitalizmiydi. Bütün sınai kuruluşlar ya devler eliyle ya da devlet özel sektör ortaklığıyla kuruluyordu. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra Marshall Planı çerçevesinde Türkiye’ye büyük bir sermaye akışı oldu. Sermaye akışıyla birlikte özel sektör canlandı, tarımda makineleşmeye gidildi. Bunun sonucu olarak köylerden kentlere göçler başladı ve gerçek anlamda bir işçi sınıfı oluştu.” (s. 143)
12 Mart Darbesi’ni izleyen dönemde 1973’te kurulan sıkıyönetim mahkemelerinde Kürt öğrencilerin siyasi savunma yaptıklarını söyler. Kürtler konusunda red ve inkâr politikalarını izleyen resmi ideolojinin bir yansıması olan bu mahkemeler eliyle düzenlenen iddianamelerde aynen şöyle söylenmektedir. Egemen zihniyetin farklı yelpazedeki savunucularının tarihle ve gerçeklikle hiçbir ilişkisi olmayan bu yaklaşımın bugün bile savunageldiği bu tespitler bu iddianamelerin temel felsefesini yansıtmaktadır:
“Kürt diye bir ulus, Kürdistan diye bir ülke yoktur, tarihte de var olmamıştır. Kürtçe denilen bir dil de yoktur. Kürtçe; Türkçe-Arapça-Farsça karışımı yapay bir dildir. Sanıklar olmayan bir dil, olmayan bir ülke savıyla devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünü bozarak isyan, kargaşa ve anarşi yaratma çabasına girişmişlerdir.” (s. 150)
Bu süreçten sonra Kürtler, Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) gibi bir yapılanmaya girerler. DDKO, içinde her türlü fikrin tartışıldığı, değişik dünya görüşlerinin olduğu, farklı Kürt partilerine ve şahsiyetlerine sempati duyanların kendinin ifade edebildiği renkli ve milli bir sivil örgüt görünümündedir.
Avşar’ın yolu liderliğini Kemal Burkay’ın yaptığı Özgürlük Yolu ile kesişir. Bu hareketin mensubu olma gerekçesini şu sözlerle açıklar:
“Özgürlük Yolu, şiddetin her türlüsüne karşıydı. Şiddete karşı olmak, şiddet olaylarına karışmamak, ruhuma, edindiğim aile terbiyesine ve Serhat insanının felsefesine de uygun düşüyordu.” (s. 179)
“Kurdiana Düğümü” hem kişisel serüveniyle hem etnik duyarlılığıyla hem de çağıyla yüzleşmek isteyen bir Kürt aydınının tarihe düşmek istediği bir not olarak okunmalı. Kitaba dair son sözler yine Yüksel Avşar’dan:
“Ben büyük acılar yaşayan bir toplumun üyesiyim. O toplumun bir ferdi olarak o büyük acıdan benim payıma düşeni aldım ve yaşadım. Önemli olan acıları yaşamak ya da yaşamamak değil, insan onur ve haysiyetine uygun yaşama direnci ve arzusudur. Geriye dönüp baktığında utanç duyacağı, vicdanının sızlayacağı bir leke bırakmamış insan, ölürken bile mutludur.” (s.217)
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.