Göç, tarihsel süreç içerisinde geçmişten günümüze süregelen toplumsal bir olgudur. Bu çalışmamızda Kürdler özelinden, ‘Göçün kültürel kimlik üzerindeki etkisi’ ele alınmaktadır.
Göç, tarihsel süreç içerisinde geçmişten günümüze süregelen toplumsal bir olgudur. Bu çalışmamızda Kürdler özelinden, ‘Göçün kültürel kimlik üzerindeki etkisi’ ele alınmaktadır. Kültürel kimlik, bireylerin maddi manevi tüm yaşam alanını kapsayan pratikleridir. Bu pratikler, bireylerin sonraki yaşamlarını idame ettirmeleri için bireye kolaylık sağlayan birer sosyal sermayedir. Özellikle göçle birlikte Kürdlerin, sosyal sermayelerinin değişmesiyle, yeni bir kültürel kimlik edindiklerini söyleyebiliriz. Edinilen bu yeni kültürel kimlik ise birey ve toplum bazında yıkıcı bir kimliktir.
Genel olarak göç, “Birey ve gurupların ekonomik, sosyal, kültürel vb. nedenlerden dolayı bir yerden başka bir yere gitmeleridir. Göçler daha çok sosyal, iktisadi, politik ve eğitsel nedenlerin sonucunda meydana gelir”[1]. İnsanlık tarihi boyunca yaşanan göçler, mekanda eşitsiz biçimde dağıtılmış ekonomik fırsatlardan yararlanma isteğinin bir sonucu olabildiği gibi ekolojik dayatmalar yada devlet gibi sosyal bir otoritenin gündeme getirdiği sürgünler, iskanlar ve savaşlar nedeniyle de ortaya çıkabilmektedir[2]. Özellikle tüm bu zorlamalı şartların Kürdlerin sindirilme politikaları adı altında çok fazla uygulandığını görebilmek mümkündür. Nitekim Kürdler göçün her haline maruz kalmış bir millettir.
Yapılan göçlerin geneline baktığımız zaman ekonomik koşullar önemli bir yer tutmakla birlikte, tek başına yeterli bir etken değildir. Görünüşte göç, a)kişilerin kullanabilecekleri fırsatların sayısını arttırmakta, b)kişiye mesleki ve sosyal hareketlilik sağlamaktadır[3]. Lakin Kürdlerin yaptığı göçlerin temelinde çok farklı etkenler yatmaktadır. Bu durum da göçün çok katmanlı ve etkenli yapısının salt ekonomiyle açıklanamayacağı aşikârdır. Yaratılan fırsatsızlıklara karşı diğer bölgelerin ekonomik fırsat merkezleri haline getirilmesi, sürgünler, iskan politikaları, sağlık, eğitim, toplumsal, siyasal vs. etkenleri saymakta mümkündür. Bu etkenlerin yarattığı sonuçlar karşısında, birey ya da gurupların göç olgusuyla karşılaşması kaçınılmaz bir hal alır. Kürdistan coğrafyasının ekonomi, eğitim, sağlık vb. alanlarda gelişmemişlik göstermesi bilinçli bir şekilde yapılan ciddi politikaların ürünüdür. Bunun temelinde yatan en büyük etken, bölgelerdeki Kürd çoğunluğunu göç yoluyla dağıtma ve sindirme politikalarıdır.
Göçler genel olarak kırdan kente doğru olmaktadır. Burada köy ya da kır olanaklarının darlığı veya yokluğu ‘itici faktörleri’ oluştururken, şehir veya kent merkezlerinin ekonomi, sağlık, eğitim, yaşam koşulları vs. gibi alanların köy ya da kıra oranla daha iyi durumda olması göçmenleri kendine çekmektedir. Bu nedenlerden dolayı göçlerin yönü genellikle köyden/kırdan, şehir/kent merkezine doğru olmaktadır. Burada köy/kır itici faktörleri barındırırken şehir/kent merkezi çekici faktörleri barındırmaktadır. Kürdistan da ki şehirlerin gelişmişlik seviyesi, işgalci devletlerin şehirlerinin gelişmişlik seviyesiyle aynı olmaması nedeniyle göçler şehirden şehre de olabilmektedir.
Bu göç politikalarının temelinde yatan yegane faktör kimlik sorunudur. Kimlik bir insanın kişiliğini ya da bir gurubun niteliğini belirleyen onları diğerlerinden ayıran karakteristik özelliklerdir[4]. Bununla birlikte kimlik kavramının tanımı iki yönlü ele alınabilir: Biri sosyal bilimlerde yönteme ilişkin bir tanımlama, diğeri ise siyasi ve ekonomik gücü temsil edecek şekilde bir karşıt yaratarak “ötekine” göre kimliği tanımlamaktır[5]. Başka bir ifadeyle kimlik, kendini ifade ederken dış dünyaya karşı öne sürülen kendini “ötekilerden” ayırt etmeye yarayan bir araçtır. Kişinin kimliği biraz da kimlere karşı olduğu ile bilinmektedir. Kimlik , “öteki”ne göre tanımlanır, yorumlanır ve anlam kazanır[6]. Bu bağlamda Derrida’nın belirttiği gibi tüm kimlikler ancak kendi farklılıkları ile var olabilir ve her kimlik bir anlamda ötekidir[7]. Bu karşıtlık üzerinden Kürd kimliğinin tanımlanmaması durumunda varlığından söz edilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla her Kürd’ün kendini varlık sahnesine taşıyabilmesi için Kürd kimliğini, dolayısıyla kişiliğini reddetmesi değil zorunlu bir tanımlamaya gitmesi gerekmektedir. Sömürgeci devletler Kürd kimliğini tanımamak ve tanımlandırmamak için bütün var gücüyle her alanda seferber olmuş durumdadır.
1930’lu yıllara dek gelecek şekilde dünyada, modernite adına, ekonomik konulardan çok kimlik meseleleriyle ilgilenildi. 1960’lı yılların sonlarında, özellikle ABD’de kimlik siyasetleri gelişmeye başladı. Kimlik “katı sahiplikler” şeklinde değil; bağlama göre değişen, sürekliliği olan, nesne durumundan çıkartılmış, semboller(en başta dil), ilişki ve iletişim biçimleriyle ortaya çıkan oluşumlarla tanımlanır oldu. Böylelikle bireysel olanla toplumsal olanı birleştirme arzusudur[8].
Genel olarak denilebilir ki kimlik; bireysellik barındıran, içinde bulunduğu topluma göre şekillenen bir yapıdadır. Bireyi toplumdan ayrı ele alamayacağımız gibi toplumu da bireyden bağımsız bir şekilde düşünemeyiz. Buda kimliği, kültürel söylemlerden ayrı ele alamayacağımızı gösterir. Bu karşılıklı bağımlılık beraberinde karşılıklı şekil vermeyi gerektirir. Aynı zamanda tanımlanan her kimlik beraberinde de bir ‘öteki’ doğurmaktadır. Bazen ‘öteki’nin karşısında bir kimlik tanımlanırken, bazen de ‘kimlik’ karşısında bir öteki tanımlanır. Dolayısıyla bu gün Kürd kimliği, Türk, Arap ve Fars kimliklerinin ötekisi konumundadır. Bu ötekilik düzeltilmesi gerekilen bir nesne olarak görülmektedir ve Kürdler kendilerini bir özne konumuna yükseltebildiği sürece nesne konumundan çıkabilirler. Bu öteki olan Kürd kimliğini düzeltme yollarından biri ve belki de en önemlisi göç politikalarıdır.
Bu bağlamda toplumsal kimlik, bireyin ait olduğu toplumsal çevrenin değerlerine, normlarına, akıl yürütmesine, sanatına, diline, dinine, gelenek ve göreneklerine ve diğer kurumlarına karşı geliştirdiği bir aidiyet bilincini ifade eder. Birey, kendi toplumu ve diğer toplumlar arasındaki benzerlikleri, karşıtlıkları, çatışmaları, toplumsal kimliğine yüklediği anlam sınırları çerçevesinde tanır ve bu doğrultuda bir eylem stratejisi geliştirir. Birey, toplumsal kimlik aracılığıyla yaşam pratiklerine katılır. Toplumsal kimlik çoğu zaman bilinç ötesinde bir işlev yüklenerek bireyin bütün varlığına hükmeder[9]. Kürdlerde, göç sonrası bu toplumsal kimlikle yaşam pratikleri arasındaki uyuşmazlık bireysel ve toplumsal ‘yabancılaşmayı’ gün yüzüne çıkartmıştır.
Kültürel kimlik, tarih bakımından mevcudiyeti kesin olarak bilinen bir toplumun, sosyal etkileşme yoluyla nesilden nesile aktardığı manevi ve maddi yaşayış tarzlarının temsil ve tecelli bakımından yüksek bir seviyedeki bir bileşiği olan, sebebi ve sonucu açısından ise, ferde ve topluma mensubiyet şuuru, özel bir kimlik kazandırma, bütünleşmiş kılma, yaşanan çevreyi ve şartları kendi hedefleri istikametinde değiştirme arzu ve iradesi veren, değer, norm ve sosyal kontrol unsurlarının belirlediği bir sitemdir[10].
Aynı zamanda oluşturulan ve aktarılan bu kültürel kimlik, Mardin’in deyimiyle; planlı bir şekilde erişilebilen gayelerden biri değildir, ancak birbirine muvazi olarak cereyan eden, fakat birbirinden habersiz bir şekilde yapılan fikir faaliyetlerinin tümünden doğabilir[11]. Bu aktarma ve taşıyıcılık görevini üstlenen en önemli unsurlardan biri ise dildir. Dil, kültürel unsurların taşıyıcısı, aynı zamanda sembolüdür. Arslan’ın deyimiyle dil, bir gelenek sistemidir; bir dili öğrenmek, geleneklerin belirlediği bir yaşam tarzını öğrenmektir[12]. Dolayısıyla Kürdlerin dilini unutması, konuşmaması demek onu var eden tüm değerlerinden bütünsel olarak kopması demektir. Çünkü dil kültürel kimliklerin önemli bir taşıma aracıdır. Aynı zamanda kimlik, uzam ve aidiyet duygularımızı meydana getiren dilin hareketinde yankılanır[13].
Tüm bu değerler bütününü ve içiçeliğini Bourdieu, “Sosyal Sermaye” kavramı ile tanımlar ve ona göre sosyal sermaye, “toplumun biriktirilmiş tarihidir”[14]. Bourdieu, bireylerin toplum içerisinde sahip oldukları ekonomik ve kültürel sermayelerinin ağırlığına göre bir konum aldıklarını belirtir[15]. Bu sermayeyi Kürdlerin elinden alanlar ve almaya çalışanlar Kürdleri, tarih, toplum, zaman ve mekanın dışına itmiş ve itmeye de devam etmektedir.
Tüm bunların biraradanlığına ve ilişkiselliğine bakacak olursak, göçe tabi tutulan Kürdler, rızaya dayalı bir zora yani hegemonyaya maruz kalmaktadırlar. Tarihsel süreç içerisinde göç, Kürdleri ciddi manada etkileyen, zoraki veya rızaya dayalı zorun yaratılması ile geçmişten günümüze varlığını sürdüren sosyal bir olgudur. Göçün dinamikliği ve çok yönlü etkisi farklı konularla bağdaştırılarak ele alınırken, en önemli etki alanlarından biride kültürel kimliğe olan direk etkisidir.
Sosyal sermaye türleri, kültürel kimliğin ana unsurları olan; gelenek-görenek, örf-adet, ekonomik, dil ve yaşam tarzı gibi unsurlarla özdeşleşmektedir. Kültürel kimliğin ana unsurları olan bu sermaye biçimleri göç ile değişime uğramaktadır. Göç sonucunda gidilen yerde edinilen yeni sermayeler, kültürel kimliği ya değiştirmekte ya da yok edip yerine yeni bir kültürel kimlik yerleştirmektedir.
Kürdlerde ki göçle birlikte sosyal sermaye alanlarının değişmesi ile kültürel kimlikte de değişme ve yok olma durumu yaşanmaktadır. Bu durum edinilen yeni kültürel kimliğin temelinde özdeşleşme sorunu yaratmaktadır. Sözen’in deyimiyle “Kültürel kimlik, birincil olarak özdeşleşmeye dayanır. Kültür içinde, bireyin kendini daha fazla güven içinde hissetmesi için özdeşleşme çok önemlidir”[16]. Kürdlerin göç sonrasında içinde bulunduğu toplumda, güvende olma hissiyle hareket etmeleri sonucunda, bu yeni toplumsal kültürle özdeşleşmeleri ve kendi kimliğine yabancılaşmaları sonucu doğmaktadır.
Tüm bunlar sistemin birer dişlisi halindedir. Sistemin bu mekanizmasını yürüten ‘Sömürgeci Devlet’ yapısıdır. Dolayısıyla devletsiz bir milletin bu sistemden bütüncül olarak kendini kurtarabilmesi “Ulusal bilinç” ve “Devletleşme” ile mümkündür.
[1] Kızılçelik, S. & Erdem, Y. (1994). Açıklamalı sosyoloji terimler sözlüğü İstanbul: Atilla Kitapevi. s.185
[2] Kaygalak, S. (2009). Kentin mültecileri neoliberalizm koşullarında zorunlu göç ve kentleşme. Ankara: Dipnot Yayınları. s.9
[3] Tekeli, İ. (2013). Göç ve ötesi. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. s.18
[4] Kirman, M. A. (2004). Din sosyolojisi terimleri sözlüğü. İstanbul: Rağbet Yayınları. s.129
[5] Sözen, E. (1999). Demir kafesten plastik kimliklerimiz, sekülerleşme sürecinde kimliklerin inşası. İstanbul: Birey Yayıncılık. s.23
[6] Kevi, S. & Kılıçoğlu, G. (2012). Uluslararası ilişkilerde kültür ve kimlik. Yaşam Bilimleri Dergisi, 1(1), 1185
[7] Derrida, J. (2003). Teoriyi izlemek, teoriden sonra hayat. İstanbul: Agora Kitaplığı. s.26
[8] Sözen, E. (1999). Demir kafesten plastik kimliklerimiz, sekülerleşme sürecinde kimliklerin inşası. İstanbul: Birey Yayıncılık. s.11
[9] Özdemir, 2001: 108
[10] Tural, S.K. (1988). Kültürel kimlik üzerine düşünceler. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. s.52
[11] Mardin, 2015:297-298
[12] Arslan, H. (2015). Epistemik cemaat. İstanbul: Paradigma Yayın. s.40
[13] Chambers, I. (2014). Göç, kültür, kimlik. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. s.17
[14] Bourdieu, 1983:183;akt. Yarcı,2011:131
[15] Bourdieu,1995:20-22;akt. Türk,2015:136
[16] Sözen, E. (1999). Demir kafesten plastik kimliklerimiz, sekülerleşme sürecinde kimliklerin inşası. İstanbul: Birey Yayıncılık. s.14
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.