Sivas bölgesinde bir Kızılbaş dede / Kaynak-Missionary Herald, 1910, yazar Y. Çakmak arşivi
Diğer yandan tüm bu hadiselerde devletin tavrı da etkili olur. Öyle ki misyonerlerin Kızılbaşlar ile temas geliştirmeleri devlet açısından zaten tehlike olarak görülen her iki topluluğa yönelik şüpheleri giderek attırmıştır.
Bir de misyonerler ile Ermeniler ve Ermeniler ile Kızılbaşlar arasında geliştiği iddia edilen ilişki iddiaları söz konusudur.
Bu da dönemin bürokratlarınca kaleme alınan layiha veya raporlarda, Ermeniler ile Kızılbaşlar arasındaki yakınlaşmanın diğer bir ifade ile farkın "soğan zarı kadar olduğu" gibi değerlendirmelerle ifade edilmesine vesile olacaktır.
Bir yanda misyonerler diğer tarafta da Ermenilerin Kızılbaşlarla ilişkili oldukları düşüncesi bilhassa II. Abdülhamid döneminde yüksek derecede bir tehlike olarak algılanıp, devletin siyaset geliştirilmesine vesile oldu.
Tabii, bu layihalarda bürokratların Abdülhamid'in korkularına oynayarak onun gözüne girme arayışlarının etkisi de göz ardı edilmemelidir.
Mesela dönemin Sivas ve Ankara valiliklerinde bulunan Mehmet Memduh Paşa buralardaki görev süresince, bilhassa Kızılbaşlar ile Ermeniler arasındaki yakınlaşmaya vurgu yaparak zamanın devlet siyaseti nazarında büyük bir problem olarak görülen Ermeni korkusu üzerinden bu dili çok kullanacaktır.
En sonunda da Abdülhamid'in güvenilir bir bürokratı sıfatıyla Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) olur. Benzer söyleminin nazır olduktan sonra da devam ettiğini görürüz.
- Devletin İslam birliği (Panislamizm) siyaseti ve Müslümanları bir çatı altında toplama anlayışı Kızılbaşlara da uzadı.
II. Abdülhamid vesveseli, şüpheci bir padişah. Bunda kendi kişisel tecrübeleri ve devletin yaşadığı toprak kayıplarının rolü büyüktür.
1881 yılında Mithat Paşa'yı tasfiye ederek tüm ipleri eline almasıyla, yeni bir yönetimsellik anlayışını oturtmaya başladı.
Bunun için de bilhassa İslam ümmetinin başı olarak halifeliği Avrupalı devletlere karşı bir koz olarak kullanmıştır.
Söz konusu siyasete de genelde panislamizm adı verilmektedir. Ama bu vurgu sanıldığı gibi sadece dışta değil, iç siyasette de etkili kılınmaya çalışıldı.
Yani elde kalan topraklardaki toplumun, daha doğrusu din ve mezhep statüsü üzerinden, henüz bir statü kazanmayanların tashih-i akaid adı verilen "inançların düzeltilmesi" siyasetiyle gerçek Müslümanlık olarak görülen Sünnileştirilmesi anlayışı.
Bunun içinde Nusayriler, Kızılbaşlar ve Şiiler kadar Müslüman olmayan Ezidiler ve İstavri adı verilen Kripto Hıristiyanlar da yer almıştır.
Hatta bizzat devletin arzu ettiğinin dışında, daha çok taşrada, inançlarının bozulduğu yahut yeteri kadar yerine getirmedikleri belirtilen bazı Sünnilerin inançlarının düzeltilmesine de yer verilir.
Ben çalışmamda elimden geldiğince tüm bu topluluklara yönelik devlet söyleminde adeta bir idyolekt (kendine özgü bir dil/söylem planlaması) haline gelen tashih-i akaid siyasetine eğildim.
Daha doğrusu esas konum olan II. Abdülhamid döneminde Kızılbaş-Alevi topluluklarına yönelik siyaseti anlamak için diğerlerine de bakıp, bir karşılaştırma yapmanın olanaklarına odaklandım.
Bu açıdan da yöntem olarak iki izlek üzerinden hareket ettiğimi söyleyebilirim. İlki, devletin II. Abdülhamid dönemine gelinceye değin Kızılbaş-Alevilere yönelik siyaseti iken; diğeri de bu dönemde onlara uygulanan siyaset ve söylemin diğer topluluklarla benzerlik ve farklılıklarının neler olduğuydu.
Buna göre devletin, eğitim kurumlarının açılmasından başlayıp, dini görevlilerin gönderilmesi ve camilerin yapılması gibi bir dizi aparat (araç/aygıt) vesilesiyle Abdülhamid döneminde tashih-i akaidi tüm bu topluluklara yönelik benzer bir siyaset ile uygulamaya çalışırken, bunun içinde bilhassa Kızılbaşlara dair geçmişten beri taşınan ön yargıların olumsuz bir vurguyla resmi söylem ve özellikle taşra bürokrasisinin anlayışında özel bir yerinin olduğunu görürüz.
Çünkü Kızılbaşlar, Osmanlı Devleti'nin en erken olarak yani 16. yüzyıldan itibaren muhalif ve muarızı olan bir topluluk.
Bu nedenle Abdülhamid dönemi söylemi de söz konusu topluluğa yönelik menfi bir bakış açısı taşımakla beraber yine de onlara yönelik şiddet dışı pratiklere özellikle önem verir ki bunun başını da tashih-i akaid siyaseti çeker.
Tabii, bu dönemde Kızılbaş-Alevilere yönelik kökleşmiş ön yargılarının meydana getirdiği feci hadiselerin olduğunu da unutmamak gerek.
Mesela Malatya Dumuklu'da yaşanan katliam, bunun bir örneğidir ki Osmanlı Devleti'nin tarihinde ilk kez üst düzey bir bürokrat olarak Anadolu Umum Müfettişi Şakir Paşa, bunun yerel yöneticiler ve Sünni halkın dahiliyetiyle (katılımıyla) Alevilere karşı işlenmiş bir "facia", katliam olduğunu itiraf eder.
Yani merkezin iradesinin hilafına devlet adına bir suç işlendiğini kabul eder.
- Dumuklu Hadisesi nedir?
1896 yılının Ocağının başında Malatya Akçadağ'ın Dumuklu Köyünde vergi toplamaya giden askerlere saldırıldığı iddiası ile başlayan bir hadisedir.
Merkezle yapılan yazışmalarda defaten Sünni halkın meseleye karıştırılmaması belirtilse de yerel yöneticiler bunun aksine hareket eder.
Gerçekleştirilen müdahale neticesinde de resmi rakamlara göre 118, yerel halkın yabancı konsolosluklara gerçekleştirdiği şikâyet yahut müracaatlara göre ise sayısı 800'e varan bir Alevi nüfusun öldürüldüğü dile getirilir.
İşte hemen sonrasında başlayan yargılama sürecine Ahmet Şakir Paşa da dâhil olur ve yerel yöneticilerin kabahatiyle Alevilere karşı "bir facia" işlendiğini kabul eder.
Ama onun çözüm önerisi Aleviler ile Sünniler arasındaki ihtilafın uzatılmaması için meselenin üzerinin kapatılmasıdır ki öyle de yapılır.
- Bu dönem Kızılbaş-Aleviler arasında ayrışmalar oldu mu?
Evet oldu. Mesela Dumuklu Hadisesi'ndeki toplumsal tabanın 19. yüzyılın ikinci yarısında etkinliğini hissettiren "Hakikatçiler" (Aleviler) ekolüne mensup olduklarını söyleyebilirim.
Bu ekol, bilhassa bu yıllardan itibaren Malatya, Sivas ve Maraş üçgeninde güçlenecektir.
Diğer yandan yukarıda da ifade ettiğim gibi Kızılbaşlar içinde Bektaşi Çelebilerinin çalışmalarının söz konusu olduğunu da görüyoruz.
Tabii, bir de Tokat merkezli, ilk kez bir kadının önderliğinde, mensubu oldukları Hubyar Ocağı'na eleştiriyle başlayıp sonu ayrışmaya varan Anşa Bacılılar Cemaati var. Bunlara çalışmamda ayrıntısıyla yer verdim.
Arzu edenler, buna ve daha fazlasına kitabımdan erişebilir.
- Kitabın adı neden "Sultanın Kızılbaşları". Bu başlık yüzyıllardır Osmanlıya muhalif olan Kızılbaşlar ile devlet arasında bir aidiyet bağı kuruyor gibi!
Bu kitap, benim doktora tezim. Özeti de şudur: II. Abdülhamid döneminde devletin geçmişe nazaran Kızılbaş-Alevilere karşı nasıl bir siyaset izlediğini ortaya koymak.
Abdülhamid dönemi merkezi devlet aklının gerçekten söz konusu topluluğa yönelik farklı bir siyaset uygulamakta ısrarcı olduğu iddiasını taşıyor.
Zira artık aktörler ve ilişkilerinin değiştiği bir dönemden bahsediyoruz. Yani Sultan, büyük korkuları arasında yer alan misyonerler ve Ermenilerin Kızılbaşlar ile yakınlaşmasından büyük endişe duydu.
Fakat önceki yüzyıllarda devletin Kızılbaşlara uyguladığı pratiklerin başını çeken çıplak şiddet yoluyla meselenin çözülemeyeceğinin de farkındaydı.
O yüzden her ne kadar inançları tasvip edilmese de artık Kızılbaş-Aleviler ile bir yakınlık kurulması, daha doğrusu tashih-i akaid siyasetiyle kuşatılmaları ve kazanılmaları düşünüldü.
Tabii bu, tamamen şiddet politikalarına başvurulmadığı anlamına gelmiyor. Dediğim gibi, şiddet ilk etapta arzu edilen bir şey değildi artık. Bu açıdan tezi kitaplaştırırken böyle ironik bir başlığın yerinde olduğunu düşündüm.
- Doğudaki Kızılbaşlar Hamidiye Alaylarına başvurdu mu? Bir de bu alayların Kızılbaşlara karşı tutumu ne oldu?
Söz konusu alayların başta Ermeni hareketliliğine karşı olmak üzere çeşitli saikler (güdüler) ile kurulduklarını biliyoruz.
Aynı şekilde alayların temelini teşkil eden Sünni Kürtlerin devlete sadakatlerinin sağlanması da hedeflendi.
Birçok Kürt aşireti alaylara kabul edilmek için başvurdu. Çünkü bu alayların getirdiği birçok avantaj söz konusu idi.
Ancak bunların hepsi kabul edilmedi. Başvurularda bilhassa civar ya da rakip aşiretin silahlanarak güçlenmesiyle diğer komşu aşiretlerin endişelerinin rolü tetikleyici bir unsur oldu.
Alaylara tamamen Sünni aşiretler kabul edildi. Bu da aslında devletin tercih ve sadakat kurallarının çerçevesini çizmekteydi.
O nedenle Dersim'deki Kızılbaş Kürt aşiretlerinin başvuruları reddedildi. Nedeni de Kızılbaşlara dair geçmişten beri duyulagelen korku ve endişelerdi.