İsrail’in İran’a yönelik saldırıları, yalnızca potansiyel bir nükleer tehdide karşı verilen askeri bir tepki olarak değerlendirilmemelidir. Bu bağlamda İsrail'in İran'a saldırısı, Ortadoğu’nun siyasi mimarisinde köklü bir yeniden yapılanmanın zeminini hazırlayan, bölgesel statükoyu sorgulayan, Ortadoğu’nun güç dengelerini yeniden şekillendirmeyi amaçlayan bir tasarımın parçası olarak okunabilir.
İsrail'in İran’a yönelik askeri müdahalesi, yalnızca bölgesel jeopolitik dengeleri değil, aynı zamanda İran’ın iç siyasal yapısını da ciddi biçimde sarsabilecek potansiyele sahiptir. Böyle bir gelişme, Tahran’daki merkezi otoritenin zayıflamasına yol açarak, ülkedeki etnik, dini ve siyasi muhalefet gruplarının yeniden yapılanma süreçlerine ivme kazandırabilir. Bu bağlamda, etno-siyasi muhalefet içerisinde önemli bir yere sahip olan Kürdistanlı hareketlerin tutumu özel bir önem taşımaktadır.
Doğu Kürdistanlı siyasi aktörlerden İran Kürdistan Demokrat Partisi (KDP-İ), rejimin tamamen ortadan kaldırılması ve değişim çağrısında bulunurken, Kürdistan Özgürlük Partisi (PAK), İsrail saldırılarının İran yönetiminin temel yapılarını sarstığını vurgulamış ve rejimin çöküşünün halk hareketleriyle mümkün olabileceğini belirtmiştir. Her iki partinin açıklamaları da, İran’daki Kürt siyasi aktörlerinin yalnızca ulusal kimlik temelinde değil, rejimin dönüşümünde etkili bir siyasi faktör olarak da konumlandıklarını göstermektedir.
Komala Partisi Genel Sekreteri Abdullah Mohtadi, Mayıs 2025’te Newsweek dergisine verdiği demeçte ABD yönetiminin İran rejimini yalnızca dış baskılarla zayıflatmaya çalışmasının yeterli olmayacağını, bunun yanı sıra ülkedeki etnik ve siyasi muhalefet gruplarıyla da daha yapısal ve sürdürülebilir bir diyalog kurması gerektiğini vurgulamıştır. Mohtadi, Washington’un özellikle Kürt siyasi güçleri gibi demokratik çizgide hareket eden ulusal gruplarla, rejime karşı geniş tabanlı bir demokratik muhalefet cephesi oluşturulması yönünde açık kapı politikası benimsemesi gerektiğini ifade etmiştir.
Bu türden doğrudan temasların, İran rejiminin iç krizler karşısındaki kırılganlığını artıracağı yönündeki değerlendirmeler, rejim değişikliği stratejisinin yalnızca dış müdahale veya yaptırımlara değil, aynı zamanda içerideki toplumsal ve etnik dinamiklerin etkinleştirilmesine dayanması gerektiği tezini güçlendirmektedir. Bu yaklaşım, rejimin meşruiyet zeminini sarsmak ve alternatif siyasal yapıların önünü açmak açısından stratejik bir öneme sahiptir.
Komala lideri Mohtadi, İran’ın nükleer programını sınırlamayı amaçlayan uluslararası anlaşmaların rejimin istikrarını tehdit edebileceği yönündeki geleneksel caydırıcılık paradigmasına eleştirel bir yaklaşım sunmaktadır. Bu perspektifin, yalnızca dışsal baskı ve yaptırımlarla sınırlı kalan yetersiz stratejiler olduğunu belirten Mohtadi, İran’ın bölgesel politikalarda izlediği saldırgan tutumun ve vekil aktörleri olan Hamas, Hizbullah ve Husiler aracılığıyla yürüttüğü nüfuz mücadelesinin daha bütüncül bir çerçevede ele alınması gerektiğini vurgulamaktadır.
Mohtadi’ye göre, bu tür stratejiler yalnızca askeri ve diplomatik araçlarla sınırlı kalmamalı; aynı zamanda İran’daki iç muhalefeti güçlendirmeye yönelik siyasi, toplumsal ve ekonomik boyutlarıda içermelidir. Bu bağlamda, rejim dinamiklerini dönüştürmeye yönelik politikaların, içsel değişim unsurlarını göz ardı etmeden tasarlanması, uzun vadeli istikrar ve güvenlik hedefleri açısından kritik bir önem taşımaktadır.
Donald Trump, iş dünyasından gelen bir siyasetçi olarak dış politika yaklaşımlarında ekonomik çıkarları ön planda tutan bir çizgi benimsemiştir. Trump, gerçekleştirdiği son Körfez turunda Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri ile yaklaşık 600 milyar dolarlık çeşitli ekonomik ve askeri anlaşmalar imzalamıştır. Bu tür hamleler, Trump yönetiminin Ortadoğu’daki diplomatik ilişkileri ekonomik çıkarlar temelinde şekillendirme eğilimini açıkça ortaya koymaktadır.
Trump’ın bu politikası, aynı zamanda İsrail ile Körfez ülkeleri arasında stratejik bir denge kurma arayışının da bir parçası olarak değerlendirilebilir. Trump’ın İran’a karşı İsrail’in yanında net bir şekilde saf tutmaktan kaçınmasının nedenlerinden biri de, Körfez ülkeleriyle geliştirilen bu ekonomik ve diplomatik ilişkileri riske atmamak olabilir. Dolayısıyla, Trump dönemi Amerikan dış politikası, hem ekonomik pragmatizmin hem de bölgesel güç dengelerini gözeten çok katmanlı bir yaklaşımın izlerini taşımaktadır.
Donald Trump, başkanlık görevine başladığında temel vaatlerinden biri, Amerika Birleşik Devletleri’ni uzun süreli ve maliyetli dış savaşlardan çekmek ve küresel ölçekte barışçıl bir yaklaşım benimsemekti. Ancak Rusya-Ukrayna ve İsrail-İran gibi derin jeopolitik ve ideolojik temellere dayanan çatışmaların sona erdirilmesi, yalnızca askeri müdahalenin durdurulmasıyla değil, bu savaşlara zemin hazırlayan yapısal kök nedenlerine yönelik siyasi ve tarihsel doğrudan yüzleşmeyi gerektirmektedir.
İsrail-İran savaşı bağlamında Trump yönetiminin tutumu, arabulucu ya da yangını söndüren bir "itfaiyeci" rolünden ziyade, aktif bir şekilde "oyun kurucu" rolü olmalıdır. ABD yönetimi, bölgesel dengeleri yeniden şekillendirme potansiyeli taşıyan tarihsel bir fırsatı destekleme sorumluluğu taşımaktadır.
Bu bağlamda, İran’da yapısal bir rejim değişikliği gerçekleşmediği sürece, İsrail-İran savaşında silahların susması yalnızca geçici ve kırılgan bir ateşkes anlamına gelecektir. Mevcut sömürgeci teokratik İran rejimi, yalnızca İsrail karşıtı söylemlerle değil, aynı zamanda ülke içindeki başta Kürtler olmak üzere baskıcı politikalarıyla da İran ve bölge hakları için istikrarsızlığın kaynağı olmaya devam edecektir.
İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Sa'ar, İsrail’in İran'a saldırıları rejim değişikliğini hedeflemediğini belirtti. Ancak İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun İran halkına yönelik rejime karşı başkaldırı çağrıları, bu stratejik yaklaşımın açık bir ifadesidir. Netanyahu’nun son açıklamasında, yürütülen askeri operasyonların “özgürlüğe giden yolu açmasını umut ediyoruz” ifadeleri, yalnızca İran rejimine değil, aynı zamanda ülke içindeki muhalif hareketlere ve ulusal kimlik taleplerine yönelik siyasi aktörlere bir destek mesajıdır.
İran’da olası bir rejim değişikliği, Irak ve Suriye örneklerinden farklı ve daha olumlu sonuçlar doğurabilir. Irak ve Suriye’deki rejim değişikliklerinin ardından, bölgesel güçlerin söz konusu ülkeler üzerindeki etkisi belirgin biçimde artmış; Tahran, Bağdat üzerinde; Ankara ise Şam üzerinde hegemonik nüfuz kazanmıştır.
Ancak İran’da gerçekleşebilecek muhtemel bir rejim değişikliğinde, bölgesel aktörlerin Tahran üzerinde benzer bir hegemonik etki kurması pek mümkün görünmemektedir. Bunun temel nedeni, İran muhalefetinin büyük ölçüde bölgesel güçlerle değil, doğrudan uluslararası toplumla temas ve etkileşim içinde olmasıdır. Bu durum, İran’ın geleceği açısından olduğu kadar bölge ve küresel sistem açısından da önemli bir avantaj teşkil etmektedir.
Öte yandan, Türkiye'nin Abdullah Öcalan üzerinden yürüttüğü ve kamuoyunda farklı yorumlara yol açan girişimlerinin arkasında, Suriye ve İran’daki Kürtlerin ulusal ve demokratik haklar elde etme olasılığını en aza indirme amacı yatmaktadır. Ankara’nın bu yaklaşımı, yalnızca Türkiye’nin kendi Kürt meselesine yönelik bir tutumu değil, aynı zamanda Kürt ve Kürdistan sorununu bölgesel düzeyde etkilemeye yönelik stratejik bir politika olarak da değerlendirilebilir.
Bu stratejinin, özellikle İsrail ile İran arasında tırmanan savaş bağlamında yeniden değerlendirilmesi önem arz etmektedir. Zira İsrail-İran çatışmasının bölgesel güvenlik dengelerini sarsması, Kürdistanlı aktörlerin hem Irak hem de Suriye'de yeni siyasi manevra alanları kazanmasına neden olabilir. Bu tür bir gelişme, Ankara tarafından potansiyel bir tehdit olarak algılanmakta ve Türkiye'nin bölgedeki Kürt yapılanmalarına yönelik güvenlik merkezli politikalarını daha da sertleştirmesine yol açabilir.
Türk basınında yer alan bazı haberlerde, Güney Kürdistan’da konuşlu Doğu Kürdistanlı gruplara bağlı yaklaşık 27 bin kişilik peşmerge gücünün, ABD’nin izin vermemesi nedeniyle Doğu Kürdistan’a geçişine müsaade edilmediği ileri sürülmüştür. Her ne kadar bu iddialar henüz bağımsız kaynaklarca teyit edilmemiş olsa da, söz konusu haberler, ABD'nin İran'a yönelik politikalarında temkinli ve çatışmacı olmayan bir tutum sergilemeye özen gösterdiği yönünde yorumlanabilir.
Bölgesel barış arayışları, yalnızca devlet aktörleri arasındaki uzlaşmayı hedefleyen dar bir çerçeveden ziyade, İran gibi çok uluslu devletlerde ulusal kimliklerin tanınmasını, demokratikleşme süreçlerini ve toplumsal adaletin tesisini içeren kapsamlı bir çözüm perspektifini gerektirmektedir. Bu bağlamda, Kürt meselesi kritik bir rol oynamakta olup, hem İsrail'in güvenliği hem bölgesel istikrar hem de İran’daki olası rejim değişiklikleri açısından belirleyici bir faktör olarak ön plana çıkmaktadır.
Özellikle Kürtlerin siyasal temsiliyetinin güçlendirilmesi, bölgesel aktörler arasındaki dengeleri etkileyebilecek ve demokratikleşme süreçlerine doğrudan katkı sağlayabilecek unsurlar arasında yer almaktadır. Bu nedenle, Kürt meselesinin bölgesel siyasetteki merkezi konumu, yalnızca ulusal düzeyde değil, uluslararası aktörlerin stratejik hesaplamaları çerçevesinde de değerlendirilmelidir.
X: @cetin_ceko
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.