Değerli Arkadaşlar, Aziz Dostlar, Hoş Geldiniz,
Öncelikle sayın Roçîvan Yeşil’e ve bu anlamlı organizasyonun tüm emekçilerine en içten şükranlarımı sunmak isterim. İçtenlikle ifade etmeliyim ki, eğer Roçîvan Yeşil bu sürecin başat öznesi olmasaydı, böylesine kapsamlı bir konferansın hayata geçirilmesi mümkün olmazdı.
Konuşmamı Kürdçe gerçekleştireceğim. Yüreğimden geçen, kitabımı da anadilimde kaleme alabilmekti. Ne var ki, Kürdçeye olan hâkimiyetim henüz bu düzeyde değil. Bu noktada, konuyla doğrudan ilişkili bir anekdotu paylaşmak sanırım anlamlı olacaktır.
Cezayirli yazar Kateb Yacine, bir söyleşisinde şöyle der:
“Yüz yıl boyunca Fransız sömürgeciliği altında yaşadık. Bağımsızlığımızı kazandık, ülkemize kavuştuk. Ama tüm bu sürecin sonunda Fransa bizde sadece bir miras bıraktı: Fransızca. Fransızca yazdım; çünkü Fransızların anlamasını istedim: Ben Fransız değilim.”
Ben de kitabımı Türkçe yazdım. Çünkü Türklerin anlamasını istedim: Ben Türk değilim.
Ancak bugünden itibaren, olanaklarım elverdiğince Kürdçe de yazmaya gayret edeceğim. Ve halkıma da diyeceğim ki: İşte, aradan altmış yıl geçse de bir Kürd hâlâ anadilini öğrenmeye çalışıyor; görün ve tanıklık edin.
Sözlerimin başında, bu kitabı yazma gerekçemi sizlerle paylaşmak istiyorum. Neden "Çağımızın Sokrates’i İsmail Beşikci" başlığını seçtim? Samimiyetle ifade etmeliyim ki, Kürdlerin İsmail Beşikci’yi yeterince tanıdığına inanmıyorum. Neden mi? Konferanslarda, kitap fuarlarında, seminerlerde ya da yolculuklar sırasında Kürdlerin kendisine sıklıkla şöyle dediğine tanık oldum:
"Vallahi hocam, bizim için çok emek verdin. Sana borçluyuz, hakkın üzerimizde büyük."
Elbette bu sözler değerli. Ancak çoğunlukla Beşikci’ye duygusal ve vicdani bir minnetle yaklaşılıyor; akademik bir perspektifle değil. Oysa ben, Beşikci’nin düşünsel mirasını, sosyolojik yaklaşımını ve bilimsel literatürünü görünür kılmak amacıyla bu kitabı kaleme aldım. Çünkü Kürdlerin ona yalnızca bir ‘hakkı teslim’ duygusuyla değil, bilimsel ve eleştirel bir zihinle de yaklaşması gerekiyor.
Zira Beşikci, her zaman şunu söyler: Kürdlerin en çok bilime ihtiyacı vardır. Peki, Beşikci bize ne söylüyor? Neden kaleme aldığı elliyi aşkın kitabın merkezine hep Kürdleri ve Kürdistan’ı yerleştiriyor? Bizim de ona bakışımızı derinleştirmemiz, sorularımızı çoğaltmamız ve düşünsel irtibatımızı daha yüksek bir düzeye taşımamız gerekiyor.
1999 sonrasında İsmail Beşikci, Abdullah Öcalan’ın siyasi tutumuna yönelik eleştirilerde bulunduğu için, PKK çevresinde bir tür dışlanma sürecine maruz kaldı. Bu çevreler, Beşikci’yi kamusal görünürlükten uzaklaştırmaya, onu fikir dünyasından tecrit etmeye çalıştılar. Kürd gençliğinin onun eserlerine ulaşmasını engellemek amacıyla adeta bir fikir ambargosu uygulandı. Beşikci’ye karşı bir “sükût suikastı” —bir başka deyişle, bilinçli bir görmezden gelme stratejisi— devreye sokuldu. Kimi zaman doğrudan tehditler de yöneltildi.
Zamanla, özellikle İsmail Beşikci Vakfı’nın kuruluşunun ardından, bu çevreler söylem değiştirdi. Bu kez, “Beşikci iyi ama çevresi kötü; çevresi onu yanlış yönlendiriyor” gibi söylemlerle, Beşikci’nin düşünsel bütünlüğünü zayıflatmaya çalıştılar. Hatta bazı Kürd çevreleri tarafından “devletin adamı” ya da “Özel Harp Dairesi’nin unsuru” olmakla itham edildi.
Bu kitabı kaleme alma nedenlerimden biri de, vakıf içindeki tartışmalardır. Vakfın yönetim kadrosunda yer alan bazı arkadaşlarla yürüttüğümüz görüşmelerde, ciddi anlayış farklılıkları ortaya çıktı. İBV ‘ İsmail Beşikci’nin ismini, düşünsel mirasını ve bilimsel üretimini yaşatmak; aynı zamanda Kürdoloji alanında nitelikli çalışmalar yürütmek amacıyla kurulduğunu hatırlattığımda, şu türden sorularla karşılaştım:
“Sen hangi Beşikci’den bahsediyorsun? Kemalist Beşikci mi, Komal’cı Beşikci mi, PKK’li Beşikci mi, yoksa KDP’li Beşikci mi?”
Bir başka arkadaş, daha da ileri giderek şunu dile getirdi: “Beşikci artık bir siyaset adamına dönüştü. Sen siyasetçi Beşikci’den mi bahsediyorsun, yoksa bilim insanı Beşikci’den mi?” Ve ardından şu iddiayı ortaya attı: “Bilim insanı Beşikci’yi, siyasetçi Beşikci’den korumak gerekir.”
Bu soruları doğrudan İsmail Beşikci’ye yönelttim. Bana yalnızca bir cümleyle yanıt verdi:
“Bir tane Beşikci var, İbrahim.”
Yarım yüzyılı aşkın süredir hiçbir otoriteye boyun eğmeden, fikirlerinden en ufak bir taviz vermeksizin direnen bir düşünce adamının, başkaları tarafından yönlendirildiğini iddia etmek; onun entelektüel iradesini yok saymak ve kişiliğini budamak anlamına gelir. “Beşikci yönlendiriliyor” savı, esasen onu edilgenleştirme ve siyasal olarak itibarsızlaştırma çabasının bir parçasıdır.
Ona yönelik bu türden spekülasyonlar ve karalama kampanyaları yeni değil. 1960’lı ve 70’li yıllarda da Türk siyasal sistemi, onun güdümündeki medya organları, üniversiteler ve yargı mekanizmaları Beşikci’yi sistematik olarak yalnızlaştırmaya çalıştı. Bu dönemin çarpıcı örneklerinden biri, 1971 yılında Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yaşanır. 70 muhbirden biri olan İbrahim Erol Kozak, mahkeme duruşmalarında Beşikci aleyhine tanıklık yapar. Ardından Erzurum’a döner ve Beşikci’ye bir mektup yazar. Mektubunda şu ifadeler yer alır:
“Sen iyi bir insansın, bilgilisin, vatanseversin ama bazı etnik unsurlar seni yanlış yönlendiriyor. Seni uyarıyorum, yolun yanlış. Dön milletin için çalış, aksi takdirde sonsuza dek başın beladan kurtulmaz. Şimdi geri dönersen seni kurtarırız, ama dönmezsen artık elimizden bir şey gelmez.”
Bu mektup hem bir davet hem de açık bir tehdittir. Hem kazanmak isterler hem korkutmak.
Mektubun tamamını kitapta okuyabilirsiniz.
Başlangıçta, bu spekülasyonlara karşı yaklaşık otuz sayfalık bir makale kaleme almıştım. Ancak zamanla bu metin, bir kitabın omurgasını oluşturacak kadar derinleşti. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu kitabı ben değil, Kürd akademisyenlerin yazmasını bekliyordum. Çeşitli konferanslarda ve bilimsel ortamlarda bu düşüncemi defalarca dile getirdim. Fakat ne yazık ki Kürd akademisyenlerin önemli bir bölümü, ya ana akım Kürd hareketlerinin siyasal etkisinden kurtulamadıkları ya da konfor alanlarını terk etmeyi göze alamadıkları için sessiz kalmayı tercih etti. Bu nedenle, nihayetinde bu çalışmayı bizzat üstlenmek zorunda kaldım.
İsmail Beşikci ismini ilk kez 1974 yılında, üniversite öğrencisiyken duydum. Elime geçen ilk eserleri, teksir kâğıdına basılmış Mecburi İskân ve Cumhuriyet Halk Fırkası Program ve Tüzüğü adlı kitaplarıydı. O yıllarda bizler Marksist düşüncenin etkisi altındaydık. Ancak Beşikci’nin bu çalışmaları, Kemalist ideolojinin iç yüzünü sorgulamamı sağlayarak düşünsel dünyamda yeni bir ufuk açtı.
1989 yılında, Beşikci ile yüz yüze tanışma fırsatı buldum. O sırada Mezopotamya Kültür Merkezi’nin (NÇM) kuruluş hazırlıklarını yürütüyordum. Tanışmamız, Yeni Ülke gazetesinde gerçekleşti. Hatta kendisine NÇM'nin başkanlığını önerdim. Ancak Beşikci bu teklifi kabul etmedi; bu görevin bir Kürd tarafından üstlenilmesi gerektiğini söyledi. Daha sonra birlikte İstanbul Kürd Enstitüsü’nü kurduk. Beşikci, Kürt Enstitünün kurucu üyelerinden biriydi. Bu vesileyle uzun soluklu bir dostluğun ve yol arkadaşlığının temelleri atılmış oldu.
Değerli arkadaşlar,
Şimdi sizlere, İsmail Beşikci’nin Kürd halkına dair düşünsel tanıklığını aktarmak istiyorum. Beşikci, Kürdleri nasıl tanıdı? Kürdoloji çalışmalarına nasıl başladı? Gelin bu süreci birlikte takip edelim.
Beşikci üniversiteye devam ettiği yıllarda, resmî ideoloji dört temel sav üzerinde şekilleniyordu: Kürd yoktur, Kürdistan yoktur, Kürdçe yoktur; Kürdler Türk’tür ve Türklüklerinden memnundurlar. Bu anlayış sadece üniversite kürsülerinde değil, toplumun tüm damarlarına sinmiş bir biçimde mevcuttu. Televizyonlar, gazeteler, kitaplar bu söylemi sürekli yeniden üretiyor; akademisyenler ve subaylar, Türkleştirme tezlerini meşrulaştıran onlarca kitap kaleme alıyordu. Bu kitaplardan biri de Muşlu bir Kürd olan Mehmet Şerif Fırat’ın Varto Tarihi adlı çalışmasıydı. Bu kitap, o dönemde neredeyse tüm Türk üniversitelerinde, öğretim üyelerinin masalarının başköşesinde duruyordu. Kürdlerle ilgili bir soru sorulduğunda, hemen bu kitaba başvurulması tavsiye ediliyordu.
Beşikci bu kitabı gördüğünde, hem arkadaşlarına hem de hocalarına sorular yöneltti: “Bu kitap ne anlatıyor? Kürd meselesi nedir?” Cevap ise nettir: “Bu kitabı oku, her şeyi öğrenirsin.” Beşikci’nin zihninde o anda bir soru belirir: Acaba resmî ideoloji haklı mı, değil mi?
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisiydi. Bu fakülteden mezun olanlar vali, kaymakam, bakan, hatta başbakan oluyorlardı. Beşikci’nin arkadaşları arasında diplomat olanlar, müsteşşarlık, valilik, kaymakamlık yapanlar, bakanlık yapanlar, hatta MİT Başkanlığına kadar yükselenler vardı. Onun önünde iki yol vardı: Ya resmî ideolojiye boyun eğip bürokratik hiyerarşide yükselecekti ya da bilimsel hakikatin peşinden gidecekti. Beşikci ikincisini seçti. Bu, bedeli ağır ama onurlu bir yoldu: zulüm, sansür, hapis... Ama o bilim insanı olmayı tercih etti. Zihnini meşgul eden temel soru açıktı: Resmî ideoloji yalan mı söylüyor?
1960’ların ortasında, stajyer kaymakam yardımcısı olarak Keban’a gitti. Bir gün bir köyde sorun çıktığı haberi geldi. Kaymakam, Beşikci ve bir çaycı birlikte köye gittiler. Köylüler onları karşıladı. Kaymakam ile köylüler arasındaki konuşmalarda çaycı tercümanlık yapıyordu. Beşikci bu olguyu hemen fark etti: Köylüler Türkçe bilmiyor, Kürdçe konuşuyordu. Oysa üniversitede kendisine sürekli şu öğretilmişti: Kürd yoktur, herkes Türk’tür ve herkes Türk olmaktan memnundur.
Gözlemi ile üniversitedeki anlatı arasında uçurum vardı. Bu çelişki Beşikci’nin zihninde resmî ideolojinin doğruluğuna dair derin bir şüphe uyandırdı. Stajı sona erdiğinde, üniversiteye bir rapor sundu. Raporda şunları yazdı:
“Her yerde Kürd yok deniliyor, herkesin Türk olduğu söyleniyor. Ancak bu doğru değil. Kürdler var. Kaymakam ile köylüler arasında tercüman vardı. Kaymakam, köylüleri anlamıyordu. Kürdçe bilen biri çeviri yapıyordu. Ben Kürdleri gördüm. Kürdler var. Kürdçe var.”
Bu rapor hocalarının eline ulaştı. Onu odalarına çağırdılar ve şu uyarıyı yaptılar:
“Bu meseleyi fazla kurcalama. Kafana takma. Bu konudan uzak dur.”
Ama Beşikci gerçekliği artık çıplak biçimde görmüştü. Ona göre Kürdler vardı, Kürdçe vardı ve Türk resmî ideolojisi bu gerçeği sistematik biçimde inkâr ediyordu. Böylece Kürd meselesine dair eleştirel bilinci daha da keskinleşti. İşte tam da bu noktada, Kürdoloji yolculuğuna fiilen başladı. Gerçeği yazmak ve göstermek için yola çıktı.
Beşikci, üniversite öğrenimini tamamladıktan sonra askerlik için başvurur. O dönemin askeri düzenlemeleri arasında yer alan "becayiş" sistemi, askerlerin karşılıklı olarak görev yerlerini değiştirmelerine olanak tanımaktadır. Bu kapsamda Beşikci’nin tayini İstanbul’a çıkar; bir arkadaşının ise Bitlis’e. Ancak iki genç, kendi aralarında anlaşarak yer değiştirir: Beşikci Bitlis’in yolunu tutarken, arkadaşı İstanbul’a gider.
Bitlis’te görev yaptığı sırada, Beşikci’nin yolu sınır hattına düşer. O yıllarda Güney Kürdistan'da Mela Mustafa Barzani önderliğinde Baas rejimine karşı yürütülen sert ve köklü bir direnişin izleri tüm bölgeye yayılmaktadır. Beşikci’nin birliği sınırın sıfır noktasına yakın bir noktaya konuşlanır. Burada, Mela Mistefa Barzani’ye bağlı peşmergelerle İsmail Beşikci’nin birliğinden bir askerin arasında geçen kısa bir diyaloga tanıklık eder. Beşikci, karşılıklı konuşmaların seyrini dikkatle izler ve hayretle fark eder: Sınırın iki tarafındaki iki insan, birbirlerinin söylediklerini kolaylıkla anlamaktadır. Sınır çizgisi, haritalar üzerindeki siyasal bir kurgudan ibarettir; çünkü dil, halk ve kültür bu yapay ayrımın çok ötesinde bir ortaklık kurmaktadır.
İşte tam da bu an, Beşikci için bir kırılma noktası olur. Daha önce üniversite yıllarında ilk kez farkına vardığı bir hakikatin, şimdi çarpıcı bir netlikle karşısında durduğunu görür: Kürdler vardır. Kürdçe vardır. Oysa resmi ideoloji, Kürtçeyi yalnızca otuz beş kelimeyle sınırlı, çoğu da Türkçe, Arapça ya da Farsça kökenli bir jargon olarak tanımlamakta; bu şekilde Kürdlerin varlığını da inkâr etmektedir. Resmî söyleme göre dil yoksa, halk da yoktur. Ancak Arpaçay’dan gelen bir asker ile Güney Kürdistanlı peşmerge, aralarındaki 700 kilometrelik mesafeye rağmen birbirlerini rahatça anlayabilmektedir.
Bu gözlem, Beşikci’nin zihninde Kürt halkının tarihsel ve kültürel gerçekliğine dair güçlü bir kanaatin oluşmasına yol açar. Ancak dikkatini çeken bir başka gerçeklik daha vardır: Söz konusu sınırın her iki tarafında da aynı halk, aynı dili konuşarak yaşamını sürdürmektedir. Bu durum, Beşikci’nin zihninde Kürdistan coğrafyasının bölünmüşlüğüne dair eleştirel bir sorgulamayı tetikler ve Kürdistan’ın tarihsel bütünlüğü fikrini ilk kez derinlikli bir düşünce olarak doğurur.
Askerlik görevini tamamlamasının ardından, İsmail Beşikci akademik çalışmalarına kaldığı yerden devam etti. Atatürk Üniversitesi’nde asistan olarak göreve başladı ve bilimsel merakının peşinden giderek doktora yapmak istediğini belirtti. Üniversite yönetimine başvurarak, “Alikan Aşireti üzerine doktora çalışması yürütmek istiyorum,” dedi. Kurumsal direnç açıkça hissedilse de Beşikci’nin ısrarı ve kararlılığı bu engeli aşmasını sağladı. Böylece, akademik yolculuğunun en çetin fakat en anlamlı duraklarından birine adım attı.
Beşikci, saha araştırması için Alikan Aşireti’nin yaşam alanına gitti; yalnızca bir gözlemci olarak değil, aynı zamanda bir yaşam ortağı olarak onların arasında yer aldı. Onlarla birlikte göç etti, aynı sofrada oturdu, aynı ateşin etrafında ısındı. Yaklaşık iki yıl boyunca aşiretle iç içe yaşadı. Aşiret reisi çok az Türkçe biliyordu, Beşikci ise Kürtçe bilmiyordu ; buna rağmen aralarında sessiz bir anlayış dili doğdu — sözcüklerin ötesine geçen, deneyimle örülmüş bir iletişim kurdular.
Bu yoğun saha tecrübesi, Beşikci’nin doktora tezine hayat verdi: “Doğu’da Değişim ve Yapısal Sorunlar: Göçebe Alikan Aşireti”. Eserde, bölgenin sosyal ve ekonomik dönüşümü ile yapısal sorunlar derinlemesine analiz edildi. Tez tamamlandığında, yalnızca bir akademik çalışma olmanın ötesine geçti; kitap olarak yayımlandı ve Türkiye’nin sosyolojik literatüründe sarsıcı bir yer edindi. Çünkü Beşikci, Kürd toplumunu resmi ideolojinin dar kalıplarının ötesinde, kendi gerçekliği içinde ele aldı. Eser yasaklarla karşılaştı, eleştirildi, görmezden gelinmeye çalışıldı; fakat Beşikci, dönemin susturulan hakikatini cesurca dile getirmişti.
Bu süreçte, Doğan Avcıoğlu “Türkiye’nin Düzeni” adlı kitabını yayımladı. Bu eser, devletin resmi söylemiyle şekillenmişti. Beşikci ise bu bakışa bir karşı tez olarak **“Doğu Anadolu’nun Düzeni”**ni kaleme aldı. Bu kitabın hazırlık süreci, bir entelektüel masa başı uğraşı değildi. Beşikci, köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir, adım adım Kürdistan’ı dolaştı. 1969’da yayımlanan bu eser, Kürdistan’ın toplumsal yapısını bütün katmanlarıyla gözler önüne seren çok önemli bir sosyolojik incelemeydi. Feodal ilişkiler, aşiret yapısı ve ekonomik gerçeklik bilimsel bir titizlikle değerlendirildi.
Ardından, “Yedi Sınır İlçesi” başlıklı bir başka saha araştırması gerçekleştirdi. Bu kez halkla doğrudan söyleşiler yaptı, anketler düzenledi. Soruları yalın ama etkiliydi: “Erivan Radyosu’nu dinliyor musunuz?”, “Şeyh Said’i tanıyor musunuz?” Bu araştırmalar, Beşikci’nin düşünsel evreninde yeni kapılar araladı. Onun birçok çalışması, bu dönemin derin gözlemleriyle olgunlaştı.
Aynı yıllarda Türkiye’nin doğusunda, halkın taleplerini dile getirdiği “Doğu Mitingleri” düzenleniyordu. Beşikci bu mitinglere katıldı; yaşananları sadece izlemekle yetinmedi, düşünsel bir süzgeçten geçirerek “Doğu Mitingleri” adlı eserinde belgeledi. Artık Kürt halkı, Beşikci’nin zihninde soyut bir kavram değil, somut bir tarihsel ve toplumsal gerçeklikti. Onun gözünde yüz binlerce Kürd ve bir Kürdistan artık sadece sosyolojik bir olgu değil, bilimsel bir hakikatti.
Devam edecek...
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.