Henüz on-on bir yaşlarında bir çocuktu; birkaç arkadaşıyla keyif alacağı bir oyun oynayacağına, Yazın Musul’un yakıcı sıcaklığında mahşeri bir kalabalığa karışıp idam edilecek ağabeyini görmeye çalışmıştı… Gördüğü bir kâbustu! Ağabeyi Şeyh Abdüsselam’ın cansız bedeni ipte sallanıyordu. (1915)
Henüz on-on bir yaşlarında bir çocuktu; birkaç arkadaşıyla keyif alacağı bir oyun oynayacağına, Yazın Musul’un yakıcı sıcaklığında mahşeri bir kalabalığa karışıp idam edilecek ağabeyini görmeye çalışmıştı…
Gördüğü bir kâbustu! Ağabeyi Şeyh Abdüsselam’ın cansız bedeni ipte sallanıyordu. (1915)
Abisinin sucu neydi? Ah Osmanlı! Ah Vali! (Musul Valisi Süleyman Nazif)
Devlet kendilerine neden zulüm ediyordu?
Bir Kürt olarak dünyaya gelmenin yazgısını paylaşıyordu. Oysa doğduğu topraklarda yaşayan otokton bir milletin kimliğini taşıyordu. O kimlik ki medeniyetin kurulmasında rol oynamıştı.
Dağlara kovulan-sığınan ailesinin yanına geri geldiğinde kafasında çok şey dönüyordu. Oysa omzu henüz düşündüğü-tasarladığı ağır görevleri kaldıracak olgunlukta değildi, ama olağan dışı koşullarda yaşıyordu, olağanüstü yetenekler edinmesi olasıydı, zira bizzat şartlar onu eğitecekti, o, kendilerini dağlara kovan süvari alaylarına kök söktürecek bir asker (peşmerge) olacaktı.
Yalnızca o kadar değil, adı ulusal kurtuluş mücadeleleri tarihinde anılacak bir Lider de olacaktı.
Mahabad Ah Mahabad
Kürtler, bir türlü kendi tarihlerini yapabilecek konuma gelemedi, ama başka güçlerin kendi tarihlerini yapmalarına da hiç rıza göstermediler. Galiba Kürtlerin günümüze bir ulus olarak çıkagelmesinin en önemli nedenlerinden biri buydu.
Diğer önemli bir neden de Her Newroz Bayramında yakılan ateşin özgürlük simgesi olarak işlev görmesiydi.
Kürtler, özgürlüğe hep özlem duymuştur.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında ve sonrasında olduğu gibi İkinci Dünya Savaşı sırasında ve akabinde de Kürdistan’da ciddi gelişmeler yaşanmıştı. İlkinde Güney Kürdistan’da Şeyh Mahmut Berzenci önderliğinde ulusal kalkışmalar baş gösterdi ve ulusal direniş Kürdistan’ın dört bir yanında boy verdi. Doğu Kürdistan’da Zeynel Ağa (Sımko), Qadı Ali ve Seyit Taha önderliklerinde ve onların işbirliğinde ulusal direniş çizgilendi. Kuzey Kürdistan’da Koçgiri (1919), Şeyh Sait(1925), Ağrı (1926)ve Dersim de (1938) peşi sıra büyük ayaklanmalar yaşandı. Her seferinde acımasızca-kanla bastırılan bu ayaklanmaların sonucunda Kürtler hayli ezildi.
Ama Kürtlerin içindeki özgürlük özlemi daha bir büyümekte ve sürekli bir dürtü olarak işlev görmekteydi.
İkinci Dünya Savaşı, yerküreyi bir heyula gibi sarmışken Güney Kürdistan’da Kürt Özgürlük Hareketi Barzani önderliğinde Irak Devletine karşı çetin bir savaş veriyordu. Doğu Kürdistan’da daha derinden gelen bir mücadele vardı. Buradaki gelişmeler Kürdistan’ın dört parçasında umutla izleniyordu. Neredeyse bütün Kürtler, toplumun her kesiminden insanlar, buradaki gelişmelerle pek ilgili olmaya başladılar. Tabii ki bu bir heyecandı, fakat ne denli bilince dayanıyordu?
Ağustos 1941’de İngiltere ve Sovyetler Birliği orduları ayrı ayrı kollardan İran’a girip Şah Rıza’yı yönetimden uzaklaştırdılar. Bir ay sonra oğlu Muhammed Rıza yönetime getirildi, ama İran devletinin müşkülatı derin bir boşluğa yol açıyordu.
Bu durumda kimlerin ne hesap ve planlar yapacağı pek bilinmezdi.
Doğrusu İran devletinin derdi başından aşkındı, ama Ortadoğu’nun yaşlı kurdu pes etmeye niyetli değildi. İngiltere ve Sovyetler Birliği, hem müttefik, hem de rakip durumundaydılar. İran-Alman ilişkisine darbe vurdular, ama birbirlerinin ilişkilerine de darbe vurma niyetleri belli oluyordu. Deyim yerindeyse birbirlerinin gözünün içine baka baka politika yapıyorlardı. İngiltere’nin hesapları bir temele ve öngörüye dayanıyordu, fakat rakibi için aynı şeyi söylemek zordu. İran petrolünden pay koparmak, İran Azerbaycan’ını denetimindeki Azerbaycan’a katmak, yetmedi İran Kürdistan’ını da Azerbaycan’a bağlamak gibi büyük hesapları vardı.
İran Azerileri ile Sovyet Azerileri arasındaki bağ ve ilişkinin mahiyeti açıktı. Sovyetler, Kürtlerdense Azerilerle daha alakalıydı. Öyle ki Kürt-Sovyet ilişkileri Azerilerin üzerinden kuruluyordu.
Kürtlerin dertleri öteden beri başlarından aşkındı. Hem İngiltere ve hem de Sovyetlerle ilişkilenmeleri gerekmez miydi? Bir yandan İngiltere, diğer yandan Sovyetler ile nasıl bir ilişki kuracaklardı? İran ile ilişkilerini tümden kesmeleri ne gibi sorunlar doğuracaktı? Azerilerin gölgesinde Sovyetlerle kurulan ilişkinin zemini ne kadar sağlam olabilirdi? Dünya’nın Kürtlere bir bakışı var mıydı ve nasıl bir muamele göreceklerdi? Uluslararası güçlerin çıkarları nerede duruyordu? Yine bütün, çaba ve emekleri bir insafsızlığa heba edilebilir miydi? Anlayacağınız Kürtler, her şeye kuşkuyla bakıyordular, ama bir yola da girmişlerdi…
“Gazi Muhammed de diğer bazı aşiret reisleri gibi Müttefiklerin İran’a müdahalesinin Kürdistan için bir özerklik kazanma şansını yarattığını görmüştü. Onlar gibi o da Eylül 1941’de İngilizlere başvurarak birleşik bir Kürdistan statüsü için himaye elde etmeyi ummuştu. İngilizlerin Kürt liderlerle bir toplantı daha yapmayı planladıklarını düşünürken, Sovyetler aniden içlerinde Gazi Muhammed’in de bulunduğu otuz tanınmış aşiret reisine mesaj göndererek, o yılın Kasım ayında Bakü’ye davet ettiler…” (Modern Kürt Tarihi, Davit McDOWALL, DORUK Yayınları, sayfa: 321-22)
Süreç, hızlı gelişmelere gebeydi. Kürtler, bu iki merkez kuvvetten birine mi sırtını dayamalıydı, yoksa duruma göre bir mesafede durarak ikisiyle mi diplomatik ilişkiler sürdürmeliydi? Tercihte bulunmak, bazen istem dışı etkenlere de dayanabiliyor, ama diplomasi başka türden bir düzlemdir. Kürtler, bu süreçte Sovyetler ile daha sıkı ilişkiler kurdular, ama Sovyetler de, onları İran Azerbaycan Cumhuriyeti’ne bağlı özerk bir Kürt cumhuriyeti statüsüne layık görüyordu. Bunun nedeni bir sır değildi elbet, ama Kürtler ne yapabilirdi? Bu statüyü kabul etmediler, ama Sovyetler Birliği’yle ipleri koparmayı hiç düşünmediler, muallak kalan bu boyutun bir krize dönüşmemesi için diplomatik temaslara ağırlık verdiler.
Ayrıca Kürtler, bütün Kürdistan’da aşağı yukarı aynı yönsemeyi paylaşmalarına ve Doğu Kürdistan’daki umut verici bir gelişmeyi izlemelerine rağmen, kendi içinde de çok karışık ve karmaşık ilişkiler yaşıyordu henüz. Aşiret Reisleri, toprak ağaları, şeyhler ve kısmen melalar, sahip oldukları statülerini (iç iktidarlarını) terk ederler miydi? Yeni kentsel yaşama göz kırpmaları ve özgürlük hayalleri kafalarındaki kuşkuları ne kadar dengeliyordu? Onlar kâh risklerden feci halde korkuyordu, kâh yeni yaşam ve özgürlük özlemiyle heyecanlanıyordu. Geriye kalan toplumun asıl ağırlıklı kesimleri, yoksul ve orta köylüler, şehir küçük ve orta sınıflar, ezilen sınıfların tümü aslında, ulusal demokratik mücadeleye gerek karakter olarak, gerek toplumsal-sosyal yaşam açısından ve gerekse de özgürlüğe duyulan özlem bakımından daha pozitif idiler. Zaten KOMALA Örgütü’nün ilk yönetici ve kadrolarının sosyal tabanları bu sınıflara dayanıyordu ve hızla gelişmesi de bu sınıfların devrimci yönlerinden kaynaklanıyordu.
Ama Kürtler, henüz var olan bu farklılıkları ve ayrımları kale alarak siyaset yapma durumunda değillerdi, zira süreç çok başka veriler içeriyordu. Ulusal dayanışma ve birlik sınıfsal, kültürel ve fikirsel farklılıkları arka planda tutmayı gerektiriyordu. Zira aşiret reisleri, ağalar, şeyhler ve melalar toplumun daha büyük kesimini etkiliyordu, hatta denetliyordu. Bu bağlamda bir parçalanma ulusal demokratik mücadeleyi baltalardı. Mecburen Kürtler aralarındaki ayrımı arka plana atacaktı. Ne var ki bu da, bu düzlemdeki herkesin kendi hesabını da arka plana ittiği anlamına gelmezdi.
Verili koşullarda ulusal demokratik mücadele bir mecraya girmişti artık, zira koşullar nesneldi ve buna göre yol haritası belirlenecekti. Nitekim KOMALA Örgütünün gelişim çizgisinden anlaşılıyor ki Kürtler, ellerini hızlı tutma ihtiyacını hissediyordu:
“Komala hücreler halinde örgütleniyordu. Üye sayısı altı ay içinde 100’e çıktı. Nisan 1943’te ilk merkez komite seçimi yapıldı ve kuzeyde Sovyet sınırına, güneyde ise Mahabad’ın etki alanının en uzağında kalan Sanandaj’a kadar uzanan yerlere elçiler göndermeye başladı. 1944’te hem Irak hem de Türkiye’deki Kürt hareketiyle anlaşmalar yapıyorlardı. Ağustos 1944’te üç ülkeden delegeler, üç sınırın kesiştiği Dalanpur Dağı’nda bir toplantı yaparak, karşılıklı destek sağlanması ve kaynakların paylaşılması konusunda birbirlerine söz verdiler. ” (Modern Kürt Tarihi, Davit McDOWALL, DORUK Yayınları, sayfa 324)
Kürtler, sürece müdahildi ve gelişmelere göre ellerini çabuk tutuyorlardı. Qadı Muhammed, KOMALA’nın başına getirildi. (Nisan 1945) Akabinde, yine Nisan ayında Kürdistan-Sovyet Kültürel İlişkiler Cemiyeti merkezinde halka açık bir gösteri düzenlenerek KOMALA’nın artık illegal değil, legal bir hareket olarak varlığını sürdüreceği açıklandı.
Gelişmeler daha da hızlandı. Dönemin İran Başbakanı Qavam “ılımlı” bir politikacı izlenimi vermişti. Qadı Muhammed, Tahran’a gitti (Ağustos 1945). “…Burada Şahın Naibi Başbakan ile ve Genel Kurmay Başkanı Razmara ile görüştü. Şah’ın Naibi Kadı Muhammed’e bütün İran Kürdistan’ının Merkezi Hükümetin atayacağı bir genel valinin idaresinde birleştirilmesini önerdi. Kadı Muhammed’e de bu yönetimin başına geçmesini önerdi. Ancak Kadı Muhammed bu öneriyi reddetti…” (BARZANİ ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi, Mesut Barzani, Doz Yayınları, Sayfa: 180)
Ardından Sovyetler Birliği, yine Qadı Muhammed, Seyfi Qadı ve aşiret reislerini Tebriz’e davet etti. (Eylül 1945.) Oradan da Bakü’ye gönderildiler. Bir dizi görüşme ve fikir teatisinden sonra kafile geri döndü.
Yine Sovyetlerin teşvikiyle Qadı Muhammed, KDPI (Kürt demokratik partisi) kuruluşunu beyan etmek üzere üyeleri toplantıya çağırdı. KOMALA’nın üyeleri bu partiye aktarıldı ve bu örgütle yola devam edildi.
Anlayacağınız gelişmeler yıldırım hızıyla ilerliyordu.
Bu meyanda Barzaniler de, buradaki mücadeleye katılmak üzere İran Kürdistan’ına geçti. (11.10. 1945) Bu olay, tam bir yankı yaptı!!!!
Başta İran ve Irak olmak üzere, İngiltere ve ABD bundan çok rahatsız oldular. Bunlar, elbirliğiyle Sovyetler üstünde baskı kurdular. Sovyetler de, Barzani’nin Qadi Muhammed’in emrine girmesini ve bir süre gözden ırak bir yerde ikamet etmesini önerdi. Kürt yöneticiler, kendi aralarında anlaşıp zevahiri kurtarmaya baktılar. Mele Mustafa, birkaç silahlı arkadaşıyla bir süre Serdeşt bölgesinde Mirava köyünde ikamet etti.
Bu arada Azerbaycan Demokratik Partisi silahlı güçleri, İran ordusunun Azeri kentlerindeki işgalini kırdı (10 Aralık 1945) ve Azerbaycan Halk Hükümeti egemenliğini kurmaya başladı.
Ardından Kürtler de Mahabad Kürt Cumhuriyetini ilan ettiler (22.1.1946).
Böylece Azeriler ve Kürtler, maksatlarına varırken Sovyetler Birliği de, planlarını gerçekleştirmiş oluyordu. Onlar için bu bir zaferdi, ama bu zaferin arkasında ne kadar duracaklardı? Veya durabilecekler miydi? Dahası Sovyetler Birliği’n desteği olmadan bu iki küçük cumhuriyet ayakta kalabilecek miydi?
Hemen hemen bütün Kürtler bu cumhuriyeti büyük bir coşkuyla karşıladı, ama Kürtlerin kafalarındaki kuşkular da bitmiş değildi. Zira İngiltere, ABD, İran, Irak, Türkiye bu olayı ne kadar sindireceklerdi? Uluslararası güçler bu durumu nasıl karşılayacaktı? En önemlisi Sovyetler Birliği, sonuna kadar kendilerine destek verecek miydi? Bu sorular Kürtlerin uykusunu kaçırıyordu. Açıkçası Kürtler de Azeriler de diken üstündeydi.
Kürtler, mümkün oldukça cumhuriyetin ihtiyaçlarını karşılamaya baktılar. Hızla bir devlet kurmaya çalıştılar. Hükümet kuruldu, cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar açıklandı. Ordularını da donatmaya ve büyütmeye çabaladılar.
“Nisan başlarında yeni silahların dağıtımı tamamlandı…1500 kişilik Barzani kuvvetleri üç birliğe ayrıldı… 700 kişilik bir diğer Barzani grubu da ihtiyat kuvveti olarak bekletildi…
“Aşiret kuvvetleri toplam 8800 piyade ve 1700 süvariden meydana geliyordu.” (BARZANİ ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi, Mesut Barzani, Doz Yayınları, Sayfa: 168…170)
İran ordusu, boş durmazdı tabii, cumhuriyete hınçla saldıracaktı.
“İran Ordusu, Sakız bölgesinden yaklaşık iki bölükten oluşan bir kuvvetle 29.04. 1946 günü harekete geçti… Topları ve ağır makineli tüfekleri Karava Tepesine yerleştirerek bütün bölgeyi ateş altına aldılar.
“…Barzani kuvvetlerinin birinci bölüğü beklenmedik bir şekilde bölük komutanı Albay Bekir Abdülkerim komutasında diğer üç müfrezesi ile birlikte saldırıya geçti. Karava Tepesinin alınması için şiddetli bir savaş meydana geldi. İran Ordusu Tepeyi terk edip ağır bir yenilgiye uğradı.” (BARZANİ ve Kürt Özgürlük Hareketi, Mesut Barzani, Doz Yayınları, Sayfa: 171)
Yine Mesut Barzani’nin dediğine göre İran Ordusu Karava savaşının utancını sindiremiyordu. Dolayısıyla ikinci bir saldırıya hazırlanacaktı. Dahası Kürt Cumhuriyeti’ni yıkmak için elinden geleni ardına koymayacaktı. Nitekim İran Ordusu, Haziran 1946’da çok daha ağır silahlarla ve büyük bir güçle Memeşahdaki ikinci bölüğe saldırdı.
“…Başlangıçta İran Ordusunun gücü ağır basıyordu. Uçaklar piyade birliklerine havadan destek veriyordu. Geriden tanklar ve toplar destek ateşi sağlıyordu.
“Muhammed Emin Mirhan komutasındaki Birinci Müfreze İkinci Bölüğe bağlı kuvvetlere yardım maksadıyla harekete geçti… Doğu Tarafından Sakız yakınlarına vardılar. Topçu Tugay’ının ateşini susturdular… İkinci Bölüğün Sert direnişi karşısında İran saldırısının şiddeti azaldı. Böylece başlangıçta savunmada pozisyonunda olan Kürt birlikleri saldırıya geçtiler… İran Ordusu fazla direnemedi. Bir kez daha çekilmek zorunda kaldı… Çok sayıda mühimmat ve ağır silahlar Barzanilerin eline geçmiş oldu.” (BARZANİ ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi, Mesut Barzani, Doz Yayınları, Sayfa: 172-73)
Ne var ki uluslararası-diplomatik güçlerin hesapları ve planları bitecek gibi değildi. Sovyetler Birliği’nin nerede nasıl bir tavır takınacağını pek kestiremeyen (belki de kestirme derdine çok düşmeyen) Kürt yöneticileri, önlerindeki karanlığı hissediyorlardı aslında, fakat elde ne gelirdi, puslu hava içinde bir şeyler becermeye çalışıyorlardı. Çok kritik bir dönemece girdiklerinin bilincindeydiler. Durum daha da ağırlaştığında ne olacaktı? Zira süreç her melaneti doğurmaya gebeydi. Her şeyin başında Kürtlerin birlikte durmaları çok hayati bir öneme haizdi, ama içyapıları ne kadar sağlamdı?
Ne yazık beklenmedik gelişme oldu, korkulan dalga koptu! İnsanların kafalarındaki kuşkuların bir temeli vardı.
“…Ocak 1942’de yapılan İngiliz-Sovyet-İran ittifak anlaşmasına göre, iki işgalci güç, itilaf ve ittifak güçleri arasındaki düşmanlık sona erdikten 6 ay sonra İran’dan çekilmeyi üstlenmişlerdi. Bu teorik olarak Sovyetlerin 2 Mart 1946’ya kadar İran’ı boşaltması anlamına gelirken, pratikte Sovyetler’ in kalmak istediği görülüyordu. İngiltere ve ABD sırasıyla 4 ve 9 Mart’ta durumdan ciddi kaygı duyduklarını bildirdiler. 26 Mart’ta Andrei Gromyko Tahran Meclisi’nin onaylayacağı ortak bir Sovyet-İran petrol şirketi kurulmasını onayladığı takdirde tüm Sovyet birliklerinin altı hafta içinde İran’dan çekileceğini söyledi…” (Modern Kürt Tarihi, Davit McDOWALL, Doruk Yayınları, sayfa: 332)
Sovyetler Birliği, İran’dan çekildikten sonra tam bir panik havası yaşandı. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti, İran’a kayıtsız şartsız teslim oldu. Bakü’ye kaçıp kurtulan yöneticilerinden geriye kalanların çoğu İran güçlerinin hışmına uğradı.
Kürtlerin cephesinde de aynı panik yaşanıyordu. Aşiret kuvvetleri yavaş yavaş toz oldular, reislerin çoğu İran egemenliğini kabul etti. Barzani ve bir kısım diğer aşiret güçleri direnmeye devam etti. Ne var ki Mahabad Kürt Cumhuriyeti yalnızlaşmıştı, ayakta kalacak gibi değildi. Qadı Muhammed ve güvendiği yol arkadaşları ne yapacaktı? Ne yapabilirdi?
Kürt Tarihinde Bir Fenomen: Qadı Muhammed
Mevcut koşullar nedeniyle Qadı Muhammed’in kafasında bir karar şekillendi ve bu kararı paylaşmak üzere Mele Mustafa Barzani’yle görüştü:
“… Kadı Muhammed, yerinden kalktı, gözlerinden yaş akarak beni öptü ve şöyle dedi: ‘Allahtan seni başarılı kılmasını ve korumasını diliyorum. Belki de benim hayatım vatandaşlarıma feda olacaktır ve belki de onlara gelebilecek bazı kötülükleri engelleyecektir. Bakarsın onlara yönelen vahşetin dozunu hafifletir.’ Bunları söyledi, sonra koynundan Kürdistan bayrağını çıkarttı ve bana teslim etti. Dedi ki: ‘Bu Kürdistan’ın sembolüdür. Onu emanet olarak sana veriyorum. Çünkü bana göre onu en iyi koruyacak olan sensin.’ (BARZANİ ve Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi, Mesut Barzani, Doz Yayınları, Sayfa:187)
Entelektüel, büyük siyaset adamı ve diplomat Qadı Muhammed, kurup başkanlığını üstlendiği Mahabad Kürt cumhuriyetini siyasal olarak savunmak adına, böylece Kürt ulusal onuru korumak, ulusal demokratik mücadeleye ışık tutmak ve Kürtlerin özgürlüğü için üst düzey yol arkadaşlarıyla; İran ordusu Mahabad’ı yeniden işgal ederken alanı terk etmediler ve gözaltına alındılar.
İlk elde göstermelik bir askeri mahkemede Qadı Muhammed, kuzeni Seyfi Qadı ve kardeşi Sedri Qadı alelacele yargılanıp idam cezasına çarptırıldı.
Qadı Muhammed ve kader arkadaşı olan kuzeni ve kardeşi mahkemede ortak tavır aldılar ve savunmaları da şöyle özetlenebilir:
“Albay Eta, soruları birer birer tekrarladı ve Qazi Muhammed’de daha önceki gibi bütün suçlamaları tekrardan reddetti. Bu arada Albay Nikuzad sarı kırmızı ve yeşil renkli ve üzerinde çekiç ve orak resmi olan bir kumaş parçasını çantasından çıkarttı ve Qazi Muhammed’e göstererek şöyle dedi: “işte bütün hükümetin, bayrağın ve teşkilatın bu değil mi?” (Albay bayrağa tükürerek ayakları altına alıp bastı)
“Albayın bu davranışına karşılık olarak Qazi Muhammed şöyle dedi:
“Birincisi, göstermiş olduğun bayrak kesinlikle Kürdistan bayrağı değildir, çünkü bizim bayrağımızın üzerinde çekiç ve orak resmi yoktur. İkincisi, bu davranışın senin ahmaklığının ve şuursuzluğunun bir göstergesidir, çok iyi bilin ki, hakaret etmek için hiçbir zaman eliniz Kürdistan bayrağına yetişmeyecektir, bir gün gelecek ki o bayrak şu anda yargılanmakta olduğum mahkeme binasının üstüne dikilecek ve dalgalanacaktır.
“Ben Kürdistan bayrağını Mele Mustafa BARZANİ’ye emanet etmişim ve onun omuzlarında bu dağdan öteki dağa, bu şehirden öteki şehre ve bu ülkeden öteki ülkeye taşınmakta, taa ki bir gün bütün Kürdistan dağlarına ve diyarlarına dikilip dalgalanana kadar, çok iyi bilin ki o gün gelecektir.” (War Dergisi, yıl 2002, sayı 12, sayfa 73)
Qadı Muhammed, kardeşi ve kuzeni zaman geçirilmeden infaz edildiler. (31 Mart 1947)
Daha sonra yargılanan cumhuriyetin diğer üst düzey yöneticilerinden bazıları da aynı kaderi paylaşacaklardı.
Böylece Kürtlerin kaderi ve umudu bir kez daha emperyalist (uluslararası güçler) ve sömürgeci devletler tarafından baltalandı, kırıldı.
Sovyetler Birliği, kaba sosyalizm anlayışı, pragmatik karakteri ve diplomatik öngörüsüzlüğüyle traji-komik bir tutum sergilemiş oldu. Zira hem İngiltere ve İran ile bir müttefik olarak söz konusu trajik sonu doğurması çok belli-olası olan bir anlaşmayı imzalayacaksın, hem de Azeri ve Kürt halkını silahlandırıp cumhuriyetlerini kurmalarını sağlayacaksın, sonra baskılara dayanmayıp iki cumhuriyete sırtını verip gideceksin ve ikisinin de kanla bastırılmasını uzaktan seyredeceksin…
Sonuç olarak Mahabat Kürt Cumhuriyeti'nin yıkılışı sırasında ve müteakip süreçte Doğu Kürdistan'da yaşayan Kürtlerin (özellikle cumhuriyetin kuruluş çalışmalarına katılanların) İran devletinin katliamlarına ve zulmüne maruz kaldığı biliniyor. Keza Irak Kürdistan'ından bu cumhuriyetin kuruluş faaliyetlerıne katılmak üzere gelen Barzanilerin (aşiret olarak) İran, Irak, Türkiye (daha atıl olarak Suriye) devletleri tarafından nasıl kıskaca alındığı da biliniyor. İran, Barzanilere ya devletimize teslim olacaksınız (ki bunun ne demek olduğu açık) ya da İran'ı (denilirken Doğu Kürdistan kastediliyor) hemen terk edeceksiniz diye dayattı. Irak devleti, Barzanilerin terk ettiği topraklara yeniden dönmelerine izin vermiyordu. Türkiye, denetlediği sınır boylarında alarma geçti. Daha atıl bir şekilde de olsa Süriye'de gardını alıp pusuy yattı.
Kısacası binlerce Barzani bir kış boyunca çocuk ve yaşlısıyla yer ile gök arasında sıkıştırıldı. Hiçbir dünya devleti de onlara sığınma hakkı vermiyordu. Ama Barzaniler, Mela Mustafa'nın önderliğinde dört devletin sınırları arasında, sıcak takip altında ve zorunlu olarak sözkonusu devletlerin resmi sınırlarını ihlal ederken yer yer çatışarak "on beş gün içinde dağlarda 220 millik" (David McDONAL) yolu kat ederek Sovyetler Birliği'n kapısını çalınca içeri alındılar. (18.06.1947)
Barzanilerin Sovyetler Birliği öyküsü de epey uzun, ama burada şu kadarını vurgulayabilirim. Mela Mustafa Barzani ve yol arkadaşları Sovyetler Birliği'nde nasıl karşılandı, nelerle karşılaştı, ne yaptılar, nasıl yaşadılar, on bir yıllık hayatları nasıl geçti, nelerden etkilendiler, ideolojik, siyasal ve örgütsel açılardan ne tür değişimler geçirdiler ve nasıl bir gelişme kaydettiler?
Kısacası söz konusu serüven başından sonuna kadar nasıl izah edilebilir ve bu deneyim, Kürt ulusal demokratik mücadelesi açısından ne ifade eder? Bunun Kürt tarihi bakımından önemi nedir?