1971: Düşüncenin Zindana Sürülüşü
14 Mart 1971’de gerçekleşen askerî darbe, yalnızca siyasi yapıyı değil, düşüncenin ve eleştirel bilginin akışını da kesintiye uğrattı. Bu darbeyle birlikte, İsmail Beşikci üniversiteden alındı ve Diyarbakır Cezaevi’ne gönderildi. Fikirleriyle rejime meydan okuyan bu akademisyen, artık tel örgüler ve duvarlar arasında, düşüncelerinin hesabını vermeye zorlanıyordu.
Diyarbakır Cezaevi, Beşikci için yalnızca bir tutukluluk mekânı değil, aynı zamanda Kürd aydınlarıyla tanıştığı bir düşünsel buluşma alanıydı. Burada Musa Anter, Tarık Ziya Ekinci, Feqî Hüseyin Sağnıç gibi Kürt entelektüellerle ve pek çok genç Kürd ile karşılaştı. Ancak cezaevi ortamında gündem yalnızca mahpusluk değildi; temel mesele, yargı sürecinde verilecek savunmaların içeriği ve diliydi.
Beşikci, genç Kürtlere ve cezaevindeki aydınlara, “Mutlaka savunma yapmalısınız. Savunmalarınızı Kürtçe yapmalısınız,” diye seslendi. Ona göre bu, bir kimlik beyanı, bir siyasal duruştu. Ancak DDKO’nun genç üyeleri çekimserdi: “Bizim Kürtçemiz yetersiz; kendimizi gerektiği gibi ifade edemeyiz. Bu yüzden savunmamızı Türkçe yapacağız,” dediler. Bu yanıt karşısında Beşikci kırıldı; bir süre sessiz kaldı, gençlerle konuşmamayı tercih etti. Bu, sadece dilin değil, bir halkın ontolojik varoluşunun da tartışma alanına taşındığı bir andı.
Zamanla cezaevinde sıkça tekrar eden bir tartışma belirdi: “Kürdistan bir sömürge midir, değil midir?” Bu mesele yalnızca tutuklular, mahkûmlar arasında değil, Türkiye solunun çeşitli kesimleriyle de polemik konusu olmuştu. Oysa Beşikci için bu artık tartışmalı değil, apaçık bir hakikatti. On yılı aşkın bir süredir Kürdoloji alanında çalışan, Kürdistan’ı adım adım dolaşan, göçer aşiretlerle yaşayan, askerliğini bizzat bölgede yerine getiren biri olarak bu konuda netti. Cevabı kesindi:
“Kürdistan vardır ve Kürdistan bir sömürgedir.”
Bu, onun ilk teorik çıkışıydı; kişisel bir kanaat değil, bilimsel bir tespitti.
Bilimin Yalnızlığı: Beşikci ve Sömürge Gerçeğinin İzinde
1970’li yıllarda İsmail Beşikci’nin çalışmaları belirgin biçimde yoğunlaştı. Artık o, yalnızca bir akademisyen değil, bilimin hakikatle sınandığı bir çağda yürüyen bir düşünürdü. Bu dönemde, “Bilim Yönetimi” başlıklı bir kitap serisiyle yola çıkarak, Kürdistan’ın yapısal gerçekliğine dair teorik çerçevesini daha da genişletti. Resmî ideolojinin inkâr ve bastırma aygıtlarına karşı, bilimi bir direniş pratiğine dönüştürdü.
Bu çerçevede, ikinci ve aynı zamanda ilk kez sistemli biçimde kuramsallaştırdığı sömürge teorisini şöyle formüle etti:
“Kürdistan, devletlerarası bir sömürgedir.”
Bu tanım, klasik sömürge modellerinin çok ötesindeydi. Çünkü Beşikci’ye göre Kürdistan, yalnızca bir merkezî devletin boyunduruğu altına alınmamıştı; aynı zamanda bölgesel ve uluslararası güçlerin ortak tahakkümü altındaydı. Coğrafya parçalanmış, kimlik bölünmüş, dil bastırılmış ve ulusun kendi kaderini tayin hakkı sistematik olarak yok sayılmıştı.
İsmail Beşikci bu çalışmalarını sürdürdü; sömürge teorisini yeniden ele aldı, geliştirdi ve netleştirdi.
2000’li yıllarda, bu kuramın üçüncü ve daha radikal bir aşamasına ulaştı. Bu sefer şu tespiti yaptı:
“Kürdistan sömürge bile değildir. Çünkü sömürgelerin sınırı olur. Sömürgeleştirilmiş ülkelerin en azından tanımlanabilir bir coğrafyası vardır.”
Bu sözler, devletin inkâr politikasının ulaştığı derinliği ve Kürdistan üzerindeki kolonyal yapının belirsizliğini vurguluyordu. Beşikci’ye göre Kürdistan, sınırları görünmez kılınmış, varlığı reddedilmiş bir “iç sömürge”ydi.
Değerli okuyucular, bu kitabı dikkatle incelediğinizde yalnızca Kürdistan meselesini değil, kolonyalizmin örtülü biçimlerini ve devlet ideolojisinin bilinçlere nasıl sızdığını daha iyi kavrayabilirsiniz.
Kitapta ayrıca Beşikci’nin çalışmalarıyla birlikte, Avrupa’dan gelen bazı Kürdologlara ve oryantalistlere de yer verdim. Bu kişiler genellikle Kürdistan’a kısa ziyaretlerde bulunur, birkaç köyü gezer, birkaç fotoğraf çeker ve geri dönerlerdi. Onlar için Kürdistan, yalnızca bir saha çalışmasıydı; Kürdlerse, egzotik bir inceleme nesnesi. Bu araştırmacılar, Kürd halkının yaşadığı yapısal travmayı anlamaya çalışmaz; resmi sınırlar içinde güvenli ve steril bilgiler üretmekle yetinirlerdi.
Oysa Beşikci başka bir yoldan yürüdü. O, yalnızca Kürdistan’ın izini sürmedi; onun nabzını tuttu, sessiz çığlıklarını duydu, her satırını sahada, halkın içinde ter dökerek yazdı. Beşikci için bilim, konforlu salonlarda yapılan tartışmalar değil; hakikatin peşine düşmenin çetin bir yolculuğuydu.
Gece gündüz, rüyasında bile Kürdler ve Kürdistan üzerine düşünürken, onun mücadelesi yalnızca akademik değil, aynı zamanda ahlaki bir direnişti.
1971 yılına gelindiğinde, Beşikci’nin zihninde hâlâ Kemalist düşüncenin izleri vardı. Ancak Sıkıyönetim Mahkemelerinde yaşadıkları, bu düşünsel bağları bir bir çözdü. O mahkemelerde, Kemalizmin gerçekte neye hizmet ettiğini çıplak biçimde gördü. Bu deneyim, onun Kemalist tezlerle arasına kalın bir çizgi çekmesine neden oldu.
Beşikci artık yüksek sesle şunu söylüyordu:
“Kürdistan bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Kürdlerin devlet hakkı ve vatanları olan Kürdistan gasp edilmiştir.”
Bu sözlerle, yalnızca resmi anlatıya karşı çıkmadı; aynı zamanda Türkiye’nin kuruluş mitlerinin arkasındaki yapısal şiddeti deşifre etti. Onun bu eleştirileri, yalnızca bir siyasi görüş değil, tarihsel adalet arayışının ürünüydü.
Bu kitapta, Beşikci’nin düşünsel direnişini dünya düşünce tarihindeki figürlerle birlikte değerlendirdim: Sokrates’in meydan okuyuşu, Miguel Servet’in ateşle sınanışı, Giordano Bruno’nun gökyüzüne bakarak yakılışı, Sartre’ın varoluşta ısrarı, Voltaire’in özgürlük uğruna kaleme sarılışı, Emile Zola’nın “Suçluyorum” feryadı…
Beşikci de tıpkı onlar gibi, düşüncenin cezalandırıldığı bir çağda hakikati dile getirmekten geri durmadı. Türkiye mahkemelerinde, bir işgal rejiminin maskesini indirdi. Sessizliği bir isyan, suskunluğu bir duruştu.
Ve bugün, onun adı yalnızca yazdıklarıyla değil; geriye çekilmeyen, eğilmeyen ve teslim olmayan duruşuyla anılmaktadır.
İsmail Beşikci, bu duruşla İsmail Beşikci olmuştur.
İsmail Beşikci: Bir Yüzyılın Vicdanı ve Bilimsel Direnişi
Değerli arkadaşlar,
İsmail Beşikci, yalnızca bir akademisyen, yalnızca bir sosyolog değildir. O, birçok kuşağın düşünsel yöneliminde belirleyici olmuş, zihinsel sınırları aşındırmış, paradigmal kırılmaların öncüsü haline gelmiş bir isimdir. Benim kuşağımda, bizden sonra gelen kuşaklarda ve hâlen bugün yaşayan genç kuşaklar üzerinde bıraktığı etki, bir bilim ve ahlak insanının ötesinde, adeta bir düşünce inşacısı olmasından kaynaklanmaktadır.
Tanık olduğum sayısız olayda, çeşitli sınıf ve toplumsal kesimlerden Kürdlerin Beşikci’ye dönerek şöyle söylediklerine şahit oldum:
“Hocam, senin sayende Kürdistan’ı tanıdık, kimliğimizi tanıdık, resmî ideolojiyi tanıdık, Kemalizmi tanıdık.”
Bu sözler, sadece bir teşekkür değil; bir halkın bilinçlenme sürecinde Beşikci’nin üstlendiği rolün açık bir ifadesidir.
Gerçek şu ki, insanların “Kürd”, “Kürdçe” ve “Kürdistan” kelimelerini dahi yüksek sesle söylemekten çekindiği bir tarihsel iklimde, İsmail Beşikci, Türk mahkemelerinde, tek bir an bile tereddüt etmeden sistemin bütün ideolojik aygıtlarını mahkûm etmiş, onun kuramsal temellerini bilimsel eleştirilerle sarsmıştır. Bu duruş, cesaretin değil; hakikate duyulan ahlaki bağlılığın sonucudur.
Bu kitapta, İsmail Beşikci’nin yalnızca düşünce dünyasına değil; Kürd halkının kültürel ve bilimsel kurumlarını inşa etme sürecindeki katkılarına da geniş biçimde yer verdim. O, bu kurumların bir çoğunun kurucuları arasındadır. En son olarak birlikte İsmail Beşikci Vakfı’nı kurduk. Bu vakıf, yalnızca bir anma alanı değil; düşünsel mirasın gelecek kuşaklara aktarılması için kurulmuş Kürdoloji çalışan bir bilinç kurumudur.
Kitabın en temel bölümlerinden biri, Beşikci’nin düşünsel üretimi, sosyolojik yaklaşımı ve Kürd tarih bilincini inşa üzerinedir. Onun sosyolojisinin, yalnızca olgusal çözümlemeler değil; aynı zamanda bir halkın varoluşsal mücadelesine tanıklık eden bir epistemoloji olduğunu göreceksiniz.
Ayrıca kitapta, Beşikci’nin sosyolojisini Türk, Arap ve Fars sosyolojik yaklaşımlarıyla karşılaştırmalı biçimde ele aldım. Özellikle Başûrê Kurdistan’da okutulan Ali Werdi’nin sosyolojisiyle Beşikci’nin düşünsel çerçevesini karşılaştırdım. Ali Werdi’nin analizlerinde Kürdistan yoktur, Beşikci’nin sosyolojisi ise dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ı aynı anda tarihsel, yapısal ve siyasal bağlamda ele alır. Bu, yalnızca bir fark değil; bir yöntem, bir bilinç farkıdır.
Konuşmamı şu sözlerle tamamlamak isterim:
Bir yüzyıl boyunca devletsiz kaldık. Bugün içinde bulunduğumuz durum da, ne yazık ki bu devletsizliğin devamıdır. Bizler, bir asır boyunca nesilden nesle Kürdistan’ın acılarını taşıdık; sürgünleri, yıkımları, yakılan köyleri, dili yasaklanmış çocukları yaşadık. Bu yüz yıl boyunca sadece tarih yaşanmadı; aynı zamanda inkâr edilen bir halkın hafızası oluştu.
Günümüzde yaşananlara ışık tutması açısından Yazar Cesare Pavese’nin bir sözünü anımsatmak istiyorum ;
“Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız : Peki ya ölüleri ne yapacağız ? Neden öldüler ? … »
Ben de bugün size bu soruyu yeniden sormak istiyorum:
Eğer 52 yıl süren bir savaşın ardından köyler yakılmış, binlerce Kürd genci toprağa düşmüş, Kürd halkı sürgün edilmiş, demografik yapı değiştirilmiş ve tüm bunların sonunda tek bir kazanım dahi elde edilmemişse,
Peki biz ölülerimizi ne yapacağız? Neden öldüler ?
Ve en önemlisi:
Biz bu devletsizliğimizle ne yapacağız?
Bu sorular karşısında, İsmail Beşikci’nin fikriyatı bizlere bir yön, bir istikamet, bir ışık sunar diye düşünüyorum. Bu nedenle Beşikci’yi yalnızca okumak değil; içselleştirmek ve aktarmak zorundayız. Ulusal bilinçle çocuklarımızı ve torunlarımızı yetiştirmeliyiz. Geleceğimizi ancak bu bilinçle inşa edebiliriz. Aksi hâlde, iki yüz, üç yüz, dört yüz yıl boyunca aynı devletsizliği konuşmaya; aynı ölülerimizin acısıyla uyanmaya devam ederiz…
Dinlediğiniz için teşekkür ederim.