Ülkemizdeki bu çürümenin, “iktidar olmak” veya “muhalefet olmak”la bir ilgisi yok! Bu, toplumun tüm katmanlarını, bütün bir cemiyeti esir alan toplumsal bir çürüme. Bu, Kutsal Kitaplar’da anlatılan, geçmişteki bazı kavimlerin topyekûn helakına sebep olan türden bir çürüme.
Zorlu ve sancılı bir süreçten geçiyoruz.
Yıllardır süregelen siyasal çürümüşlük, manipüle edilmiş toplum katmanlarının kutuplaştırılması ve “hak ve adalet mücadelesi” dediğimiz olgunun basit bir “kör dövüşü”ne dönüştürülmüş olmasının üzerine birkaç aydır küresel bir pandemi olan virüs salgını da eklendi.
Söylenen pekçok şeyin artık bir anlamı kalmıyor. Daha acısı, insanî ve içtimaî tekamül ile ilgili pekçok değerin artık bir hükmü kalmıyor.
Bir ülkede verilen “hak ve adalet mücadelesi” bizzat o hakları gaspeden erk kadar kirliyse, şaibeliyse, bir ülkede muhalefet iktidarın sadece “iktidar olmamış hali” ise, o ülkede sorumluluk sahibi erdemli insanların yapabilecekleri en hayırlı iş “susmak” olacaktır, belki de. İktidarıyla muhalefetiyle tüm hücrelerine kadar virüse kapılmış gibi çürümüşlük yaşayan bir toplumda, bu çürümüşlükten beri olmak için yapılacak en doğru iş galiba siyasetten mümkün mertebe uzak durmaktır. Hz. İmam Ali (as)’nin dediği gibi: “Fitne zamanlarında, ne binilecek sırtı ne de sağılacak sütü olan iki yaşındaki deve yavrusu gibi ol.” (Nehc’ul- Belâğâ, Hikmetli Sözler, 1. Söz)
Ülkemizdeki bu çürümenin, “iktidar olmak” veya “muhalefet olmak”la bir ilgisi yok! Bu, toplumun tüm katmanlarını, bütün bir cemiyeti esir alan toplumsal bir çürüme. Bu, Kutsal Kitaplar’da anlatılan, geçmişteki bazı kavimlerin topyekûn helakına sebep olan türden bir çürüme.
Türkiye toplumu, “erdem”i kaybetti. “Erdem” denen hasleti yitirdi. Bu melekeyi kaybeden bir toplum, zaten helak olmuş demektir.
Eskiden “sözün hükmü kalmadı” diye yakınırdık. Fakat şimdi öyle bir duruma gelinmiş ki, “eylemin de hükmü kalmadı” artık. Çünkü “hak ve adalet mücadelesi” dediğimiz olgu basit bir “kör dövüşü”ne dönüştürülmüş durumda ve verilen “hak ve adalet mücadelesi” bizzat o hakları gaspeden erk kadar kirli, şaibeli.
Sanat, mârifet, edebiyat, kültür, erdem, yüksek insanî ahlâk, bilinç, bilgi, hakikat, bunların tamamen devredışı kaldığı bir ülke var. Toplumun ve toplum bireylerinin tüm davranışlarına, hareketlerine, gösterdikleri tepki ve reaksiyonlara siyasî partiler ve siyasetçiler yön veriyor.
Siyaset, her şeyden, bilim, tarih, arkeoloji, tıp, edebiyat, sanat, her şeyden ama her şeyden daha fazla ilgi çekiyor. Siyasetçilerin her konuştukları lafın, her söyledikleri sözün medyada ve haber sitelerinde “haber” yapıldığı başka bir ülke var mı dünyada, Türkiye’den başka? O siyasetçinin kendisi dahi iki gün sonra o laflarını hatırlamayacak iken, onlar haber sitelerinde – sözümona – “haber” olarak aylarca, yıllarca duracak.
Bu toplumda siyasetçilerin sahip olduğu itibarın onda birine bilim insanları, araştırmacılar, sanatçılar sahip değil. Böyle olduğu için, bilim insanları, araştırmacılar ve sanatçılar da “itibar kazanmak için” siyasete girmeye çalışıyor, siyasî partilere göz kırpıyor.
Aydınlar değil, amigolar saygı görüyor. Daha acısı, “aydın” diye bu amigolara deniyor! Televizyon ekrânlarına ilim sahipleri, erdemli çizgideki düşünürler, aydınlar değil, küfürbazlar ve mahalle kabadayıları çıkartılıyor, mikrofonlar onlara uzatılıyor.
Acı bir durum ama, böyle bir hengamede, herhangi bir alandaki “hak ve adalet mücadelesi” için en büyük tehlike (veya hata), o mücadelenin siyasî zeminde yürütülmesidir. Zirâ böyle bir ortamda, siyaset, o mücadeleyi otomatikman kirletir hatta baltalar.
Ortadoğu’nun en can yakıcı sorunu olan ve adına “Kürt Sorunu” denen meselenin “Türkiye parçası”nda, Kürtler’in gaspedilmiş hak ve özgürlükleri için yıllardır verilen mücadeleye rağmen bir gıdım dahi başarı ve somut kazanım elde edilmemiş olmasının temel sebebi de budur aslında, Kürt halkının hak ve taleplerinin hatta bizatihi “Kürtlük”ün aşırı derecede politize edilmiş olması, siyasallaştırılmasıdır. Sadece “Kürt” dendiğinde dahi Kürt olmayan çevrelerde akla bir kavim, millet veya etnik topluluk değil, siyasî bir unsur gelmektedir.
“Kürtlük”ün siyasallaştırılması hatta daha kötüsü ideolojikleştirilmesi, Kürtler’in bugün hiçbir siyasal statüye sahip olmamasının ana sebebidir. Türkiye’de 30 yıla varan bir geçmişi olan “Kürt partilerinin” geldikleri bugünkü nokta ve Irak Kürdistanı’nda son Referandum sürecinde ve sonrasında yaşananlar, bu söylediklerimizin en bariz kanıtları olarak canlı haliyle gözümüzün önünde duruyor.
* * *
Siyasî olmayan bir zeminde ve siyasetten tamamen uzak bir şekilde herhangi bir alanla ilgili “hak ve adalet mücadelesi” vermek mümkün müdür?
Mümkündür.
Bunun için gerekli olan iki şey; haklı olmanız ve verdiğiniz mücadelede samimî olmanızdır.
Adına “Kürt Sorunu” denen meselenin “Türkiye parçası”nda, sorun, hak ve özgürlükler bağlamında hususen iki parametre üzerine oturmaktadır:
1 – Kürtçe anadilde eğitim ve Kürtçe’nin 2. resmî dil olması
2 – Kürtçe yer isimlerinin iadesi
Tabiî her ikisinin de ve bunlar haricindeki diğer tüm farklı boyutlarının da adaletli ve hakkaniyetli bir çözüme kavuşması için, herşeyden önce “Kürt kimliğinin anayasal olarak tanınması” gerekmektedir.
“Anadilde eğitim”, Allah-û Teâlâ tarafından bahşedilmiş fıtrî, ilahî ve insanî bir haktır ve bu sağlanmadan, sorunun çözümüne yönelik başkaca hiçbir adımın atılması mümkün değildir.
İçinde “Kürtçe anadilde eğitim”in bulunmadığı bir çözümü, bırakın Kürt millî bilincine sahip Kürt entelijansiyasını, dağda koyun otlatan Kürt çobana ve evinin önünde yayık sallayan köylü Kürt kadınına bile kabul ettirmeniz mümkün değildir.
“Anadilde eğitim” için söylediklerim, aynı şekilde “Coğrafî yer isimlerinin iadesi” konusunda da geçerlidir.
Zirâ az önce de bahsettiğim üzere, “Kürtçe anadilde eğitim” ve “Kürtçe eski köy ve şehir isimlerinin iadesi”, evet bu ikisi, Türkiye’deki “Kürt Sorunu”nun iki ana parametresidir. Türkiye’deki “Kürt Sorunu” ile ilgili diğer tüm mevzûlar, bu iki ana mevzûdan sonra gelmektedirler.
– Dolayısıyla, BİR: Kürtçe, ilkokuldan başlayarak üniversite bitimine kadar “eğitim dili” olmalıdır.
Hem ilahî dînlerin hem de evrensel hukukun kabul ettiği tek çözüm yolu budur. Kürt milletinin bu talebi, dünya üzerindeki tüm dîn, hukuk, felsefe ve ideolojilere göre haklı olan bir taleptir. Kürt milletinin bu talebini haklı olarak görmeyen dünyadaki tek ideoloji, Türkiye’de egemen olan ırkçı ideolojidir. Kürt çocuklarına Kürtçe’yi “seçmeli dil” olarak öğretmek, Kürtler’e hakarettir. Çocuklar okullarda “seçmeli ders” olarak kendi anadillerini değil, başka bir dili öğrenirler. Dolayısıyla Kürtçe okullarda “seçmeli ders” olarak öğretilebilir, evet, fakat Kürt çocuklarına değil, anadilleri Türkçe olan Türk çocuklarına. Anadilleri Kürtçe olanların çocukları zaten ilkokul çağına kadar sadece Kürtçe konuşmakta, hiç Türkçe bilmemekte ve Türkçe’yi ilkokulda öğrenmektedirler. Devlet istiyorsa ve uygun görüyorsa, Türkçe’yi haftada iki saat “seçmeli ders” yaparak Kürt çocuklarına öğretebilir. Bunda hiçbir sıkıntı yoktur. Fakat Kürtçe’yi haftada iki saat “seçmeli ders” yaparak Türk çocuklarına öğretmelidir.
– Ve İKİ: Asimilasyon politikaları sonucu isimleri zorla değiştirilip uyduruk Türkçe isimler verilen yerleşim birimlerinin, köy ve şehirlerin Kürtçe gerçek isimlerinin tamamı iade edilmelidir. Hem de hemen!..
Yaşadığımız ülkede yüz yıla yakın zamandır egemen olan şoven siyasa, bu topraklara ve üzerinde yaşayan insanlara öyle bir utanç bıraktı ki, bu, yalnız kendi yüzlerimizi kızartan değil, çocuklarımıza, torunlarımıza bırakacağımız, nesilden nesile sürecek olan bir utançtır.
Bu topraklarda Türkçe dışındaki hiçbir dile yaşam hakkı tanımayan ırkçı rejim, Kürtçe, Lazca, Gürcüce, Ermenice, Rumca, Çerkesçe ve Arapça olan tüm yer isimlerini haritadan silmiş, onlara uyduruk Türkçe isimler vermiştir. Bu ülkedeki tüm şehirler, tüm köyler Kürtçe, Lazca, Gürcüce, Ermenice, Rumca, Çerkesçe ve Arapça isimlerle kuruldukları ve halen dahi yerli halk tarafından bu isimleriyle anıldıkları halde, bunların tamamı resmîyetini kaybetmiş durumdadır.
Cumhuriyet tarihi boyunca 28 bin isim zorla değiştirilmiştir. Asimilasyon amaçlı olarak değiştirilmiştir. Bunların 12 bin 211 tanesi köy isimleridir. Ülkede ismi değiştirilmeyen nerdeyse bir dönümlük bir toprak parçasının bile kalmadığı, 12 bin 211’i köy ismi olmak üzere 28 bin ismin zorla değiştirildiği, haritadan silindiği, yok edildiği bu “asimilasyon politikası”, bu topraklar üzerinde yaşanan en büyük utançtır.
Bu utanç, aynı zamanda, hiç abartmasız, hak ve adalet mefkumundan uzaklaşmamış, vicdanı körelip kararmamış, erdem ve fazilet melekelerini yitirmemiş herkesin rahatlıkla kabul edeceği üzere, Kızılderili soykırımı ve Afrika’daki “insan ticareti”nden sonra, insanlık tarihinin en yüzkızartıcı 3. büyük suçudur. Tarihin en büyük 3. soykırımıdır.
Bunun insanlık tarihinde, dünya tarihinde ikinci bir örneği yoktur, olmamıştır.
Bu zûlme karşı çıkmak, köylerin ve şehirlerin gerçek isimlerini geri istemek için, illâ da belli bir kavme veya dünya görüşüne mensup olmak gerekmiyor. İnsan olmak yeterlidir.
* * *
Bu iki taleple ortaya çıkan ve tüm derdi de sadece bu iki şey olan yeni ve sivil bir harekete ivedi biçimde ihtiyaç vardır.
Bu sivil hareket, bir an önce kurulmalı ve çalışmalarına / mücadelesine başlamalıdır.
Bu hareketin adı “Kürt Dil Hareketi” (Kürtçe’si “Hereketa Zmanê Kurdî”) olmalıdır. Kısaltması da “HEZKUR” olmalıdır. Zirâ hareketin kısaltması olan “HEZKUR” bir kelime olarak düşünüldüğünde Kürtçe’de “Sevgi”, “Bir şeyi sevmek” gibi bir anlamı çağrıştırmaktadır. Bununla da anadilimizi sevdiğimizi ve onu korumak, yaşatmak için elimizden geleni yapacağımızı ifade etmiş oluyoruz.
“Kürt Dil Hareketi”, tıpkı “Bengal Dil Hareketi” (Bengalce’si “Bangla Bhaşa Andolun”) gibi bir hareket olmalıdır. Kendine “Bengal Dil Hareketi”ni örnek almalıdır.
1947 yılında kurulan Pakistan devletinin “tek tipçi” ve asimilasyoncu politikalarına karşı Bangladeş’te 1948’de kurulan “Bengal Dil Hareketi” adlı hareket, tarih yazan büyük bir devrime öncülük etmişti.
Pakistan devletinin Urduca dayatmasına karşı Bengaller sadece ve sadece birşey istiyorlardı: Bengalce anadilde eğitim.
Pakistan bunu kabul etmeyince Bengaller direndiler. 21 Şubat 1952 tarihinde başkent Dakka’da düzenlenen gösterilere Pakistan devleti şiddetle karşılık verdi ve ateşli silahlar kullandı. O gün tamamı öğrenci olan birkaç Bengal gösterici şehîd edildi.
Bengaller pes etmediler ve verdikleri onurlu mücadelenin kazanımlarını fazlasıyla aldılar.
21 Şubat gününün her yıl tüm dünyada “Dünya Anadil Günü” olarak kutlanması, bu olay sebebiyledir. 21 Şubat 1952 tarihinde anadilleri Bengalce’nin özgürlüğü için gösteri yaparken Pakistan devleti tarafından katledilen Bengal öğrencilerin bu onurlu hatırâsını yâd etmek amacıyla Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), bu katliâmın 47. yıldönümünde, 21 Şubat 1999 tarihinde aldığı bir kararla 21 Şubat gününü “Dünya Anadil Günü” ilân etti.
1999 yılından beri her 21 Şubat’ta tüm dünya genelinde baskı, yasak ve zûlüm altındaki diller için hak ve özgürlük talepleri dile getirilir. Bengaller anadilleri için mücadele edip bu uğurda hayatlarını fedâ ederken, yalnızca Bengalce’yi özgürlüğüne kavuşturmakla kalmadılar, aynı zamanda başta Kürtçe ve Lazca olmak üzere dünyada aynı kaderi yaşayan tüm anadillerin özgürlük mücadelesine de ilhâm kaynağı oldular.
Demek ki samimiyet varsa, verdiğiniz mücadelede samimi iseniz, başarıya ulaşmamanız için hiçbir neden yoktur. (Bengal Dil Hareketi ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Bir Yanım Su, Bir Yanım Ateş; Aç Bana Kucağını Bangladeş – 9, Sediyani Seyahatnamesi, cilt 8, bölüm 9, Bangladeş ve Rohingya gezisi, 6 Eylül 2013, http://www.sediyani.com/?p=10231)
Bu mücadele de aynı şekilde samimiyet duygusuyla yapılmalıdır.
“Kürt Dil Hareketi”, siyasî bir mücadele değildir, olmamalıdır. Bu, ülkenin içinden geçtiği ve geçeceği siyasî retorikten tamamen azade, kadim bir sorunu gündemine alan insanî ve fıtrî bir mücadeledir.
“Kürt Dil Hareketi”, sadece ve sadece şu iki talep için mücadele eden bir hareket olmalıdır:
1 – Kürtçe anadilde eğitim ve Kürtçe’nin 2. resmî dil olması
2 – Kürtçe yer isimlerinin iadesi
Bunun dışında üçüncü bir gündemi olmamalıdır. Hele hele siyasetten, siyasî partilerden, Türkiye’deki iktidar mücadelesinden tamamen beri olmalıdır.
Bu hareket, siyasî / ideolojik bir dil de kullanmamalıdır. Bu dil zaten Kürt halkına zarardan başka birşey vermiyor.
“Anadilde eğitim” ve “yer isimlerinin iadesi”, her türlü siyaset ve ideolojiden tamamen azade, insanî ve fıtrî bir haktır. Bu “öz”den sapılmazsa, bu hareket dünyadaki tüm toplumlardan ve herkesten destek görür. En azından saygı görür.
“Ben insanım” diyen herkes bu harekete destek verir. Fakat işin içine siyaset / ideoloji karıştırırsanız veya hareketin söylemlerini siyasî / ideolojik üslûp ve terminoloji ile kirletirseniz, en yakın komşunuzdan, akrabanızdan dahi destek bulamazsınız.
Kürtçe’yi ve Kürtçe yer isimlerini hakikaten kendine dert edinmiş, bunun acısını gerçekten yüreğinde hisseden her Kürt aydını, Kürt edebiyatçısı, Kürt tarihçisi, Kürt bilim insanı ve Kürt sanatçısı, bu harekete katılmalı, öncülük etmelidir.
Kürt ilim erbâbı içi boş ve gereksiz siyasî gündemle ömrünü harcayacağına, hem milletimize hem de kendilerine faydalı olacak olan bu tür çabalar içinde bulunmalıdırlar.
“Dil” kelimesi Türkçe’de “lisan”, Kürtçe’de “gönül” mânâsına gelir.
Demek ki dil mücadelesi gönülden yapılmalı ve ancak gönülden isterseniz dil mücadelesini başarıya ulaştırabilirsiniz.
9 HAZİRAN 2020