Dağda direndiğimiz gibi, ovada da sivil siyasette direniriz. Numarası olmayan bir savaşta olsa, ismi Kürtlerin onurları için direndiği, ismini tarihe yazdıracağına herkesin emin olması gerekir. Yarın, bugünden çok daha kötü günler gelirmi veya bundan daha kötüsü varmı doğrusu kestirmek zor.
Günümüzde savaş tehlikesini sezmek bir uzak görüşlülük değildir. Daha kapsamlı bir savaş Türkiye’nin kapısına artık dayanmıştır. Her ne kadar günümüz dünyasında ki savaşlara numara verilmiyorsa da bu savaşın henüz bir numarası olmayacağı anlamına gelmiyor. Üçüncü dünya savaşı daha başlamadı ama bugün bölgesel, yerel ve iç savaşlarla numarasız bir dünya savaşı içindeyiz aslında. Varsın numarası konulmasın ama gerçek bu. Bugün için en büyük tehlike, sürmekte olan bu numarasız dünya savaşına bir numara konulmaması sanılıyor.
Evet hiç olmazsa şimdilik bunun için süren dünya savaşına numara konulmaması için barış yanlıları çalışmalı. Barış deyince, dingiliği, suskunluğu, edilgenlik anlaşılmasın. Barış savaş isteyenlere, savaştan çıkarları olanlara, savaş kışkırtıcılarına ve savaşçılara karşı savaştır aslında. Tarih, ikinci dünya savaşı bitiminde günümüze dek bir dünya savaşı olmadığını yazacaktır.
Gerçekten de yetmiş yıldır bir dünya savaşı yok mu, olmuyor mu? Yoksa bir dünya savaşının içindeyiz de haberimiz mi yok? Evet, 1. Ve 2. Dünya savaşı gibi sayılanmış bir dünya savaşı olmamıştır 70 yıldır. Birde yaşadıklarımıza ve yaşadıklarımızı anlatan şu sayılara bakalım. İkinci dünya savaşında 20 milyon Sovyet yurttaşı, 6 milyon Yahudi olmak üzere 60 milyon insan öldürülmüştür. Değişik uluslardan 60 milyon insan öldürülmemiş olsaydı, o yaklaşık 5 yıl süren (1939-1945) zaman dilimine ikinci dünya savaşı adı verilmezdi. Peki, İkinci dünya savaşından bu güne durum nedir? İkinci dünya savaşı sonundan bugüne dek yapılan bölgesel savaşlarda 35 milyon insan öldürülmüştür.
Devletlerin kendi içinde iç savaşlarından dolayı öldürülen insan sayısını kesin olarak bilemesekte 25 milyon civarı olduğu tahmin edilmektedir. Yine açlıktan dolayı her yıl 50 milyon olduğu belirtiliyor. İşte bugün bu nedenlerle sayısı koyulmamış, adına üçüncü dünya savaşı denilmemiş bir savaşı yaşıyoruz. Salt iki devlet arasında geçmediği için mi, yoksa ikinci dünya savaşı’nın bitiminden bu yana bütün dünyada sürmekte olan bu savaşa hala dünya savaşı denilmemesinin ve üçüncü dünya savaşı diye sayılanmamasının gerçek nedeni o teknik üstünlükleri olan büyük devletlerin kendi ülkelerine savaşın fiilen bulaşmamasının benciliğinden mi kaynaklanıyor olmasından mıdır bilinmez.
Burdan Kürdistan’daki savaşa gelmemiz gerekiyor. Günlerdir köy ve kasabalarımız ağır silahlarla vuruluyor ama kendine aydınım diyen çok kesimlerde tık yok…
Aydın kişi barışçı olmak, barışsever olmak, barışı kurmak ve korumak, bu uğurda savaşım vermek zorundadır. Çünkü barış aydının kendisini özünü varlığını, var olma gerekçesini koruması, daha doğrusu var olma nedenidir. Bir aydın kendisini var eden nedenlerden, özelliklerden, niteliklerden yoksun kalarak salt tartıda şu kadar kilo diye ölçülebilen bir canlı değildir. O zaman kesimden önce tartıya çekilen koyunla insanın ayrımı kalmaz.
Aydınlar fiziki ve manevi varlıklarıyla birlikte, vicdani duyarlıkları oranıyla aydındırlar. Yoksa aydının barıştan yana oluşu, salt bir acıma duygusunun başkalarına ah vah demenin bir duygusallığı değildir. Aydınlanma ve akılcılık çağından kaç yüzyıl geriyiz bir bilseydik çok iyi olacaktı. Batı akılcılığının çığır açanları düşman oldukları düşüncelerin bile söylenmesini savunma uğruna ölümü bile göze aldılar. Örneğin Voltaire, Rousseau’yu hiç sevmez ona düşmandı ve düşüncelerini hiç beğenmezdi. Ama İsviçre hükümeti, Rousseau’nun kitabını toplatıp yasaklayınca, ilk Voltaire karşı çıktı. ’Düşüncelerine karşıyım, ama istediği gibi yazma hakkını ölünceye dek savunacağım’ der. Peki bizim durumumuzun buna ne kadar uzak olduğunun farkındamıyız.
Düşman oldukları düşüncelerin yayınlanmasını savunmalarından geçtik, yanı başında katledilen Kürt halkına karşı bile ses çıkaramıyor ve bir kesimi top atışlarının sesini müzik olarak algılıyarak çökertme oyunu oynuyor ne yazık ki. Kürdistanda ki katliamlar, Aydın’ın vicdanıyla bir seçimle karşı karşıya getirmiştir.
Aydınlar Kürtler söz konusu olunca ağızlarından düşürmedikleri “üniter devlet” standartı, ya da tek tip ulus-devlet biçiminden ne hikmetse dem vuruyorlar. Öz yönetim ve resmi dil ile ilgili meseleler gündeme geldiğinde başta statükocular olmak üzere farklı dozajlarda olsa da yine üniter devlet efsanesine sarılıyorlar. Sanki dünyada bütün ülkeler “üniter devlet” biçimlerine sahipmiş gibi bir hava yaratılıyor. Hâlbuki gerçeklik bunun tam tersidir. Nüfus ve coğrafya bakımından büyük devletler federal devletler olduğu gibi, özerk bölgelere sahip üniter devletler de mevcuttur. Üstelik bu devletler ekonomik ve siyasi olarak büyük devletleridir.
Bugün dünyada irili ufaklı 200’den fazla devlet bulunmaktadır. Yalnızca ansiklopedik verilere bakılacak olursa bunların yaklaşık 4’te birinin federatif olduğu görülmektedir. Üniter yapıya sahip olan devletlerin önemli bir bölümünün son derece küçük devletler olduğunu, yani içinde büyük çeşitlilik barındırma olasılığı az olan ülkeler olduğunu ve kimi üniter devletlerin de fiiliyatta bir federasyon gibi olduğunu görürsek, yeryüzünde gerçek anlamda federatif devlet oranının bundan daha yüksek olduğu anlaşılabilir. Dünyanın en geniş topraklarına sahip ilk 10 ülkesinden 8’inin ABD, Rusya, Brezilya, Hindistan, Kanada, Arjantin gibi, federasyon olduğu gerçeği en iyi örneklerdir.
Sadece sorunun ulusal boyutları değil, ekonomik ve sosyal boyutları da ele alınıyor. Öz savunma, “ayrı bayrak”, “köy komünleri, kasaba, ilçe, mahalle meclisleri, kent meclisleri” gibi ifadeler ise en liberal demokratların bile eleştiri oklarına maruz kalıyor. Aydınlar demokratik özerkliğin tartışılmasından yanalar. Ama sözkonusu Kürtler olunca hemen değişik refleskler gösteriyorlar. Kürdistan illerinde tabelalar iki dilde yazılarak fiili olarak iki dilli yaşama geçişin adımları atılıyor. Keza bazı il ve ilçelerde meclisler kurularak demokratik özerklik projesinin adımları atılmaktadır. Kürtler fiili adımlar atmaya başlayınca, Kürt sorununun çözülmesinden yana olan ‘Aydınlar’, Kürtlere uslu olmalarını, gerginlik yaratmamalarını, “makul” sınırlar içinde kalmalarını öğütlemeye başlıyorlar ne hikmetse.
‘Aydınlar’ın’ en çok tartıştıkları konuların başından biride Kürtçenin kamusal alanda kullanılması ve anadilde eğitim hakkı. İşte tam bu alanda Milliyetçilik ve statükoculuk ‘Aydınlar’ın sırt bölgelerinde ve dillerinde karıncalama yaratıyor. Onlara göre haksızlık yapmamak gerekiyor bu kez, devlet haklı nakaratları yankılanıyor. Bilmedikleri ve konuşmadıkları Kürtçe dilinin, kamusal alanda kullanılabilecek yeterliliğe sahip olmadığından dem vuruyorlar. Evet durum biraz kara mizah ve aydınlar bilimle ne denli haşır neşir olduklarını da böylece ortaya koyuyorlar. Böylece bir dilin devletleri bölecek kadar güçlü bir silah olduğunu da Aydınlardan öğrenmiş oluyoruz.
Nitekim Türkçe’nin bugünkü haline evrilmesi Cumhuriyetin kuruluşundan sonra gerçekleşmiştir. Hatta çoğu kelime masa başında uydurulmuştur. İmla kurallarının bile tümüyle oturduğu söylenemez. Ayrıca Türkçe içinde çok sayıda Arapça, Farsça, Fransızca, İspanyolca hatta İtalyanca sözcük vardır. Dolayısıyla Aydın kesimin yetersizlik argümanı Kürt dili için değil ama, Türk dili için hala geçerliliğini koruyor.
Bölünme meselesine gelince. Anadilini serbestçe kullanma hakkı tanınmadığı sürece bir birlikteliği yürütmek eninde sonunda imkânsız hale gelecektir. Dolayısıyla bu en temel hak, eşitlik ve gönüllülük temelinde bir birlikteliğin zaten ön koşuludur. Anadil hakkının tanınması mutlaka bölünmeye yol açsaydı, bugün resmi dilin olmadığı veya birden fazla resmi dilin bulunduğu ülkelerin yok olup gitmiş olmaları veya çoktan bölünmüş olmaları gerekmez miydi ?
Legal alanda siyaset yapın demişlerdi, şimdi ise legal alanı ateşe veriyorlar, barışı yaktıkları bu ateşin dumanında boğmak istiyorlar. Biz çokça benzer bâdirelerden geçmiş bir halkız.
Dağda direndiğimiz gibi, ovada da sivil siyasette de direniriz. Numarası olmayan bir savaşta olsa, Kürtlerin onurları için direndiğini, tarihin yazacağını herkesin emin olması gerekir. Yarın, bugünden çok daha kötü günler gelirmi, veya bundan daha kötüsü varmı doğrusu kestirmek zor. Ama bugün susan, tıkırtı dahi çıkarmayanlar tarih karşısında nasıl bir duruş sergileyecekler, gelecek kuşaklara nelerini miras bırakacaklarını bilmek çokta zor değildir.