Mehmet Konuk: Kuzey’deki PDK’nin(TKDP), Kurucularından Sayın Derwêşê Sado İle Yollarımız Nerelerde Çakıştı? (II)

'' Yalçın Küçük‘ün 1960’lı yıllarda TİP in içinde Kürd gençlerini ağalara, Şeyhlere karşı motive ediyorduk, çağdaş demokratik cumhuriyetin uygar vatandaşları olmaları için.” sözü yabana atılacak bir söz değildir. Neticede bugün geldiğimiz noktada Kürdlerin önemli bir kısmı adı geçen partilerin bünyesinde Türkiyelileşme, halkların kardeşliği, demokratik cumhuriyet gibi tezlerle milyonlarca Kürd’ü peşlerinde sürüklemiyorlar mı? ''

19.12.2024, Per - 10:33

Mehmet Konuk: Kuzey’deki PDK’nin(TKDP), Kurucularından Sayın Derwêşê Sado İle Yollarımız Nerelerde Çakıştı? (II)
Haberi Paylaş

İkinci bölüm

Türk devletinin kuruluş stratejisi ve Devleti’n stratejik aklını doğru okuyamayanlar,1.dunya savaşı süreci ve Lozan antlaşmasından sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletini ve Kürdistan halkı üzerinde o gün bu gündür oynadığı oyunları, zulümleri, inkâr ve yok sayma politikalarını da anlayamazlar.

  Osmanlı imparatorluğu 1.dünya savaşına girdiğinde bırak bir dönemde 24 milyon km karelik alan üzerinde hükmetmeyi , Ortadoğu ve Afrika ülkelerindeki egemenliğini de elden kaçırmıştı. İngiliz ve Fransız emperyalistleri Ortadoğu’ya indiklerinde 400 yıldan beri Osmanlıların egemenliğinde yaşayan Araplar, Osmanlılara karşı İngiliz ve Fransız emperyalistlerini tercih ederken Din ve Ümmet kardeşliğini önemsemediler.

Osmanlıların Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki varlığı zaten 1789 Fransız ihtilalinden sonra ortaya çıkan Ulus devlet modelleri sürecinin etkisi ile adım, adım Osmanlılara karşı sürdürülen ulusal özgürlük mücadeleleri 20.yüz yılın başına girildiğinde hemen hemen hepsi bağımsız Ulus devlet modellerine geçmişti. Arap ülkelerinin İngiliz ve Fransızlar la işbirliğini tercih etmeleri daha başından beri Osmanlı’nın bu savaştan yenik çıkacağının haberini veriyordu.

 Bu öngörüye sahip İttihat Terakki cemiyetinin liderleri önlerine Adriyatik denizinden, Çin seddine kadar Pantürkist bir imparatorluğun hayallerine kapıldılarsa da 1914 yılında Sarıkamış ta kış aylarında 90 bin askerin doğa koşullarından dolayı hayatlarını kaybetmesi, Pantürkist imparatorluğun bir hayal den ibaret olduğu gerçeğini ortaya çıkarıyordu

Bu hayalin çökmesinden sonra 500 yıldan fazla imparatorluk tecrübesi olan Osmanlı Devleti’nin varisleri var ve yok olma güdüsü ile yüz yüze kaldılar. Halen hüküm sürebildikleri Anadolu ve Kürdistan coğrafyasını ya kendilerine yurt edineceklerdi, veyahut tarihten silinip gideceklerdi. Söz konusu coğrafyayı kendilerine yurt edinebilmek için bu coğrafyanın asıl sahibi olan Ermeni, Rum ve Kürtleri bu coğrafyadan sökün edeceklerdi. Söz konusu sürecin üç ayağı vardı, ilk iki ayak Ermeni ve Rumların sökün edilmeseydi. Kuruluş stratejisinin üçüncü ve son ayağı ise Kürdistan coğrafyası ve Kürtler di.

 Ermeni ve Rumların gayrı Müslim olmaları bunlara iyi bir avantaj sağlıyordu. Zaten 1.Dünya savaşı sürecinde Kürdler, Arapların aksine İngilizlere, Fransızlara ve hatta Ruslara karşı amansız bir savaşa girmişti.1.Dünya Savaşı’ndan sonra da ümmet algısı ile Kürtleri eşit haklara sahip olan iki kardeş millet vaatleri ile yanlarında tutabildiler.

1.Dünya Savaşı’ndan, Lozan antlaşmasının olduğu tarihe kadar Koçgiri bölgesinde ki direnişin dışında, bugün Kuzey Kürdistan dediğimiz coğrafyada herhangi bir direniş olmadı. O süreçte (1919-1922) eğer Koçgiri ile birlikte Kuzey Kürdistan’ın diğer bölgelerinde de  benzer direniş hareketleri olsaydı, bugün var olan siyasi statüko çok farklı bir yöne evirilebilirdi. Çünkü o dönemde Osmanlı imparatorluğu dağılmış ve bu coğrafyada ki otorite boşluğunu dolduracak güç henüz belirlenmemişti. Ne var ki Kürdlerin o dönemde ki apolitik duruşları Kürtlere koca bir asır boyunca tarihlerinin en kötü sürecini yaşattı.

Anadolu’yu yurt edinmenin ilk iki ayağı başarıyla tamamlanmış,1915 ten 1919 a kadar Türkler bu coğrafyaya gelmeden binlerce yıl önce bu topraklarda yaşayan Ermeniler tarihlerinin en büyük soykırımı sonucu bu topraklardan sökün edilmişlerdi.1919 dan 1923 e kadar da Anadolu’nun Kuzey, Güney ve Batı bölgelerinin en kadim halkı olan Rumlarda Ermenilerin üzerinde uygulanan yöntemlere benzer uygulamalar la bu topraklardan sökün edilmişti.

   Sıra Türk devletinin kuruluşunun üçüncü ayağının gerçekleşmesine, yani bu coğrafyanın en kadim halkı olan Kürd ve ülkesi Kürdistan’ı yok sayma stratejisinin hayata geçirilmesine gelmişti.1071 de yapılan Malazgirt savaşından,1.Dünya savaşına kadar ve hatta Ulusal Kurtuluş savaşı dedikleri sürece kadar tarihin her dönemin de İslam aklını esas alan Kürdler Türklere hiç bir zaman ihanet etmediler.1920 deki kurucu meclise (TBMM)  Kürdistan mebusu olarak ve aynı zamanda kendi milli giysileri ile TBMM’de yer aldılar. Ne zaman ki 1923 te Lozan da 1.Dünya Savaşı’nın galipleri olan İngiliz ve Fransız emperyalistleri ile anlaşıp sırtlarını sağlama aldılar.1.Dünya savaşında, Fransa, İngiltere ve Rus cephelerinde, Türklerle omuz omuza savaşan ve yüz binlerce şehid veren Kürdlere tarihin en büyük ihanetini yaparak 1924 te çıkardıkları yeni anayasa ile Kürd ve Kürdistan terimlerini yasakladılar.

 1914 ten 1923 e kadar sürdürdükleri kuruluş stratejisi aklının yerine bundan böyle Devletin derin stratejik aklını oturtuyorlardı. Bu coğrafyanın en kadim milleti olan ve kendi coğrafyası üzerinde on bin yılı aşkındır yaşadığı artık tartışma konusu bile edilmeyen, tarihsel süreç içinde Med imparatorluğu, Eyyübi imparatorluğu, Mervani devleti ve onlarca medeniyete ev sahipliği yapan Kürdistan halkı için tarihlerinin en zor süreci başlıyordu. Tarih boyunca onlarca imparatorluğun, padişahın, Kralların saldırılarına maruz kalan Kürdistan halkı 20. Yüz yılın ikinci çeyreğinden itibaren sadece topraklarının işgal edilip talan edilmesi değil, dilinin, kültürünün, müziğinin, tarihinin, folklor’ unun, kısacası millet olmaktan kaynaklı tüm özelliklerinin yok edilmesi ile yüz yüze geliyordu.

 Devletin stratejik derin aklı 1940’lardan itibaren Kuzey Kürdistan da yeni bir konsepti hayata geçirmeye başlayacaktı. Kürdistan halkının kültüründen koparılıp yeni bir kültürle eğitilmesi, diğer bir deyimle asimile edilmesinin projeleri hayata geçirilmeye başlanıyordu. Devletin tepesinde ki iki klik arasında Kürdistan üzerinde uygulanacak yöntemler üzerinde iki görüş arasında çıkan ikilemde İsmet İnönü kliği Kürd coğrafyasında hızla okulların açılması ve Kürd çocuklarının asimile edilmesini savunuyordu. Diğer kliğin başını çeken genel kurmay başkanı Fevzi çakmak ise, bölgede okulların açılmasına karşı çıkarak, okulların açılması Kürdlerin aydınlanmasını ve ileride başımıza bela olacakları savı ile karşı çıkıyordu. İki klik arasındaki rekabette, İsmet İnönü’nün önerisi devlet aklı olarak kabul görüyor ve bölge yatılı okulları hızla devreye konulurken, diğer taraftan da Kürdistan’ın tek aydınlanma seçeneği olan medreseler üzerinde adeta Devlet terörü uygulanıyordu. O medreseler ki, özellikle 16. Yüz yıldan beri MELAYÊ Ciziri, Feqîyê Teyra, Mele Ahmedê Xanî gibi yüzlerce filozof, Âlim ve edebiyatçı yetiştiren kurumlar tek tek kapatılıyor du. Temel hedef yeni nesil Kürd çocuklarını tarihi köklerinden, kültürlerinden, dillerinden kısacası KÜRD’LÜK aidiyetinden koparıp, Yeni Türk eğitim sistemi içinde yetiştirip, Türk kültürü ile yoğurarak üniversitelerde Kemalist Stalinist bir çizgiyle harmanlamaktı

Bu süreç Devletin stratejik derin aklının ikinci aşaması veya konsepti idi diyebiliriz. Nitekim 1940’lardan itibaren asimilasyon politikalarına maruz kalan Kürd çocukları 1960’lara gelindiğinde Türk üniversitelerinde boy vermeye başladılar.1. bölümde 1958 de SSCB den Kürdistan’a dönüş yapan Kürdistan mefkuresinin milli ve ruhi lideri Mele Mustafa Barzani’nin, fikir ve düşüncelerinin Kuzey Kürdistan’a yansımasını engellemek amacıyla başvurdukları akıl almaz yöntemleri dile getirmiştik. Askeri güç, diplomatik ataklar ve Kürdistan halkı üzerinde şiddet uygulama yöntemlerinin hiçbirinden tatmin edici sonuç alamamışlardı.

1960’lardan itibaren Cumhuriyet tarihinin en sinsi ve derin projelerini hayata geçirmenin temel taşlarını döşemeye başlayacaklardı.

1925’ler de hayata geçirdikleri Şark Islahat Planlarını kendi öz güçleri ile hayata geçirmişlerdi.1960’lardan itibaren çok daha sinsi ve örtülü vekalet savaşlarını yürürlüğe koymanın İlk temel taşlarını döşemeye başlayacaklardı. 1960’lardan itibaren yürürlüğe giren Devletin stratejik derin aklının üçüncü aşaması veya konsepti hayata geçirilmeye başlanıyor du.2020 yılında Yalçın Küçük’e ait izlediğim bir videoda aynen şöyle diyordu: ”Biz 1960’lı yıllarda TİP’in içinde Kürd gençleri üzerinde çalışıyorduk, onları Şeyhlere, ağalara karşı motive ediyorduk. Çağdaş demokratik Cumhuriyeti’n uygar vatandaşları olmaları için.”

Yalçın Küçük ve Devlet aklının ağalar ve Şeyhlerle bir derdimi vardı acaba o dönemde, ben hiç inanmam. Evet bu Devletin mantığına göre potansiyel gücü olan her Kürd onun için tehlikedir ama 1919 yılları ile 1938  arası dönemde uygulanan yöntemler den sonra Kürd direnişlerine önderlik eden Kürd Ağa ve Şeyhlerin tamamının tasfiye edildiğini, geriye kalanların da büyük ölçüde devlete teslim olduğunu ve Devletin sıkı kontrolü altında olduğunu biliyoruz. Ayrıca 600 yıllık imparatorluk tecrübesinin varisi olan yeni ırkçı Devletin biz PDK’ye, Kürd milliyetçilerine veya Kürdistan mefkuresi ne karşı Kürd gençlerini motive ediyorduk diyecek kadar acemi olmadıklarını da biliyoruz. Dikkat çekici olan diğer bir şeyde aynı yıllarda Yalçın Küçük ’ün Kıbrıs’ta Türk mukavemet teşkilatı adına 1974 te Kuzey Kıbrıs’ta yapılan işgal hareketinin altyapı çalışmalarını yaptığını da zihinlerde tutmakta fayda vardır.

Yazılarımda sık sık, Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek’in isimlerini dile getiriyorum, aslında bu iki sahtekâr buzdağının görünen yüzüdürler. Buzdağının görünmeyen yüzünde Prof. Mümtaz Soysal ve Prof. Türkkaya Ataöv gibi onlarca, belkide yüzlerce, Devletin derin labirentlerinde akıl hocalığı yapan akademisyenler vardır. Büyük bir paradoks değil midir? Yalçın Küçük 1960 larda Kıbrıs’ta Türk mukavemet teşkilatı adına gizli çalışmalar yapacak, aynı Yalçın Küçük 1990 larda Bekaa vadisini mesken edinip Apo ile kardeşlik pozları verecek ve sözüm ona aydın geçinen Kürdlerin kitaplık rafları da yalçın küçük’ün komplo teorileri ile taşan kitapları ile dolu dolu olacak. Prof.Mümtaz Soysal’ın 1991 de HEP SHP ittifakı ile TBMM ye giren Kürd milletvekillerine MHP lideri Alparslan Türkeş’in SHP liderini hakaretlerle boğan konuşmasına karşı Milliyet gazetesindeki makalesinde :”Erdal İnönü kendisinin ve partisinin siyasi geleceğini rizikoya atarak, ülkenin bütünlüğü için büyük bir özveride bulunmuştur. Sistemin dışına çıkan Kürd hareketini yeniden sistemin içine çekmiştir.” Sözleri tam da Devletin derin aklının bir izahı değil midir? Nitekim o gün bu gündür HEP ve devamı olan partiler kedi fare oyunu gibi sistemin içinde derdest edilmemişler mi?

Yalçın Küçük‘ün 1960’lı yıllarda TİP in içinde Kürd gençlerini ağalara, Şeyhlere karşı motive ediyorduk, çağdaş demokratik cumhuriyetin uygar vatandaşları olmaları için.” sözü yabana atılacak bir söz değildir. Neticede bugün geldiğimiz noktada Kürdlerin önemli bir kısmı adı geçen partilerin bünyesinde Türkiyelileşme, halkların kardeşliği, demokratik cumhuriyet gibi tezlerle milyonlarca Kürd’ü peşlerinde sürüklemiyorlar mı?

1958 de Mele Mustafa Barzani’nin SSCB’den Kürdistan’a dönmesi Türk devletinin uykularını bir taraftan kaçırırken, diğer taraftan da KUZEY’DEKİ Kürd Yurdseverlerine yansımasının etkileri de ortaya çıkmaya başlamıştı.1959 da Kerkük te Türkmenler ile Kürdler arasında çıkan olumsuz bazı çatışmalar nedeniyle Niğde Milletvekili Asım Eren TBMM ye verdiği bir önerge ile Kerkük te Türkmenlere karşı yapılan saldırılara karşı Türkiye’de ki Kürdlere mukabeleyi bilmese de bulunulmasını ister. Niğde Milletvekili Asım Eren’in bu ırkçı faşist önergesine karşı o dönemde İstanbul’da muhasebecilik yapan Said Elçi ve diğer bir grup Kürdistanlı yurdsever TBMM ye telgraf çekme eylemi düzenlerler. Çekilen telgrafta “İnsan haklarının hükmü ferman bulduğu bu dönemde Kürdleri kimse imha edemez. Bunu o küflü kafana koy.”

Bu gelişmelerden sonra Said Elçi’inin de aralarında bulunduğu elli kişi gözaltına alınarak Harbiye cezaevinde tutsak edilirler. Harbiye cezaevinde tutuklulardan biri hayatını kaybedince bu dava 49 lar davası olarak tarih sayfalarında yerini alır. Harbiye cezaevinin zor koşullarında daha önceden tüberküloz hastası olan Said Elçi cezaevini teftişe gelen Kemal Binatlı isimli general den tüberküloz hastası olduğunu ve bu koşullardan kaynaklı sıtmalandığını söyleyerek kendisinden bir battaniye talebinde bulunur. General, Said Elçi’nin bu masumane talebine karşı:” Benden battaniye istiyorsun öylemi? Buradan hiçbiriniz sağ çıkmayacak, hepiniz gebereceksiniz.” tutumuna karşı Said Elçi:” Paşa, Paşa dün gece Azrail canımı almaya geldi, sizin zulmünüzü Azrail e anlattım. Bana söz verdi, zulmünüz devam ettiği sürece benim canımı almayacaktır.” Diyerek onurlu bir tavırla cesur yürekliliğini dosta düşmana gösterdi. Said Elçi bu cesur ve onurluca aldığı tutumla aynı zamanda liderlik vasıflarını da ortaya çıkarıyordu.

27 Mayıs 1960 yılında Adnan Menderes hükümetine karşı yapılan askeri darbenin ardından 450 Kürd ileri gelenleri Sivas’ta ki bir askeri garnizonda ki toplanma kampında gözetim altında tutuldular. Toplama kampında gözetim altında tutulanlardan biri de Av Faik Bucak’tı. Av. Faik Bucak medeni cesareti ile bu toplanma kampında ileri çıktı ve kamptakilerin sözcüsü durumuna geldi. Zor koşullar lider kişilikleri ortaya çıkarır Ata sözü ile Said Elçi’nin lider kişiliği Harbiye zindanında, Faik Bucak’ın lider kişiliği de Sivas’ta ki toplama kampında ortaya çıkıyordu. Bu iki liderin yolu 1965 yılının temmuz ayından itibaren TKDP’nin kuruluşunda birbiriyle çakışıyordu.

Kürdistan mefkuresi ile donanmış XOYBUN örgütünün örgütsel varlığının son bulmasından yaklaşık yirmi yıl sonra Kürdistan’ın kuzeyinde Kürdistan mefkuresi ile donanmış olan yeni bir yapılanma TKDP adıyla ortaya çıkmaya hazırlanıyordu.

Türk devletinin derin aklının tasavvur ettiği korku gelip kapıya dayanmıştı. Bir anlamda XOYBUN örgütünün bıraktığı yerden devam anlamına da gelen ama esas olarak Kürdistan mefkuresinin en üst aklı olan Barzani ruhu ve perspektifi Kuzey Kürdistan’a yansımaya başlamıştı. İşte Devletin derin aklı tarihinin en derin, örtülü projesini Kürdistan mefkuresine karşı adım adım hayata geçirmeye başlıyordu. Yalçın Küçük’ün 1960’lar da TİP’ in içinde Kürd gençleri üzerinde çalışıyorduk dediği şey tam da buydu.

 Milli kurtuluş halkasını tamamlayamamış, Ulusal özgürlüğünü elde edememiş ülkelerin olmazsa olmazı olan milli mefkûre dumura uğratılacak, ona alternatif olarak sol, sosyalist bir üst akıl empoze edilmeye başlanacaktı. Nitekim tamda Yalçın Küçük’ün dediği gibi TİP ( Türkiye İşçi Partisi) bu yeni jenerasyonun Kürdistan’da siyaset sahasına çıkmasının ilk ve en önemli zeminini oluşturuyordu.

Said Elçi, Faik Bucak, Derwêşê Sado ve arkadaşlarının kurduğu TKDP’nin önündeki en büyük handikap bundan böyle bu yeni jenerasyon olacaktı. Devlet bir taraftan lider kadrolara yönelik yaptığı sinsi suikastlarla Kürdistan milli mücadelesinin önünü kesmeye çalışırken, diğer taraftan da Kürdistan mefkuresinin çağdışı ve gerici olduğunu öne süren sözüm ona sol sosyalist bir yapılanmayı örtülü bir şekilde Türk sol örgütlerinin gölgesinde Kürdistan’da hayata geçirmeye çalışıyordu.

Özellikle 2.Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkan SSCB’nin Dünya’da ki iki süper devletten biri konumuna yükselmesi sonrasında ortaya çıkan konjonktür de bu yeni yapılanmaya kan veriyordu diyebiliriz. Dünyanın Doğu ve Batı bloku olarak iki kampa ayrılması, Çin de Komünist Parti’nin silahlı mücadele ile iktidarı ele geçirmesi, Vietnam ve Güney Amerika ülkelerindeki sol sosyalist kazanımlar Avrupa gençlik hareketlerinin yanında, Türkiye gençlik hareketlerini ve bununla beraber Kürd gençliğini de etkiliyordu.

Kürdistan gençliğinin en büyük dezavantajı 20.yüz yılın üçüncü çeyreğinde olmalarına rağmen halen milli Kurtuluş mücadelesini tamamlayamamış ve ülkesinin işgal altında olması, diğer büyük zaafı ise Devletin derin aklının emrinde olan Türk sol örgütlerinin ve sözde aydınlarının etki alanlarında olması idi. Devlet aklının Kürdistan mefkuresinin yerine, sol sosyalist bir üst aklı Kürdlere empoze etmesinin nedeni sol sosyalist bir programın Kürdistan toplumunun sosyolojik yapısı ile uyumlu olmadığını ve böyle bir perspektifin, Kürdistan’da bırak milli, Ulusal Birliği oluşturmayı, sol sosyalist bir perspektifin toplumsal dinamikleri darmadağın ettiğini çok iyi bildikleri için bu projeyi eksiksiz bir şekilde hayata geçirmeye başlayacaktı.

Nitekim 1970’li yılların başına girildiğinde Kürd ve Kürdistan milliyetçiliği şeytanlaştırılmış, Kürd milliyetçiliğini savunmak, bir anlamda şeytan la eşdeğer tutulmaya başlanmıştı. Bundan böyle Derwêş’ê Sado ve PDKT’nin kurucuları için en büyük handikap, Kuzey Kürdistan da ki süreçte etkili olmaya başlayan sol sosyalist perspektife sahip jenerasyon olacaktı. Devlet le hesaplaşmanın yerini Kürd örgütlerinin birbirleri ile ideolojik hesaplaşma ya bırakacaktı.

 Yazının devamı gelecek bölümde

            

 

Bu haber toplam: 3371 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:05:20:43
Bu gönderiye hiç yorum yapılmamış! İlk yorum yapan kişi olmak ister misin?
Nerina Azad
x