Al Jazeera yazarı Galip Dalay, PYD ve DSG’nin çoktan IŞİD ile mücadelenin ötesine geçen bir işlevsellik ve değer kazandığını ifade ediyor.
PYD’nin Rakka Operasyonu sonrası IŞİD’le mücadele bağlamında elde ettiği işlevsel önemde bir düşüş yaşanacağını söyleyen Al Jazeera yazarı Galip Dalay, ancak PYD ve QSD’nin çoktan IŞİD ile mücadelenin ötesine geçen bir işlevsellik ve değer kazandığını ifade ediyor.
Suriye’deki mevcut nüfuz siyasetinin IŞİD’den sonra da süreceğini ve uzun bir süre kalıcı olacağını yazan Dalay, bunun da Suriye’deki aktörleri, bu nüfuz siyasetinde kullanacağı enstrümanlar ile beraber çalışacağı aktörlere yatırım yapmaya teşvik ettiğini belirtiyor.
Öte yandan Türkiye dış politikasının en çetin mücadelesini ve en büyük daralmasını Suriye’de deneyimlediğini yazan Galip Dalay, Irak ve Suriye’nin Türkiye’nin tüm enerjisini tükettiğini ifade ediyor.
Türkiye’nin bölge politikasının merkezinde üç gelişmenin yer aldığını ifade eden Dalay, bunları Şengal’den Efrin’e kadar uzanan bir PKK-PYD kuşağının engellenmesi, bölgesel krizin oluşturduğu güvenlik tehditlerinin minimize edilmesi ve İran’ın bölgesel güç projeksiyonunun sınırlandırılması veya dengelenmesi olarak sıralıyor.
Bu alanda Türkiye’nin en önemli girişiminin Fırat Kalkanı Harekatı olduğunu söyleyen Dalay, ancak burada sadece kendi istekleriyle sonuç alamayacağı ve ABD, Rusya, İran, PYD, PKK ve KDP gibi bölgesel aktörlerin takınacağı tavrın da belirleyici olacağını ifade ediyor.
IŞİD ile amansız mücadele, İran’ın bölgesel etkisini kırma ve Çin’i dengeleme Trump’ın üç temel dış politika başlığını oluşturduğunu yazan Dalay, Türkiye’nin bu durumu lehine çevirebileceğini, ancak hem Rusya, hem ABD hem de Avrupa ile gerilen ilişiklerin bunu engellediğini yazıyor.
Al Jazeera’da yayınlanan Galip Dalay’ın “Türkiye’nin Suriye’deki seçenekleri neler?” başlıklı analizi şöyle:
"Suriye, Türkiye’nin bölgesel politikasında yaşadığı meydan okumaların, sıkışmışlığın vücuda geldiği ve berraklaştığı ana alana dönüştü. Türkiye dış politikası bugün en çetin mücadelesini, en büyük daralmasını Suriye’de deneyimliyor. Irak’la birlikte Suriye, Türkiye dış veya bölgesel politikasının ana gündemini oluşturuyor ve neredeyse tüm enerjisini tüketiyor.
Aslında son dönemlerde Türkiye’nin bölgesel politikası dendiğinde temelde coğrafik alanı Kuzey Irak’tan Kuzey Suriye’ye uzanan bir alandan bahsediyoruz. Derinliği artan fakat genişliği azalan bir bölgesel politika mevzubahis.
Bu alanda üç mesele Türkiye’nin bölge politikasının merkezinde yer alıyor: Sinjar’dan Afrin’e kadar uzanan bir PKK-PYD kuşağının engellenmesi, bölgesel krizin oluşturduğu güvenlik tehditlerinin minimize edilmesi ve İran’ın bölgesel güç projeksiyonunun sınırlandırılması veya dengelenmesi.
Fırat Kalkanı Operasyonu (FKO), mevzubahis bölgesel politika başlıklarında Türkiye’nin bugüne kadar ortaya koyduğu en proaktif girişimi temsil ediyor. Fakat Türkiye’nin sadece kendi yaptıklarıyla bu başlıklarda istediği sonuçları alması pek olası değil. ABD ve Rusya gibi uluslararası güçler, İran gibi bölgesel güçler, Suriye muhalefetinden PYD, PKK ve KDP’ye kadar uzanan devlet dışı aktörlerin tavır ve projeksiyonları, Türkiye’nin bölge politikası ve özelde FKO’nun geleceğini tayin edecektir.
Bu noktada Türkiye, bölgesel politikasında daha birkaç ay önce Trump ve Putin’e yönelik iyimserliğini terk etmiş durumda. Bu da, Türkiye’nin bölgesel, Suriye veya FKO politikalarıyla ilgili daha sahici değerlendirmeler yapmasını gerekli kılıyor. Özellikle Suriye özelinde ABD ve Rusya’nın politikaları Türkiye’nin stratejik bir sıkışmışlık yaşamasına yol açtığı için bu aktörlerin ilgili politikaları daha yakından irdelenmeli. Bu iki aktörün politikalarının etraflı bir analizi, Türkiye’nin Suriye’de nasıl opsiyonlara sahip olduğuna ışık tutabilir.
Trump, öncelikleri ve Türkiye
Trump’ın dış politikada öne çıkardığı üç ana başlıktan hangisini nasıl önceleyeceği, Türkiye’nin bölgesel politikasında yaşadığı stratejik sıkışmışlığın boyutunu ve derecesini ortaya koyacak. IŞİD ile amansız mücadele, İran’ın bölgesel etkisini kırma ve Çin’i dengeleme Trump’ın üç temel dış politika başlığını oluşturuyor. Çin’in öncelenmesi Rusya ile işbirliğinin önünü açar. Fakat öyle görünüyor ki Amerikan müesses nizamı Rusya ile ilişkilerde yeni bir döneme izin vermeyecek. Dolayısıyla, ABD-Rusya ilişkileri önceki dönemden pek de farklı olmayan bir mahiyette izleyecek.
Bu durum, normalde Türkiye için bir imkanın önünü açabilirdi, zira ABD-Rusya ilişkilerinin belli bir gerginlik düzeyinde seyretmesinin Türkiye’yi her iki aktör nezdinde daha değerli kılması beklenir. Fakat Türkiye’nin temel stratejik başlıklarda aynı anda hem ABD hem Rusya hem de Avrupa ile sorunlar yaşaması, Türkiye’nin bu durumu kendi lehine çevirmesini engelliyor. Mevcut resim, bu ana aktörler için Türkiye’nin stratejik önceliklerinin dikkate alınmamasını daha az maliyetli hale getiriyor. Bu durum da Türkiye ile bu aktörler arasındaki ilişkilerin asimetrik bağımlılık ilişkisi şeklinde cereyan etmesine yol açıyor. Türkiye-Rusya ilişkilerinde bu durumu bariz bir şekilde görmek mümkün.
İkincisi, İran’ın etkisinin kırılmasının öncelenmesinin de normalde ABD’nin diğer geleneksel müttefikleri gibi Türkiye’nin de önemini ABD nezdinde arttırması gerekir. Fakat buradaki asıl mesele, ABD’nin İran etkisini bütün bölgede mi kırmaya çalışacağı, yoksa belli başlıklar veya alanlarda mı İran’ı dengelemeye çalışacağıdır.
Eğer ABD İran’ı bütün bölgede hedef alırsa, bu durum Türkiye için yeni imkanlar doğurabilir ve yaşadığı stratejik sıkışmayı azaltabilir. Lakin mevcut resim ABD’nin İran’ı daha spesifik başlık ve alanlarda dengelemeye çalışacağını gösteriyor. Ne Suriye ne de Irak bu stratejik dengeleme politikasının ilk coğrafyalarını oluşturacak gibi duruyor. Her iki yerde IŞİD ile mücadelenin önceleniyor olması ve İran’ın buralarda agresif bir şekilde dengelenmeye çalışılmasının bu temel hedefe zarar vereceği inancı, Trump yönetiminin bu iki yerde de İran’la aktif bir mücadeleye girmesini engelliyor. Bu nedenle ABD, muhtemelen İran’ı dengeleme siyasetini Yemen’de, yani Körfez’de uygulayacak gibi duruyor. Bu şekilde kendi geleneksel Körfez müttefiklerinin kaygılarını da kısmi ölçüde cevaplandırmış oluyor. Bu da ABD’nin İran’ı dengeleme siyasetinin bölgede Türkiye’nin alanını genişleteceği ve ona hareket serbestisi getireceği beklentisini boşa çıkarıyor.
IŞİD ile mücadele
Üçüncü başlığı ise IŞİD ile mücadele oluşturuyor. Trump’ın kampanya döneminde Türkiye ile alakalı pozitif bir söylem kullanması, Türkiye’nin FKO ile Suriye’de ciddi manada bir alanı IŞİD’den temizlemesi ve sahada bilfiil bulunması nedeniyle, ABD’nin bundan sonraki IŞİD ile mücadele planlarında Türkiye’ye daha fazla yer vereceğine ve kaygılarını dikkate alacağına dair bir beklentiye yol açtı. Türkiye-PYD (veya SDG) denkleminde ABD’nin daha fazla Türkiye lehine tercihler koyacağına dair ham bir beklenti mevcuttu bu dönemde. Fakat geçen süre, buradaki beklenti ile realite arasında ciddi bir makas açıklığı olduğunu ortaya koydu.
IŞİD ile mücadele ve PYD’ye yaklaşım konularında Trump ve Obama yönetimleri arasında pek bir fark olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Hatta ortaya çıkan nüanslar da Türkiye için pek hayırlı bir resme işaret etmiyor. Obama dönemine oranla Trump yönetimi Suriye krizini daha da fazla IŞİD ile mücadele başlığına indirgemiş durumda. Hatta bu hedefi elde etmek için hem Rusya hem de Esad rejimi ile çalışılabileceğini beyan ettiler. Bu mücadele başlığında YPG ve SDG’yle daha fazla işbirliği yapan, onları daha fazla ve açıktan silahlandıran bir ABD yönetimi söz konusu.
Bu noktada ABD, Türkiye’nin Tel Abyad üzerinden Rakka operasyonu için bir hat açma teklifine olumlu cevap vermediği gibi El Bab alındıktan sonra Türkiye’nin daha önce taahhüt ettiği Menbiç operasyonunu engellemek için de Menbiç’e (Sajur nehri civarına) bilfiil Amerikan askeri yerleştirdi. Yine, Rusya’nın aynı bölgeye hem Rus hem de rejim askerlerini konuşlandırmasına da ya yeşil ışık yaktı ya da göz yumdu. Benzer bir tahkimatı da Rusya Türkiye’nin muhtemel bir operasyon için adını zikrettiği Afrin’e yaptı. Bu da FKO’nun geleceğine dair yeni soru ve senaryoların ortaya çıkmasına yol açtı.
El Bab’ın alınması tek başına büyük bir stratejik kazanım manasına gelmiyor; El Bab ancak başka hedefler konusunda işlevselleştirilebildiği ölçüde stratejik bir kazanıma dönüşür. Mevcut haliyle El Bab’ın IŞİD veya PYD’ye karşı bir mücadelede işlevselleştirilebilme olasılığında ciddi bir düşüş yaşandı. Muhtemelen bu sebeple, Türkiye, daha önce sıkça kullandığı FKO’nun El Bab’tan sonraki durağının Menbiç veya Afrin olacağı veya PYD’nin Fırat’ın doğusuna çekilmemesi halinde hedef haline geleceği söylemlerini ciddi oranda azalttı.
Bu durum da Trump sonrası Türkiye’nin Rakka operasyonunda daha merkezi bir rol alacağı, Suriye’de hareket alanının daha da genişleyeceği ve PYD’ye karşı daha da avantajlı bir konuma geçeceğine dair beklentilerinin pek gerçekleşmediğini veya gerçekleşmeyeceğini gösteriyor.
Rusya cephesinde durum ne?
Rusya cephesindeki resim de pek farklı değil. Moskova ve Astana süreçlerine giderken Rusya ile İran’ın Suriye projeksiyonlarının ayrıştığı ve İran’ın aksine Esad rejiminin Rusya’nın kırmızı çizgisi olmadığı yargılarının pek de gerçekçi olmadığını geçen süre ortaya koydu.
Birincisi, aralarındaki farklılıklara rağmen, İran hâlâ, özellikle Suriye bağlamında Rusya’nın en önemli bölgesel partneri ve bu partnerliğin Rusya için bir maliyeti yok. Ne Körfez ülkeleri, ne İsrail, ne de Türkiye, İran partnerliği nedeniyle Rusya’yı sıkıştırabiliyor. Tüm bu ülkelerin yetkililerin Rusya’ya gerçekleştirdikleri sık ziyaretler de bu durumu teyit ediyor.
İkincisi, Esad rejimi muhtemelen Rusya için bir kırmızı çizgi değil. Rusya eğer daha iyi bir teklifle karşılaşırsa, muhtemelen Esad rejimi kartını yeniden gözden geçirebilir, ancak görünen o ki henüz buna yol açabilecek bir teklifle karşılaşmadı.
Ayrıca Rusya muhtemelen Suriye’de partner sayısını arttırmak istiyordur; bu girişiminde dikkat ettiği temel kriteri, muhtemel partnerin onun Suriye tasavvurunu ne ölçüde paylaştığı oluşturuyor: Rejimi sorunsallaştırmayan, daha seküler kodlara sahip olan ve Rusya’nın adem-i merkeziyetçi Suriye tasavvurunu paylaşan aktörler. Kahire ve Moskova muhalefetlerinin yanı sıra PYD bu kategoriye uygun düşüyor. Zaten son dönemlerde Rusya’nın artan PYD iştahının bir gerekçesini Kürd kartını tamamıyla ABD’ye kaptırmamak oluştursa da diğer gerekçesini de muhtemelen Rusya’nın Suriye’de beraber çalışabileceği partner sayısını arttırma isteği oluşturuyor.
Moskova ve Astana süreçlerinde her ne kadar Türkiye ve İran da yer almış olsa da bu süreçler temelde bir Rus projeksiyonuydu ve Rusya’nın ajandasına hizmet ettiler. Bu süreçler sayesinde Rusya, Suriye’de sadece savaşın değil barışın da ana aktörü olduğunu dünyaya gösterdi. İkincisi, bu süreçler Rusya’nın Suriye’de uzun süredir sahip olduğu siyasal süreci yeni bir temel üzerine inşa etme ve muhalefeti dizayn etme siyasetinde kısmi mesafe almasına katkı sundu. Rusya’nın çatışmasızlığı (veya ateşkesi) ve yeni anayasa yapımını siyasal geçişe önceleyen gündemi bu süreçlerde dinamizm kazandı. Bu süreçlerin en temel çıktılarını, çatışmasızlık ve anayasa tartışmaları oluşturuyor. Özellikle anayasa yapımının siyasal geçişe öncelenmesi Türkiye’nin bugüne kadarki Suriye politikasıyla çelişiyor. Velhasıl, Rusya’nın Suriye’de ortaya koyduğu siyaset Türkiye’nin temel çıkarlarını tehdit etmeye devam ediyor.
Türkiye’nin opsiyonları
Peki, bu resimde Türkiye’nin opsiyonları neler?
Türkiye, maliyet - operasyonel opsiyonlar - siyasal hedefler arasındaki bağ ve imkanlarını yeniden gözden geçirmelidir; yaşadığı stratejik sıkışmışlığı taktiksel veya operasyonel opsiyonlardan ziyade siyasal kararlar ve tercihlerle aşabilir.
Birincisi, Türkiye sadece Rakka operasyonu ve öncesini değil, sonrasının senaryolarını da iyi bir şekilde düşünmelidir. Öncelikle, post-Rakka döneminde PYD’nin IŞİD’le mücadele bağlamında elde ettiği işlevsel önemde bir düşüş yaşanacaktır. Fakat bu tahlili yaparken şunu da gözden kaçırmamak lazım: PYD ve SDG çoktan IŞİD ile mücadelenin ötesine geçen bir işlevsellik ve değer kazanmış durumda. Suriye’deki mevcut nüfuz siyaseti daha uzun bir süre kalıcı olacak gibi duruyor. Bu da Suriye’deki aktörleri, bu nüfuz siyasetinde kullanacağı enstrümanlar ile beraber çalışacağı aktörlere yatırım yapmaya teşvik ediyor.
Türkiye’nin FKO muhalefetine yaptığı yatırımının benzerini hatta daha fazlasını ABD, PYD ve SDG’ye yapmış durumda. Bu yatırımını IŞİD’den sonra işlevsel kılmaya ve onu Suriye’deki nüfuz siyasetinin temeli haline getirmeye çalışacaktır. Post-Rakka döneminde ABD, muhtemelen Suriye’de IŞİD’den alınan yerlerde bir stabilizasyon siyaseti izleyecektir. Türkiye, bu tür bir stabilizasyon siyasetine nasıl bir cevap üreteceğine karar vermelidir.
Tabii ki Türkiye de FKO ile IŞİD’den temizlediği alanlarda kendi stabilizasyon siyasetini derinleştirerek devam ettirmeli ve burada işleyen bir yönetim modeli tesis etmelidir. Bu, Türkiye’nin desteklediği muhalif grupların Suriyeliler nezdinde meşruiyetlerini sürdürmelerinin olmazsa olmaz koşuludur.
İkincisi, maliyeti ciddi manada artmış da olsa, Türkiye’nin hâlâ kullanabileceği askeri opsiyonları mevcut. Bu askeri opsiyonlar büyük ihtimalle Türkiye’nin istediği siyasi sonuçları vermeyecektir. Ancak bir kararlılık göstergesi olarak Türkiye, örneğin hâlâ Tel Rıfat gibi bölgelere yönelebilir. Ancak bu, Türkiye’nin yaşadığı stratejik sıkışmışlığı azaltmaktan ziyade daha da arttırabilir. Böylesi bir operasyon, PYD-Rusya-ABD arasındaki ilişkileri daha da perçinleyebilir ve PYD ile rejimi birbirlerine daha da yakınlaştırabilir. Bu nedenle Türkiye, Suriye politikasını veya FKO’nun geleceğini taktiksel opsiyonlardan ziyade siyasal bir bakışla değerlendirmelidir.
Üçüncüsü, Türkiye sözleriyle hâlâ rejim değişiminden bahsediyor, ancak davranışları, ibreyi daha çok rejim reformuna çevirdiğine işaret ediyor. Rusya’nın rejimi tekrardan Menbiç’e getirmesi Türkiye’de bir tepkiye yol açmadı. Hatta Başbakan’ın ifadelerinden de anlaşılacağı üzere Türkiye artık rejimi ehven-i şer görüyor ve dolayısıyla onun Menbiç’e gelmesinden kısmi bir memnuniyet duyuyor. Bu, Türkiye için çelişkilerle dolu bir siyaset demektir.
Rejimin tekrardan Türkiye sınırına gelmesi hem Türkiye hem muhalefet hem de FKO’nun geleceği için kötü bir haber demek olacaktır. Türkiye, Suriye’de rejim reformunun pek mümkün olmadığını akıldan çıkarmamalıdır. Ayrıca Türkiye, Menbiç’e gelen rejimin yarın buradan Türkiye’nin desteklediği muhaliflere saldırması durumunda buna nasıl bir karşılık vereceğini de hesap etmelidir. Fakat her halükarda Türkiye, Suriye’de bugüne kadar kullandığı rejim, rejim değişimi, muhalifler, üniter yapı ve merkeziyetçilik gibi bazı kavramları ve politik başlıkları tekrardan gözden geçirmelidir. Ancak böylesi bir yeniden değerlendirme yeni dönemin siyasetinin daha sahici bir şekilde üretilmesine yol açabilir.
Dördüncüsü, nasıl ki PKK-PYD’nin tasarladığı hat Sinjar’dan başlayıp Afrin’e kadar uzanıyorsa, Türkiye de Suriye siyasetinin Irak ayağını gözden kaçırmamalıdır. Türkiye, Barzani’nin Sincar’ın kontrolünü tamamıyla PKK’dan almasını aktif bir şekilde desteklemelidir.
PYD’nin domine ettiği Kürd bölgesinin bir şekilde Suriye’nin geleceğinde yer alacağı kuvvetle muhtemeldir. Burada Türkiye’nin öncelikli hedefi, bu bölgedeki PYD’nin dominasyonunu seyreltmek olmalıdır. Buna yönelik Türkiye ilk adım olarak Irak Kürdistan’ındaki Suriyeli Peşmergelerin PYD hakimiyetindeki Kürd bölgesinin askeri ve idari mimarisine entegre edilmelerine yönelik aktif bir siyaset izlemelidir. Bunun yanı sıra Türkiye’nin PYD politikasında çatışma-siyaset dengesinde hangisini hangi öncelik ve ölçekte kullanacağını, bölgedeki jeopolitik dalgalanma ile Türkiye-PKK çatışmasının geleceği tayin edecektir.
Ezcümle Türkiye, Suriye siyasetinde stratejik bir sıkışmışlık hali yaşıyor. Bunu da taktiksel veya operasyonel tercihlerden ziyade siyasal tercihlerle aşabilir."