Aziz Yağan: Türküm, sanatçıyım, yazarım, akademistim, aktivistim!

Düzenin farklılıkları elden aldığına sitem edenler; Kürdlerin açık, katı ve kesintisiz asimilasyon uygulamaları ile Türk’e dönüştürülmesini umursamıyor.

12.09.2022, Pts - 12:54

Aziz Yağan: Türküm, sanatçıyım, yazarım, akademistim, aktivistim!
Haberi Paylaş

Yazarımız Aziz Yağan; Burcu Karakaş’ın DW Türkçe için hazırladığı ‘Türkiye’nin Değerleri’ projesi kapsamında bazı akademisyen, sanatçı yazar ve aktivistler ile gerçekleşen görüşmeleri üzerinden, Gazete Duvar’da yer alan eleştirisel , ve sitemvari bir yazı kaleme aldı .Aziz Yağan’ın yazısı şu şekilde;

Burcu Karakaş, DW Türkçe için hazırladığı ‘Türkiye’nin Değerleri’ projesi kapsamında Müjdat Gezen, Sevin Okyay, Gülten Dayıoğlu, Gündüz Vassaf, Zeynep Ahunbay, Nevra Serezli, Canan Arın, Prof. Dr. Baki Kuru, Prof. Dr. Olcay Neyzi, Cahit Berkay, Veysel Donbaz ve Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi ile görüşmüş. Alanında yetkin, mücadeleci bu bireylere ait videolar izlendiğinde bilinçli, samimi, eleştirel ve değer üretmiş yaşantıların, görüşlerin ve kaygıların kayda alınmasının kıymetini anlıyorsunuz.

Bu önemli çalışması için Karakaş’ı tebrik ettim ve sitem katmadan şunu belirttim: Bu insanların biri bile Kürdlerden bahsetmiyor! Birinin bile düşün ve duygu dünyasında Kürdler yer almamış, etkilememiş!

DW Türkçe’nin çalışmasına dahil olmaları için teklif yapılsaydı, kabul etmeleri şüpheli iki isim var: İsmail Beşikci ve Barış Ünlü. İsmail Beşikci Kürdlerle ilk kez tanışınca geçip gitmiyor, yüzünü çevirmiyor; duruyor, izliyor, okuyor ve ‘Kürd vardır, Kürdistan’da yaşar!’ diyor. Kürd olmayanların sadece Kürdlerle ilgilenmesi beklenemez, kimsenin buna hakkı da yok. Beşikci, Kürd meselesine mesleği gereği, yani bir sosyolog olarak yaklaşmış ve bu alanda çalışma yapmak istemiş olabilir. Tıpkı Beşikci gibi, Barış Ünlü de Türkiye’nin Türklük meselesini fark edince duruyor ve bir araştırmacı olarak yüzünü başka yöne çeviremiyor. Barış Ünlü’nün, ‘Türklük Sözleşmesi’ kavramsallaştırması ve kitap yazımı esnasında ve sonrasında Beşikci kadar Kürdlerle yakınlaştığını sanmıyorum. İsmail Beşikci cezaevinde ve sonrasındaki yaşantısını Kürdlerin değil de Türklerin arasında yaşayarak geçirseydi belki Türk toplumundaki Kürd algısının değişiminde önemli etkisi olabilirdi, bilemeyiz. Türk toplumu Beşikci’yi tolere edebilir miydi, benimser miydi; bunu da bilemeyiz!

Barış Ünlü’nün kitabının etkilerini henüz artırdığını sanmıyorum. Fikret Başkaya’nın ‘Paradigmanın İflası’ ve Sevan Nişanyan’ın ‘Yanlış Cumhuriyet’ çalışmaları da benzer tepkisizlikle karşılanmıştı ancak Barış Ünlü’nün kitabı uluslararası bir önemdedir ve içerideki etkisi halen hissedilmese de bir gün mutlaka yayılacak ve yeni bir dönemin ciddi dayanaklarından biri olacaktır.

DW Türkçe’nin çalışmasında yer alan bireylerin Kürdlere kafa yorup yormadığı görüşlerinden belli olmuyor. Kendilerini Türkiye’de ve dünyada olup bitenlerden sorumlu hisseden bireyler, yanı başlarındaki Kürdleri görmek istemeyebilir. Kürd meselesini belki de devletin uygulamalarına, planına, insafına bırakmış ya da hiç fark etmemiş de olabilirler.

Aslında Türk düşün, sanat, aktivizm dünyasının Kürdlerle ilişki biçimini ilk kez Murathan Mungan’ın 23 yazarın kapısını çalıp istediği öykülere önsöz yazarak kitaplaştırdığı ‘Bir Dersim Hikayesi’ni (Metis, 2012) okuyunca fark ettim.

Birer öykü ile kitapta yer alan Türk ve ‘Kürt kökenli Türk' yazarların 38’de Kürdlerin başına getirilen korkunç ve vahşi Dersim katliamından öyküler yazacak kadar haberdar oldukları anlaşılıyor! Meğer Dersim 38’i biliyorlarmış! Ancak bu yazarlar Dersim ve diğer katliamlara, asimilasyon politikalarına bir şekilde kendi eserlerinde daha önce ve sonra yer vermek istememiş. Bilip de farkında değilmiş gibi yaşamanın aydınlığı onların üretken geleceğini ışıtıyordur.

Farklı ve ilginç bir örnek var. Bir kesim Dersim’i Necip Fazıl Kısakürek’ten biliyor. Kısakürek, Dersim’de yapılan vahşeti yazıya döküyor ve böylece okurları Dersim gerçeğini öğreniyorlar. Recep Tayyip Erdoğan’ın mecliste Dersim konuşması yaparken ağlamasını muhtemelen Kısakürek’e borçluyuz. Bir yazar, şair, aktivist, düşün insanı gizlenen, görmezden gelinen bir dönemi, döneminde yazınca gün geliyor ona güvenerek okuyan, yazılanı kontrol eden, farklı kaynaklardan da irdelemeye başlayan insanlar meseleyi ortaya koyabiliyor. Ancak daha ilginç olan bunun bile sınırlı olması ya da sınırların bilinmesi ve korunması, kayırılması: yani Kısakürek neler olduğunu yazmadığı için okurları örneğin anadilinde konuşanlara yapılan cezalandırma ve zorbalığı, anadilinde eğitim yasağını, örneğin Zilan ve Guev’i anmıyor. Kısacası ipin ucu olsa da, yürürlükteki Türklük ve Müslümanlık sözleşmesi uzak ve yakın tarihi tüm yönleriyle ve olduğu gibi anlamaya ve özür dahil, onarıcı telafiye engel oluyor.

Mesela Ahmed Arif ‘33 Kurşun’ şiirini yazmasaydı özellikle Vanlılar ve Kürdlerin bir kısmı bu katliamı bilecekti ama Kürd olmayanlar hem bilmeyecekti hem de bizden duyduğunda belki de inanmayacaktı!

İnsanlar değer verdikleri, önemsedikleri yazar, şair ve düşün insanlarının yazdıklarını büyük olasılıkla ciddiye alır ve üzerine ek okumalar, araştırmalar yapar. Eğer Türkiye’de yazar, sanatçı, akademisyen, araştırmacı ve aktivistler dönemlerinde yaşanan olayları tarafsız bir gözle, ideoloji ya da din etkisi olmadan yazmış, yansıtmış olsaydı; yani birey, topluluk ya da toplumların trajedilerini eserleri aracılığı ile tartışmış olsaydı bugünler böyle şekillenmeyebilirdi. Günümüzü yazmış, yansıtmış olsalar eğer, yarınların bugünler gibi olmama şansı doğabilirdi. Bugünün dün gibi olmasının nedeni, dünün de önceki dünler gibi olmasıdır.

DW Türkçe’ye konuşan ‘Türk’ aydınlarından herhangi biri paradigmanın Kürde yaklaşımını, paradigmanın Kürde yaptıklarını ve Kürd olmayan toplumun buna iştirakini, Kürdü getirdiği hali, Kürdün Türkiye’nin her yerinde yaşayan varlığını ve bunun nedenlerini, sonuçlarını; Türkiye’nin korku ikliminde Kürdlük öcüsünün tuttuğu yeri, demokratikleşmemede Kürd etkisini önemseseydi, yerel yönetimlerin güçlendirilmemesinde Kürd etkisinin maliyetlerini bir cümle ile eserlerine ve görüşlerine yansıtsalardı onların takipçilerinin yaşamdaki Kürd varlığına bakışı, yaklaşımı ve merakı farklı olabilirdi. Süregiden ya da yarınlarda da devam edecek olan Kürdlere yaklaşımın altüst olmasında, değişmesinde rol oynayabilirlerdi.

Ahmet Altan’ın ‘Hayat Hanım’ romanında Kürd izsizliği dikkatimi çekmiş ve İstanbul gibi bir kentte Kürdün olmadığı, Kürdün değmediği mekanların var olabileceğini anlamıştım.

Düzenin farklılıkları elden aldığına sitem edenler; Kürdlerin açık, katı ve kesintisiz asimilasyon uygulamaları ile Türk’e dönüştürülmesini umursamıyor. Türkler sisteme uyumlu hale getirilmeye çalışılırken, Kürdler hem sisteme uyumlanıyor hem de başkalaşmış oluyor.

Kürdleri yaşamın dışında gördüğü için günceline ve üretisine katmayanlar paradigmanın sahiplenicisi, onarıcısı, saygınlığını koruyucusu ve sürdürücüsü olarak anılma ihtimalini önemsemeli. Asimilasyonun, sürgünlerin ve katliamların sonuçlarını kabul ederek, sonuçlar yani elde kalanlar üzerinden çözüm üretmek ya da ‘üretilecek çözüm için dinamik kalmamış’ demek, susarak onaylamak asimilasyonun son safhasının ortaklaşılması sayılabilir mi?

Asimilasyona, katliamlara ve sonuçlarına karşı tavır alma konusunda Türk aydınlarının tepkisiz kalması, bariz ve ısrarlı itirazın olmaması ne anlama geliyor? Türkiye’nin entelektüel bireyleri Kürd sorununu devletin çözme politikasından ve uygulamalarından hoşnut ya da razı olabilir mi? ‘Türk entelektüelleri’ Kürd meselesinde Türklük (ve Müslümanlık) sözleşmesine uygun bir tutum sergiliyor olabilir mi? Hoşnut ya da razı olmasalardı neler yapar, neler söylerlerdi? İtiraz sesleri çoğaldığında uğultular arasında Kürdlerin çığlığı duyulur, katman katman yaraları görünür ve acıları hissedilir olur muydu? Burada amaç birilerini suçlamak, yargılamak değildir; amaç olanı, yaşananı ve sürmesinin nedenlerini olduğu gibi ortaya koymaya çalışmaktır.

Haldun Taner, ‘Kürd Cemali Destanı’nı ‘bizden’ olmalı diyerek ‘Keşanlı Ali Destanı’na dönüştürmekte ve Neşet Ertaş da Ristemê Îsko’nun ‘Min te Dît bû’ şarkısını çalmakta (Gönül Dağı olarak bilinir) sakınca görmedi. Muzaffer Sarı Sözen de Kürd halk şarkılarını yıllarca TRT repertuarına devşirdi. Asıl sorun, ünlü olduktan sonra bile çaldıkları, yağmaladıkları, üleştikleri Kürd değerleri, Kürd üretileri için basit bir gerekçe ile bile olsa Kürd toplumundan kültürünün yağmalanmasındaki payları, rolleri için özür dileme gereği bile duymamış ve hatta hala hayatta olanların da ifşa ve özür dileme gereği duymayacak olmaları.

Kürdler konusunda hangisi yeğlenebilir: Yağmayı, talanı, iştiraki hak görme mi; yoksa tümden görmezden gelme, yok sayma mı?

Sanatçı, yazar, aktivist, entelektüel, akademisyenin kendini, dünyasını, dünyayı olduğu gibi anlatırken, anlatmadıklarına da yoğunlaşan dikkatli dinleyicide sürekli ‘Türküm,...’ü çağrıştırması anlatan için övünç nedeni midir?

DW Türkçe’nin önemli ‘Türkiye’nin Değerleri’ başlığı, bu değerin ne demek olduğu, ne anlama geldiği konusunda geniş bir tartışma alanı açıyor. Nasıl ‘Türkiye’nin değeri’ olunur? ‘Türkiye’nin değeri’ olmak isteyen nasıl düşünür, nasıl yazar, nasıl üretir, nasıl yaşar; nasıl düşünmez, nasıl yazmaz, neyi üretmez, nasıl yaşamaz? Türkiye’nin değeri olmaktan vazgeçen nasıl düşünür, nasıl yaşar, nasıl ve neyi yansıtır?

Kaynak : Gazete Duvar

Nerina Azad
Bu haber toplam: 2311 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:23:00:02
Bu gönderiye hiç yorum yapılmamış! İlk yorum yapan kişi olmak ister misin?
Nerina Azad
x