Türk siyasetini Kürde dokunanın yanacağı, elini sıkanın büyük kazanacağı iki zıt ilişki ile karşı karşıya bırakıyor.Kürtlerle nasıl bir diyalog ve ilişki kurulacağı siyaset için büyük bir sorun gibi gösteriliyor.
Çok yoğun bir siyasal gündem var. Güncel olarak Ukrayna Savaşı, Güney Kürdistan savaşı, Türkiye’nin NATO ile yeniden başlayan gerilimi, İmamoğlu’nun Karadeniz ziyareti, Gezi’nin yargı yoluyla cezalandırılması (ki bana göre bu cezalandırma, 2013’ün Gezisi için değil, olası ikinci bir Geziye karşı alınan bir önlemdi.) Kaftancıoğlu’nun cezasının onaylanması, Kılıçdaroğlu’nun SADAT’ın önünde açıklama yapması… Bunlara kronikleşen ekonomik krizi ve tüm bunların manivelası olan siyasal krizi eklersek anormalliğin ne derecede olduğunu daha iyi anlamış olacağız.
İşin trajik tarafı bu gündemlerin içinde siyaseti en çok belirleyen, ama her zaman olduğu gibi basın ve medyada en az karşılık bulan savaş ve savaşın sonuçlarıdır. Sınırların ötesinden gelen cenazeler basında 40 ile 60 saniye arasında hızlıca geçiyor. Kırk yıllık savaşı ve ölümleri durdurmak yerine “Fıtrat felsefesi” imdada yetişiyor. AKP İktidarı ile kurumsallaşan bu felsefe toplumun genelinde ölümlere karşı geniş bir kitlede “apati” yaratmış durumda; bu felsefeye göre inşaat işçisinin binadan düşüp ölmesi, bir şoförün trafik kazasında yaşamını yitirmesi, bir askerin savaşta ölmesi işin doğası ile ilgilidir. Böylece yaşamını yitiren insanlar için acıyı hissetmeyen geniş bir toplumsal yığın, teolojik bir arka planı referans göstererek ölümleri meşrulaştırıp rahatlayabiliyor.
Bu yoğun gündemler 2023 seçimlerinde bizi iki sistem arasında bir tercih yapmaya zorluyor. Ya bu, ya o. Ya Türk tipi başkanlık sistemi, ya Türk tipi parlamenter sistem. Ne talihsiz bir durum! Ttbs ile Ttps arasındaki gerilimden geleceğimize umutla bakmayı sağlayacak bir projeksiyon çıkacağını düşünmek için aşırı pozitif olmak gerekiyor.
Başka bir açıdan bakarsak, her iki sistemden birinin Kürtlerle kuracağı barış, demokrasi ve hukukun askıdan indirilmesini vaat eden politik bir denklemden ancak ortak bir gelecek tahayyülü çıkabilir. Bu realite Türkiye’nin gelecek projeksiyonu açısından Kürt meselesinin seçimlerin odak noktası olacağını ve her iki bloğun Kürtlere ne söyleyeceğinin belirleyici olacağını gösteriyor. Ayrıca bu gerçeklik Kürt meselesinde topun Türk siyasetinde olduğu bir momentte olduğumuza da sinyal yakıyor. Bu durumda daha önce “Kürtler ne istiyor?” sorusuna başka bir soru ekleyerek “Kürt meselesi nereye doğru gidiyor?” sorusuna yanıt aramak gerekiyor.
Kürtlerin tercihini anlamak
Kürtlerin Türklerle ilişkisinde komşuluk ve kardeşlik gibi insani sorumlulukların yanı sıra stratejik ortaklık gibi hayati temelde ele alınması gereken birçok sorumluluğu yerine getirdiğini -ırkçı görüşlere sahip olanlar dışında- herkesin kabul edeceği bir gerçeklik olsa gerek. Kürtler tarihsel olarak Kürdistan coğrafyasından gelip geçen birçok siyasi otorite ile kimi zaman diplomatik ilişkiler geliştirdi, kimi zaman çatıştı. Türklerle de dış tehlikelere karşı stratejik ortaklıklar yaptı; fakat Osmanlıların merkezileşmesiyle birlikte Kürt-Türk ilişkileri daha hiyerarşik bir karakter kazandı. Yeni Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Kürtlere karşı çıplak şiddet tek yöntem olarak benimsendi. Doksanların başında savaşın radikalleşme ile stratejik ortaklık hem sorgulanmaya hem zayıflamaya başladı; ancak yine de ara ara yapılan barış görüşmelerinin yarattığı ruhla ayakta kalabildi. Hem Kürt meselesi hem de devletin dönüşümü açısından önemli bir eşik olan 2015 yılından beri bu ilişki adeta bir belirsizliğe doğru sürükleniyor.
Kürtler cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren modern ulus devlet sözleşmenin yarattığı egemenlik ilişkisini defacto ilişkilerle aşmaya çalışıyor. Kürt halkı her zaman ortak tehlikeler karşısında ortak hareket etmeye eğilimlidir. Kürtlerin bu iyi niyetini zayıflık olarak olarak değerlendirmek için hem Kürt cahili olmak, hem de Kürt düşmanı olmak gerekiyor. Ölümcül politikalara rağmen Kürtlerin barışa ve ortak yaşama dair hala iyi niyetini koruyor olması zayıflık değil tarihten gelen politik bir tercihtir; ve bu tercih son yıllarda Kürt hareketinin merkezinde yer aldığı ve dünyaya soldan bakan bir siyasi teoriyle kurumsallaştı. Kesintisiz bir iknaya, diyaloğa, müzakere ve mücadeleye dayalı ısrar, bahsi geçen politik teorinin pratik inşasından başka bir şey değildir.
Türk siyasetinin handikapları
Suriye savaşıyla birlikte Ankara, kendi Kürt Meselesi yetmiyormuş gibi uluslararası yasalarla belirlenmiş komşu ülkelerin sınırları içinde yaşayan Kürtlerin meselesini de bir iç mesele olarak görmeye başladı. İç mesele olarak görmek sistematik inkar, imha ve asimilasyon politikalarının komşu ülkelere doğru genişletilmesi anlamına geldiği gibi bu sorunların çözümünde de kendini muktedir olarak gören bir aklı tahrik ediyor. “Ortadoğu’da Kürtlerle bir savaş yapılacaksa ancak ben savaşabilirim, bir barış yapılacaksa ben yapabilirim” gibi egemenlik üzerine inşa edilen bu siyasi kompleks, güncel olarak devleti yöneten klikler arasındaki çelişkilerden farklı olarak, esasen geleneksel Türkçülüğün bir takım tarihsel “fobilerinden” kaynağını alıyor. Bu fobileri aşmanın yolu cumhuriyet rejiminin hukuk ve demokrasi ile tahkim edilerek bir toplumsal sözleşme ile kurumsallaşmasından geçiyordu. Lakin modern ulusal kibir, geleneksel fobilerle iç içe geçince teoride bile Türkiye, hala kapsayıcı bir sözleşmeye sahip değil.
Peki Ankara günün sonunda bu fobinin yarattığı şiddet odaklı strateji ile nereye varmayı ve nerede durmayı düşünüyor? Kürt meselesini çözmüş ve demokratik bir sözleşme etrafında yana yana gelmiş bir toplum gerçekliği yerine, savaşın ve şiddetin tercih edilmesinin en görünür sonucu Ankara’nın, batının demokrasilerini referans alan bir siyasal rejim inşa ederek müreffeh bir toplum yaratma iddiasının suya düşmesiydi. Siyaset ve kamuoyu neden bu gerçeği görmekte bu kadar zorlanıyor?
Seçim fetişizmi iktidarın ayaklarına dolanınca
“Kürtler ne istiyor?” ve “Kürt meselesi nereye doğru gidiyor?” sorusuna yanıt aramaya devam edelim. İktidarın siyaset stratejisi bu ülkede çok tartışılacak. Askeri vesayetin zayıflamasından sonra iktidar, tüm meşruiyetini seçimlere indirgeyerek seçimleri kazanmak için her yolun mübah olduğu bir stratejiyi takip etti. Otoriter popülizm teknikleriyle yapılan bu siyaset biçimi, zamanla tüm muhalefetin düşman ilan edildiği bir seyir izledi. Böylece iktidarın her seçim zaferi muhalifler için büyük bir zulme dönüştü. Kurumsallığın tasfiye edildiği bir denklemde seçimler defacto işleyen bir sistemin onayından başka bir anlama gelmiyor. Seçimler başta iktidar için bir meşruiyet aracı iken şimdi ise bir risk halini aldı. Onun için iktidar, son zamanlarda bir taraftan seçim sistemi ile oynamaya diğer taraftan muhalif rakiplerini yargı kıskacına alarak sahanın dışına itmeye çalışıyor.
İktidarın sahanın dışına çıkarmak istediği siyasi dinamiklerin başında elbette Kürt demokratik siyaseti geliyor. Çünkü iktidar, seçimlerin siyasetin belirleyici kaldıracı haline getirilmesiyle Kürt oylarının da devletin iki bloğunun hem programlarını hem de gelecek tahayyülünü doğrudan etkilemeye başladığını görüyor. Fakat Kürtleri siyasal alanda belirleyici bir özne haline getiren asıl olgu, genişletilmiş baskı aygıtlarıyla kırıma tabi tutulmalarına rağmen bir siyasal irade olarak ayakta kalmayı başarmalarıdır. Zira yaşadığımız bütün hengamenin altında aslında Kürtlerin siyasette belirleyici bir konuma gelmesi var. Bu hakikatten dolayı hem iktidar bloğu hem muhalefetin içindeki bazı klikler Kürtlerin elinin havada kalmayacağını bildiği için olabildiğince suyu bulandırmaya çalışıyor; ancak Kürt siyaseti fikriyatıyla, bu fikriyatın taşıyıcısı olan kurumları ve pratikteki yansıması olan siyasetiyle Türkiye siyasetinde artık bir realite. Türkiye siyaseti bu realiteyi kabul eden bir yerden bakmakta zorlanıyor.
Başka bir realite ise eskiden olduğu gibi ne devlet içinde ne de siyasette Kürtlere karşı homojen bir fikriyatın olmaması. Bu tablo öncelikle devletin ve düzen siyasetinin Kürtleri tabi tuttuğu sistematik kırım politikalarının başarısız olduğunu, şu ana kadar uygulanan güvenlik konsepti ile sorunun çözülmediğini ve siyasal çözümün kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Bu tablo, siyaseten seçimleri kazanmak isteyen bloğu, Kürtlerin cumhuriyete siyasal bir özne olarak dahil edilmesi veya tamamen kopuşu gibi iki zıt meselede karar verici bir pozisyon vererek çok kritik bir görev ve sorumlulukla karşı karşıya bırakıyor.
Siyasetin ciddiyetsizliği
Toplum veya halklar yasallığın belirlediği tüzüklerin ötesinde işleyen doğal bir stratejiyle bir arada yaşamayı sürdürürken Türk siyasetinde yaşanan diyalogsuzluk, Kürt meselesinin zıtlaşma ve düşmanlaşma nesnesi haline getirilmesi, bir siyasal bloğun diğer bloğa karşı kurduğu bir siyasal tuzak gibi araçsallaştırılması siyaseti tıkayan temel olgudur. Kürtleri siyasetin ayrıştırma nesnesi haline getirmek Türk siyaseti açısından yerli ve milli bir ritüel haline getirilmek isteniliyor. Fakat dün Kürtleri kendi içinde ayrıştırmaya çalışan siyaset, bugün yeni bir aşamaya geçerek Türkleri de Kürt meselesi üzerinden kendi içinde ayrıştırmaya başladı. Sorunun taşıdığı hakikat herkesin kapısını zorluyor.
Meselenin başından bugüne kadar ortaya çıkan büyük sosyal, siyasal ve iktisadi maliyetlerin yanı sıra yaşamını yitiren on binlerce insana rağmen, güncel olarak tanık olduğumuz bu ciddiyetsizlik ve ölçüsüz pragmatizm insanı ürkütüyor. Belli ki Türk siyaseti sorumluluk hissetmeden Kürt meselesiyle yaşamayı öğrenmiş.
Sonuç
Kürt meselesi merceğiyle bakıldığında yaşanan ciddiyetsizlik ve pragmatizm, Türk siyasetini Kürde dokunanın yanacağı, elini sıkanın büyük kazanacağı iki zıt ilişki ile karşı karşıya bırakıyor. Kürtlerle nasıl bir diyalog ve ilişki kurulacağı siyaset için büyük bir sorun gibi gösteriliyor.
Oysa bizlere çok karmaşık bir şeymiş gibi gösterilen mesele, Kürtlerin barışı, demokrasiyi ve hukuku vaat eden bir denkleme özne olarak dahil edilmesiyle berraklaşabilir. Bunun için Kürt siyasetinin daha çok konuşması ve demokratik siyaset koşullarının normalleştirilmesi lazım.
Kürt meselesinde temel bir kırılma yaratacak olan kritik adımların başındaysa Kürtleri temsil eden HDP’nin kapatılma olasılığıdır. Siyasi partilerin yeniden kapatılması bir dönemin kapanması yeni bir dönemin açılması gibi milat denilebilecek etkili sonuçlar yaratacaktır. Daha da önemlisi böylesi bir karar, Türkiye’deki demokrasinin tabutuna çakılan son çivi olacaktır. HDP’nin açık ya da kapalı tutulmasının hem ortak gelecek tahayyülü hem de demokrasinin tamamen askıya alınması açısından en kritik aşamadır. Umarız demokratik siyasetten, ortak gelecekten, hukuk ve adaletten yana olan dinamikler bu gerçekliğin farkındadır.