Tüm Türkiye toplumu cumhuriyetin ilanından bu yana Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Kürtlerle ilgili sorunlu, yanlış politikalarının acı sonuçlarını görmektedir. Türkiye, içeride Kürtlere karşı yürüttüğü inkârcı ve asimilasyoncu politikalarının paralel.
Ancak aynı tarihsel hatayı halen Suriye Kürtleri konusunda devam ettirmektedir. Suriye Kürtleri yıllarca Baas rejiminin diktası altında kimlik ve varlık mücadelesi verirken rejimle hiçbir sorunu olmayan devlet, Esed döneminde zulmün vardığı boyutlar nedeniyle ilişkilerini bitirmiştir. Bu dönemde savaşmadan, kendi yaşadıkları topraklarda hâkim güç haline gelen Kürtler, bu kez devletin dış siyaseti doğrultusunda hareket etmediği, kendilerine savaş sonrası statüye dair herhangi bir taahhütte bulunmamasına rağmen beraber savaşmayı teklif eden ÖSO ile beraber hareket etmediği gerekçesiyle siyaseten yalnız bırakmıştır.
Öte yandan bir buçuk yıldır devam eden barış süreci Kürtlerde yarattığı tüm heyecana ve biz dâhil toplumun geniş bir kesiminde bulduğu desteğe rağmen devlet tarafından sürecin ruhuna uygun, toplumu tatmin edecek adımlar atılmamış, Kürtlerin en temel hakları PKK ile barışa endekslenmiş, diğer Kürt yapıları süreçte göz ardı edilmiştir. Süreç konusunda ağır davranılması nedeniyle gerilen toplum ve DBP tabanı zaman zaman haklı, demokratik tepkiler koysalar da zaman zaman da meşru sayılamayacak eylemlere yönelmiştir. Tepkilerin esas sebepleri konusunda yeterli derinlikte analiz yapamayan devlet, sürecin her tıkandığı ve eylemlerin amacını aştığı zamanlarda sürece ivme kazandıracak adımları bir an önce hayata geçirmek yerine PKK lideri Abdullah ÖCALAN aracılığıyla toplumun nabzını düşürmek istemiştir.
Tüm bu sorunlar içerisinde İŞİD adli vahşi ve ne doğal ne de ilahi hiçbir nizama uymayan yapının emperyal güçlerce sahneye sürülmesiyle Kürtler, tarihlerinde çok sık gördüğü zulümlere benzer bir zulümle tekrar karşı karşıya kaldılar. Ortadoğu’da halkların başına musallat olan bu sapkın taşeron örgütün, Şengal ve çevresinde Ezidiler ve diğer halklara karşı giriştikleri katliamlar, bölgenin petrol bölgesi olması ve diğer uluslar arası dengeler nedeniyle yine emperyal güçler nedeniyle durduruldu. Ardından saldırılar, Kürtlerin Rojava’da dışa karşı silah kullanmadan elde ettikleri ve kendilerini yönetmeye başladıkları Kobanî’ye yöneldi.
49 Konsolosluk görevlisinin rehin aldığı dönemde kendisi için terör örgütü demekten imtina eden Türkiye, İŞİD’in Kobanî’ye yönelmesine ve saldırılarla Kürtlere karşı giriştiği katliama da yeterince duyarlı olamadı. Eksik veya yeterli düzenli organizasyonda olmasa da sınırdan gelenlere insani ve acil yardımlar yapılsa da sonuçları düşünülerek Kobanî’nin düşmemesi yönünde yeterli irade gösterilmemiş, bu konuda bir duyarlılık oluşturulmaya çalışılmamış ve inisiyatif alınmamıştır. Yanı başında devam eden zulme bigâne kalırken hesaplarını daha uzakta ve uluslar arası dengeler açısından daha zor olan Esed’in düşmesi/düşürülmesi üzerine yapmıştır. Öte yandan devleti temsil makamında bulunan kişilerin, sorunla ilgili, vatandaşı olan 20 milyona yakın Kürdün hassasiyetini göz ardı eden, onlarla empati kurmak yerine acılarını katmerleyen bir söylem içinde olmalarının, barış sürecinin yavaş seyri nedeniyle zaten gerilmiş olan Kürtlerde bir kırılmaya yol açtığını müşahede ettik.
Nihayet bu tablo ile beraber Kobanî’nin düşmenin eşiğine gelmesi nedeniyle, gerek Türkiye’de ve gerekse de uluslar arası kamuoyunda duyarlılık oluşturmak amacıyla HDP tarafından halkın sokağa çağırılması nedeniyle başlayan eylemlerin yapıldığı yerler kaos ortamına dönmüştür. Yer yer, protesto edilen İŞİD’in vahşetini aratmayan ve hatta onu da aşan bir boyutta saldırılar gerçekleşmiştir. Göstericilerin, sırf sakallı olduğu veya eşi tesettürlü olduğu için kin ve nefretle ve öldürmek amacıyla insanlara saldırması olayların geldiği boyut itibariyle dehşet verici olmuştur.
Gerek böyle bir eyleme davet ederken belirli bir çerçevenin çizilmemesi, eylem nedeniyle ortaya çıkabilecek kriminal gruplar ve şiddeti kendisine tek yöntem seçmiş kişilerin başvurabileceği eylemlerin hesap edilmemesi, son birkaç yılda çeşitli vesilelerle birkaç kez ciddi boyutta karşı karşıya gelinen Hizbullah’a yakın kurum ve kuruluşlara yapılabilecek saldırılar nedeniyle olayların vehametinin öngörülemeyecek bir seviyeye geleceğinin düşünülmemesi, eylemler nedeniyle çağrıda bulunan HDP’yi sorumlu kılmıştır. Ayrıca olayların ilk gününde, henüz kimse ölmemişken protestoların vardığı boyut nedeniyle sosyal medya aracılığı ile uyarı yapmamıza ve eylemlerin, yanı başımızdaki insanların haklarını ihlal edecek seviyeye gelmemesi yönünde dikkatleri çekmemize rağmen herkesçe bilinen sonuçlar meydana gelmiştir.
Ancak yine bu nokta da devlet, meydana gelen olaylardan temel sorumludur. Zira devletin, yaşama hakkı ile ilgili biri negatif diğeri pozitif iki tür sorumluluğu bulunmaktadır. Devletin bizatihi kendisinin yaşam hakkını ihlal etmemesi gerektiği gibi vatandaşların yaşam haklarını koruyucu tedbirleri alması da bir yükümlülüktür.
Diyarbakır’da gerçekleşen eylemlerde uzun süren sokak çatışmalarına, işyerlerinin ve Hizbullah’a yakın kurum ve kuruluşlara yapılan saldırıları emniyet adeta izlemiş, olaylar bittikten sonra olay yerine intikal etmiştir. Geçmişte devletin PKK ve Hizbullah’ın çatışmasındaki rolü hatırlandığında söz konusu manzara ibret vericidir.
Kurum ve kuruluşları ile şahıslarına yönelen haksız saldırıları bertaraf etmek isteyen Hüdaparlıların da karşılık vermesi ile sadece Diyarbakır’da 12 kişi ölmüş 50’den fazla insan yaralanmış, çoğunluğu Hüdapar’a yakın onlarca işyeri, sivil toplum kuruluşu ve parti binası yakılmış ve tahrip edilmiştir.
Sokağa çıkma yasağı ilan edilmesi ile nispeten azalan olayların üçüncü gününde sivil toplum kuruluşları olarak Diyarbakır Valisi ve Bakan Mehdi EKER ile yaptığımız görüşmede emniyetin, güvenliği sağlamak konusunda yeterli hassasiyetle hareket etmediği ve hemen alınabilecek bir kısım tedbirlerle dahi bazı olayların önüne geçilebileceği tarafımızdan ifade edilmesine rağmen endişe ve tavsiyemiz doğrultusunda herhangi bir tedbir alınmamış ve aynı gün Hüdapar Diyarbakır İl Başkanlığı’na uzun namlulu silahlarla saldırı gerçekleşmiştir. Emniyet, meydana gelen olayları izlemekle yetinmiştir.
MAZLUMDER olarak öncelikle olaylar nedeniyle vefat edenlere Allah’tan rahmet, ailelerine başsağlığı ve sabır, yaralılara şifa diliyoruz. Olaylarda meşru savunma hali dışında şiddete başvuran, cana ve mala kasteden, kıyan kişileri şiddetle kınıyoruz. Öldürülenler ile ilgili adil, etkin ve hızlı bir soruşturmanın derhal yapılarak faillerin yargı önüne çıkarılmasını, vatandaşın güvenliğini sağlayamayan devletin, ölenlerin acılarını, insan onuruna yakışır bir şekilde tazmin etmesini talep ediyoruz.
Hiç şüphesiz Kobanî halkına yönelen İŞİD saldırıları gayrımeşru ve haksız olup saldırılar yüzbinlerce insanın en temel haklarını ihlal etmektedir ve bu saldırılar nedeniyle protesto eylemleri yapılabilir. Ancak yapılacak protesto eylemlerinin bir başka insan hak ve özgürlüğünü ihlal etmemesi, şiddete dönüşmemesi, toplumu kutuplaştırmayacak, ayrıştırmayacak bir çerçevede kalması ve protestoları yönetenlerin bu doğrultuda önlemleri alması protestoların hem etkililiği ve hem de meşruluğu açısından hayati önemdedir. Maalesef söz konusu protestolarda bu hususların göz ardı edildiği gözlenmiştir.
Son iki yılda çeşitli vesilelerle önemle vurguladığımız üzere Kürdistan’da yaşayan farklı ideoloji ve etnik gruplar sosyokültürel zenginliklerdir. Bu farklılıkların kendi varlıklarını inşa etme ve düşüncelerini yayma hakkı bakidir. Toplumun tüm kesimleri kendi fikirlerini ifade etme ve yayma, fikir ve ideolojileri çerçevesinde örgütlenme vb. haklara sahiptir. Ve bu minvalde şiddete bulaşmadığı sürece farklılıklar kendini bütün imkânlarla var edebilmeli ve ne kadar aykırı görünürse görünsün, herkes kendisine aykırı görünen tüm yapıların varlığına tahammül gösterebilmelidir. Farklı yapılar üzerindeki baskılar, yıldırma politikaları terk edilmelidir.
Yine bu minvalde toplumda meydana gelen en ufak gerginlikte Hüdapar camiası hedef olarak seçilmekten vazgeçilmeli her vesile ile bu camiaya yönelen haksız saldırılar geri dönülmez bir biçimde ve derhal son bulmalıdır.
Öte yandan, saldırıların ve ölümlerin meydana geliş şekli insan kanını donduran bir vehamettedir. Toplumda var olan şiddet potansiyeli, nefret ve cinnetin boyutu, farklı kesimler arasındaki diyalogsuzluğun ve tabana dönük doğru bilinçlendirmemenin herkesi nasıl bir şiddet sarmalı içine sürüklediğini göstermesi açısından ibret vericidir.
İnsan Hakları Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve Diyarbakır Barosu ile beraber olaylara ilişkin her türlü bilgi ve belgeye tarafımızdan ulaşılmaya çalışılarak sebep ve sonuçlar ile tespit ve kanaatlere ilişkin rapor hazırlığımız devam etmekte olup çalışmalar bittiğinde rapor kamuoyu ile paylaşılacak ve rapor doğrultusunda gerekli süreçlerin takipçisi olunacaktır.
Tüm bu vesilelerle birkaç gündür insan hakları alanında çalışan bir sivil toplum örgütü olarak yürüttüğümüz çabalara, sorumluluk sahibi herkesin her vesile ile destek vermesini, 90’lı yıllar nedeniyle yeterince acı çekmiş bu toplumun yeni acılara boğulmaması için her iki camianın yöneticilerinin, mensuplarının, kurumlarının ve medya organlarının şiddet dilinden uzaklaşarak kendi tabanlarına ve kamuoyuna barışı teşvik ve telkin etmesini talep ediyor ve diliyoruz. (14.10.2014).
Mazlumder Diyarbekir Şubesi