Evet... Nerede kalmıştık.
Devam edelim yazılarımıza. En son 23 Haziran 2020'deki yazımızda, sözü imansız peynirde bırakmış idik.
Tahmin ediyorum ki "imansız" kelimesi mütedeyyin ve fazlasıyla kelime ve kavramlara hassas olan bazı dostlarımızı rahatsız edecektir.
Ancak gayemiz kimseyi rahatsız etmek değil, bilakis onları bazı şeylerden haberdar etmektir.
Aslına imansız peynir, yağsız peynir demektir. Yani yağı alınmış sütün peyniridir ki bu peynir evlerde kullanılmazdı. Yenilmezdi.
Bu çeşit peynir, yaz aylarında, sütün en yağlı olduğu haziran, temmuz ve ağustos aylarında yaylada yapılırdı.
Eskiden peynir tutma dönemi olan nisan-mayıs aylarından sonra, yağ tutma dönemi başlardı. Evin bütün sütü yoğurt olarak mayalanır ve sabahın ilk saatlerinde o kazanın üzerindeki kaymak tabakası alınır ve kahvaltıda sunulurdu.
Süt ayrıştırma makinesi icat edilmeden önce her evin yeterince kaymağı olurdu. Zira tereyağı üretilecek ise önce yoğurt yapılırdı ve bu yoğurt Kürtçe adı "meşk" olan dana, inek veya öküz postundan üretilen büyük bir tulukta saatlerce yayılırdı.
Şimdilerde bu Tuluk'a Türkçe'de "yayık" diyorlar. Kürtçe ise "meşk" ve yaymasına "meşk kiyan" denilirdi. Ama biz yayma işine geçmeden önce tereyağı yoğurdunu görelim bakalım ne oluyordu.
Bereketin, bolluğun olduğu zamanlardı. Zira tereyağı olacak olan sütün yoğurdunun kaymağı bol, bir parmak kalınlığında nefaseti lezizeden bir kahvaltılıktı.
Elbette yazın ortasında bal veya reçel olmadığından tandır veya saç ekmeğinin üzerine bırakılan kalın ve yaygın bir parça kaymağın üzerine azıcık toz şeker serpilir ve dürüm haline getirilirdi.
Dürüme "balole" derdik biz, işte o baloleden alınan ilk kallavi lokma insanın ağzına girip ısırılınca kaymağın hafif ekşimsi yoğurt tadı, kaymağın üst kısımlarındaki saf tereyağı kokusu ve aroması şeker tozunun zerrecikleri ile birleşir, insanın ağzında tarifi imkansız bir lezzet ile insanı sarhoş ederdi.
Bu ilk lokmayı ağzına alıp zevkten gözlerini yummayan insan olmazdı.
Elbette yediğin gıdayı, nerede yediğin de önemlidir. Zira mekan ve mekanın ortamı da insanın yemeğinden zevk almasını sağlar.
Tarihin eski zamanlarından modern zamana kadar hayvancılıkla uğraşan her toplum tereyağı üretimini bu şekilde yaparken biri Süt Kreması Ayrıştırma makinesini üretti. Vay üretmez olaydı.
Bu makine yaylalarımıza girdikten sonra artık bol keseden kaymak olmadığı gibi, yayık ayranı bile bulunmaz bir nimet oldu.
Zira bu makinelerin üzerinde büyükçe bir kazan olurdu. Koyunlardan sağılan taze süt bu kazana dökülürdü. Makinenin değirmen oluğu gibi olan haznesinden süt yavaş yavaş akardı.
Kenarındaki kol ahenkle çevrilir ve kazanın hemen altındaki olukların birinde tereyağına dönüşecek olan krema halindeki yoğun süt, diğer oluktan da sanki su katılmış ve inceltilmiş, son derece tatsız bir süt akardı.
Krema birkaç gün toplanır ve yayıkta yayılırdı. Böylece yoğurttan elde edilen tereyağı gibi lezzetli olmasa da, daha fazla tereyağı elde edilirdi.
Zaten herkesin "Makine icat oldu, evlerimizde bereket kalmadı" demesine rağmen, bu makinelerden vazgeçemeyişlerinin sebebi, bu makine ile daha fazla tereyağı elde edilmesindendi.
Ama o makineden elde edilen o sıvılaştırılmış, yani yağı alınmış sütün serencamı çok farklı olurdu. İşte o sütten elde edilen peynire "imansız peynir" denilirdi.
O süte de, o peynire de çok kötü bir muamele yapılırdı. Bazen "keşk" yapılması için kaynatılıp yoğurt haline getirilip, sonra iyice süzüldükten sonra "keşk" yani "kurut" yapılırdı.
Ama daha ziyade mayalanıp peynir haline getirilirdi ve "imansız" denilen bu peynire özellikle erkekler el bile sürmezdi.
Üç-dört günde bir yaylaya, çoğunlukla kırmızı bir Dodge pikap gelir ve bütün o peynirleri ucuz bir fiyatla alırdı. Evin erkeği, reisi o peynire dokunmadığı gibi parasına da dokunmazdı. O para kadının hakkıydı.
Daha sonra gelecek bir çerçi, etar veya libasfiroşa verilecek, karşılığında kuru üzüm, incir, inci boncuk veya bir basma ya da fistan alınırdı.
İşte imansız peynirin hikayesi kısaca budur. Ah çocukluğum, keşke sana dönebilseydim...
Bu hikayeleri anlattığım zamanlar, yayla zamanıydı. Yaylalar dağların zirveye yakın otlaklarında, çayır ve çimenliklerde kurulurdu.
Rengarenk yüzlerce çiçeğin yetiştiği, binlerce değişik ot ve bitkinin tomurcuklandığı, kelebeklerin, kuşların uçuştuğu o güzelim ortamlar hayatımıza hayat katardı.
Benim çocukluğumda ve gençliğimde, yani bundan 30 sene önce gördüğüm ve hatırlayabildiğim kadarı ile bütün toplumun yaşam şartları bugünkünden çok daha iyiydi.
Köy yaşamında bütün insanlar, kadın, çoluk çocuk dahil herkes çalışırdı.
6-7 yaşından itibaren çocuklar, hayvanlara bakar, yazın tezek, geven, kurumuş "heliz", "kivar" ve benzeri otların "kelkele" denilen sert ve kalın değnek gibi olanları toplar yaz ayları boyunca ocakta ve tandırda yakılırdı.
Kadınlar, hayvanlara bakmaktan, inek ve koyunları sağmaya; pancar toplamaktan, ev işlerine kadar gece gündüz çalışırlardı.
Evin erkeği; baba, gerek çocukları ve kardeşleri ile ilkbahardan kışa kadar ekin ekmekten biçmeğe, ot biçmekten toplamaya kadar bütün işi yaparlardı.
Onun için de insanların hali ve ahvali gerçekten de iyiydi.
Kendine ait ekenek ve biçeneği olmayan insanlar başkalarına yardım ederlerdi.
Köyün çobanı (şıvan), sığırtmacı (gavan), tırpankeşi (pale) otları bağ haline getireni (lasevan) bu insanlardan seçilirdi.
Herhangi bir köyde fakir bir insan varsa bütün köylüler ona yardım ederdi.
Düşünün 50 hanelik bir köyde diğerlerine göre kısmen fakir olan 10 aile bile olsa, diğer 40 aile bu ailelere yardım ederdi.
Her birine bir yün, üç kilo penir, iki kilo yağ, belki bir oğlak veya kuzu verildiğinde o ailelerinde durumu iyi oluyordu.
Mesela benim babam Sêvîn/Çaltıkuru Köyü'ne imam olarak atandığında biz gerçekten fakir idik.
O köylüler 4-5 yılda bize verdikleri koyun, keçi, yün, yağ, peynir vb. gibi şeylerle biz zengin olmuş ve Xenanis/Otluca Köyü'ne geldiğimizde aile durumumuz ortanın çok üstündeydi.
Bu kez babam, diğer köyde gördüğünü kendisi burada yaptı.
Bütün bunları niye anlatıyorum?
Şunun için; son 25-30 yıldır toplum olarak içinde debelendiğimiz fakirlik, büyük şehirlerin varoşlarına sığınan insanlarımızın içinde bulunduğu zorluklar, bizim kaderimiz değil.
Bütün olumsuz koşullar son 30 yılda oluştu. Bölgemizde başlayan anlamsız savaş, ülkemizi harabeye çevirdi. İnsanlarımızı fakirleştirdi.
Oysa Kürt toplumu kendi halinde eşraf bir topluluktur. İnsanlar aşiretler halinde yaşar, aşiret örfü, aşiret hukuku ve aşiret sistematiği bütün toplumu bir arada tuttuğu gibi, onları hem kendi içinde koruyup kollar hem de dışardan gelecek tehlikeye karşı korurdu.
Bugün bu ahlak ortadan kalktı. Yeni nesiller kendi doğal ortamlarının dışında yetiştikleri için, toplumsal hiyerarşi ve toplumsal örf, adet ve hukuk sistemini tanımıyorlar.
Bu tanımamazlık, onları toplumsal bütün kayıtlardan azade kılıyor; ama onları, sınırlarını bilmeyen, büyüğünü küçüğünü tanımayan, umutsuz, ufuksuz ve amaçsız bireyler haline getiriyor.
İşte bu hâl böyle devam ederse korkarım ki 2500 yıldır bu topraklarda yaşayan Kürt toplumu tamamı ile kaybolacaktır.
Peki neden?