'' Devlet Kürdistanı Kürtsüzleştirmek, Kürt meselesini terör meselesine indirgeyerek tecrit ve imha etmek, kendi militarist yapısını güçlendirmek, bazen de iç iktidar kavgalarında koçbaşı olarak kullanmak başta olmak üzere, ihtiyaç duyduğu politikalarını PKK sayesinde rahat rahat uyguladı… ''
18 Ekim 1920 de Türkiye Komünist Fırkası kuruldu.
Kim kurdu; Mustafa Kemal…
Neden kurdu?
Komüntern’e bağlı TKP’nin önünü kesmek, Türkiye’de artan sosyalizm sempatisini ve sosyalist hareketleri kontrol etmek için…
Olur mu böyle bir şey?
Olmuş!
Peki, hangi kadrolara Komünist fırkasında rol vermiş Mustafa Kemal?
Vikipedi’den aktaralım;
‘Partinin kurucuları arasında Tevfik Rüştü Aras, Mahmut Esat Bozkurt, Celal Bayar, Yunus Nadi, Kılıç Ali, Hakkı Behiç Bayiç, İhsan Eryavuz, Refik Koraltan, Eyüp Sabri Akgöl ve Süreyya Yiğit yer aldı. Partinin genel sekreterliğini (umumî kâtipliğini) Hakkı Behiç Bey yapıyordu.
Fevzi Çakmak, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, İsmet İnönü, Celal Bayar ve Kâzım Karabekir de partiye katıldılar.[4] Yunus Nadi'nin Anadolu'da Yeni Gün gazetesi ise partinin yayın organı oldu’ Sonra bu parti, bu haliyle bile tehlikeli bulundu ve kapatıldı.
Mustafa Kemal’in ölümünden sonra İsmet İnönü’nün tek şef, CHP’nin tek parti olduğu dönem 1946 yılına dek sürdü.
Nihayet uluslararası konjonktür Türkiye’nin çok partili sisteme geçmesini gerektirdi.
CHP den bir grup Kemalist ayrıldı ve ‘yeter söz milletin’ sloganıyla Demokrat Parti- DP’yi kurdu...
Sanki gerçek bir muhalefet hareketiymiş gibi…
Peki, DP’nin başında kim vardı?
‘Atatürk seni sevmek milli bir ibadettir’ diyen Celal Bayar ile en az onun kadar Kemalist Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü…
Yıllar sonra yine Kemalistler 1960 ta darbe yaptı ve Başbakan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ı idam ettiler.
Cenazelerini uzun bir aradan sonra 1990 da devlet töreniyle anıt mezara defnettiler…
Vay be!
‘Devlet’ kendi adamlarını hapseder mi? Asar mı?
Demek ki hapsedermiş, hatta asarmış bile!
Hepsi Kemalist olsa da, Devlette oyun da, iç iktidar kavgası da oluyor demek, hem de çetin oluyor maalesef…
Devam edelim; 1960 darbesinden sonra siyaset sahnesi değişti.
Sol hareket güçlendi.
ABD ile içli dışlı olan Kemalistler, komünizmle mücadeleyi öncelikli hale getirdi.
Hem ABD’nin yeşil kuşak projesine uygun olarak, hem de Demokrat Parti mirası üzerinde yükselen Adalet Partisini zayıflatmak için Komünizmle Mücadele Dernekleri ile Milli Türk Talebe Birliğinden derlenen kadrolarla ve bazı tarikatların desteğiyle denetlenebilir bir İslami partiye ihtiyaç duyuldu.
Necmettin Erbakan 1970 te bu ihtiyacı giderdi. Milli Nizam Partisi’ni kurdu.
12 Mart 1971 deki askeri darbe sonrası bu parti kapatıldı ve Erbakan, İsviçre’ye kaçtı.
Ancak daha sonra dönemin en etkili isimlerinde hava kuvvetleri komutanı Muhsin Batur’un daveti ve teşvikiyle Türkiye’ye döndü ve Milli Selamet Partisi’nin başına geçti.
Erbakan’dan Erdoğan’a bu ‘milli görüş’ çizgisinin serüvenini biliyoruz…
Kemalistler de yani devlet ’de oyun çok…
İhtiyaca binaen birkaç Kemalist’i, devlet adamını ayırıp bir başka partinin başına koyuyor, böylece hem iktidar hem renk renk muhalefet partilerinin tümü Kemalistlerden, devlete bağlı kişilerden oluşuyor.
Kavgada, çekişme de onların arasında…
Peki, Devlet, Kürt hareketi açısından da müdahaleler yaptı mı acaba?
Eskileri bir yana bırakalım, 1970'li yılların ikinci yarısından itibaren ilegaliteye itilen Kürt hareketinin tüm engellere rağmen güçlenmesi, hatta Ağrı’da, Diyarbakır’da belediye başkanlıklarını dahi alacak kadar kitleselleşmesi karşısında devlet boş durur mu?
Durmadı tabi?
Bu kez sahneye Komünizmle Mücadele Derneklerinde yetiştirilmiş ve devşirilmiş Abdullah Öcalan çıkartıldı.
Öcalan, MİT’in parasıyla örgütü kurduğunu ve entelektüel gücünden de biraz yararlandığını ‘devrimin dili ve eylemi’ adlı kitabında açık açık anlatır.
Sonrası malum.
Devlet Öcalan eliyle tüm Kürt hareketini tırpanladı, önünü kesti ve kitle bağlarını kopardı.
Yerine Öcalan’ı ve PKK kadrolarını ikame etti.
Devlet Kürdistanı Kürtsüzleştirmek, Kürt meselesini terör meselesine indirgeyerek tecrit ve imha etmek, kendi militarist yapısını güçlendirmek, bazen de iç iktidar kavgalarında koçbaşı olarak kullanmak başta olmak üzere, ihtiyaç duyduğu politikalarını PKK sayesinde rahat rahat uyguladı…
Artık Kürtler adına, Kürt dava adamları değil Öcalan ve PKK kadroları konuşur hale geldi...
Peki, bu kadarla yetindi mi?
Hayır elbette…
Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinin ardından PKK’nin içerideki ve dışarıdaki tüm yapılarını, kendisinin kontrol edeceği bir merkezde toplamak üzere KCK yapılanmasını sağladı.
Yetmedi, mevcut partilere sızarak yönlendirmeyi bırakıp direk olarak Kürtlere güçlü bir legal parti de inşa etti.
Dönemin en önemli bakanlarından Beşir Atalay basına verdiği bir demecinde : “MİT Müsteşarı Hakan Fidan’la Öcalan el ele vererek günler süren bir çalışma sonucu güzel bir projeye imza attılar, HDP’yi kurdular!..” demişti.
İsme dikkat edin; HDP… Yani Halkların Demokratik Partisi…
Artık PKK’nin etki alanına sokulan Kürtler, kendi adlarına siyaset yapmayacak, HALKLAR adına yapacak. ‘Kürdistan çöp sepetine atılacak’, Kürtlerin kolektif taleplerini öne çıkarmadan TÜRKİYELİLEŞME hedefine yürünecek.
Tabanı Kürt, tavanı Türk, Türkmen, Arap ve diğer halklardan kadrolar olacak…
Kürt olmayan, Türk solundan veya sağından, vekil veya belediye başkanlığı gibi postlar sunulan kadrolar Stratejik noktalarda yönetici olacak.
Hem Türk sol hareketlerinin ÜNLÜ isimleri hem sağ hareketlerden gelen şahıslar özenle seçilecek,
Diğer Kürt hareketlerinden de ‘iradeye’ biat eden birkaç kişi ilave edilerek tüm Kürtler bu projenin çekim alanında tutulacak.
Başarıldı mı?
Vallahi başarıldı.
Her seçim sürecinde bir vekillik veya belediye eş başkanlığı için MİT’in inşa ettiği bu projeye dahil olmak için çırpınan ‘Devrimci’ abileri vedahi KÜRDİSTANİ kadroları görünce Devleti tebrik etmekten başka çare kalmıyor.
Maalesef…
Ne dedik; Devlet işini bilir!
Kafalara takılan şey şu;
Peki, o zaman devlet zaman zaman neden operasyonlar yapıyor, tutuklamalara, kayyum atamalara girişiyor?
Cevap basit tabi.
Devlet kendi kurguladığı senaryoya uygun olarak PKK ve etkisi altındaki hareketleri dizayn ediyor.
Kimi direnç noktalarını törpülüyor, gözdağı veriyor. Gerekirse hapsediyor, ortadan kaldırıyor…
Kontrol dışına çıkan, Suriye, İran veya diğer ülkelerin istihbarat örgütleri tarafından devşirilen ve Türkiye’ye zarar verecek pozisyona gelen kadroları etkisizleştiriyor.
Son zamanlarda ise her zaman hizmete hazır olan Öcalan için yol temizliği yapıyor…
Bu nedenle Sırrı Süreyya Önder gibi bir Türkmeni DEM partide en stratejik yere koyuyor, hatta TBMM yi yönetmesini sağlıyorlar; ama biat etmeyenleri ise hapislerde süründürüyorlar…
Türk Devleti bu. Bu kadarla da yetinmeyeceği ortada.
Mesela, ne olur ne olmaz diye yaşlanan, kullanma tarihinin sonlarına gelen Öcalan yerine birilerini hazırlamaya girişiyor.
Hatırlarsınız 2013 Ağustos ayında yapılan bir görüşmede Öcalan Selahattin Demirtaş’a şunları söylemişti; “Seni liderliğe hazırlıyorlar, farkında mısın? Anladım, heveslisin, liderlik yapabilirsin ama ben önderlik tedbirlerimi çoktan aldım, bunu da bil”
Bir de MİT’in teklifini kabul etmediğini söyleyen Demirtaş’ı dinleyelim..
“Bana Öcalan’ın yerine geçme teklifi yapıldı. Benden küçük bir Öcalan çıkarmaya çalıştılar. Biz biziz, Öcalan Öcalan’dır. Öcalan’ın Ortadoğu siyasetini etkileyecek gücü ve misyonu var. Biz de halkın siyasi temsilcileri olarak parlamentoda çözüm aktörüyüz”
Uzatmaya gerek var mı?
Devlet bu, boş durmuyor, önlem alıyor, bu güne hatta geleceğe yönelik hazırlılarını yapıyor.
Kendi yarattığı proje yapıları süslüyor, çekici hale getiriyor. Pek çok Kürt kadro ise kimi bilmeden; ama pek çoğu bile bile bu proje yapılara ‘ulusal birlik’ adına, aslında bir post kapma hevesiyle eklemlenmeye çalışıyor.
Doğrusu ortada bu yalpalamayı, bu savrulmayı, bu bile bile kirlenmeyi makul hale getiren hatta ödüllendiren bir kültürel yozlaşma da var.
Sıradan bir kişi kendi gücü, yaratığı değerle, toplumda karşılığı olarak değil, birileri tarafından ATANARAK, hasbel kader bir post sahibi olduğunda prestiji de artıyor, Kimse eskiden söylediklerine, duruşuna, gittiği yola, savunduğu davaya tam ters pozisyonda olmasına bakmıyor. Kınamıyor. Onların da yüzü kızarmıyor.
Tam tersine ne kadar çok dönerlerse o kadar çok enerji üretiyor ve çevresini de dejenere ediyorlar.
Devletin kendi projelerini hayata geçirme gücü de, Kürt yurtsever hareketinin toparlanamaması da bu yoz kültürden besleniyor.
Kürt yurtseverlerinin öncelikli görevi bu yoz kültüre karşı önlemler almak, tutum geliştirmek olmalıdır.
Aksi halde bu filmi daha çok izleyeceğiz.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.