Kürt Kızı Zeyneb’in; Tüm Kürdistan’ın Öyküsü

Hizmetçi Kürt Zeyneb’in Öyküsü, James Morier’in The Adventures of Haiji Baba of İsfahan (İsfahanlı Hacı Baba’nın Serüvenleri) adlı ünlü kitabından alınmıştır. Bu kitap ilk kez 1824 yılında Londra\'da yayınlanmış ve yazarına dünyaca ün kazandırmıştı.

15.04.2014, Sal - 13:38

Kürt Kızı Zeyneb’in; Tüm Kürdistan’ın Öyküsü
Haberi Paylaş
Hizmetçi Kürt Zeyneb’in Öyküsü, James Morier’in The Adventures of Haiji Baba of İsfahan (İsfahanlı Hacı Baba’nın Serüvenleri) adlı ünlü kitabından alınmıştır. Bu kitap ilk kez 1824 yılında Londra\'da yayınlanmış ve yazarına dünyaca ün kazandırmıştır. Daha sonraları yüzlerce baskı yapmış ve birçok dünya diline çevrilmiştir. Özellikle, İran üzerine araştırma yapanlar bu kitaptan bolca yararlanmışlardır. Kitabın bu konudaki önemine ilişkin olarak, ünlü Orientalist G. Curzon şunları söyler; “Bu halkların tarih ve karekterlerini aydınlatmak için kalın ciltlerle kitaplar yayınlanmıştır. Ama bir gün bütün bu zengin kaynaklar yanar da, sadece Morier’in Hacı Babası ve Malkolm’un Taslakları kalırsa, inanıyorum ki, gelecekteki gezginci ve diplomatlar veya araştırma yapan bilim adamları, bunlardan, o yanmış olan ciltlerden çok daha güvenilir ve doyurucu bilgiler elde edebilirler…”

Kitabın Hizmetçi Zeyneb’in Öyküsü kısmı okuyucuyu Kürtlerin korkunç dramı üzerine düşünmeye iter. Zeyneb ve Yezidi Aşiretinin öyküsü, genel olarak Kürt ulusu ve insanlarının genel trajedisinin bir iz düşümüdür.

Kitabın kahramanı Hacı Baba, Şah’ın doktorunun yanındadır. Hacı Baba orada kaldığında kendisine aşık olduğu kızın, “Koyun ve kuzuları dahil, bütün ailesiyle birlikte esir düşen bir Kürt reisinin kızı” olduğunu öğrenir.

“Esir düştüğünde henüz çocuk yaşta olan Zeynep, oradaki yaşamını “Hacı Baba’ya” uzun uzadıya anlattıktan sonra, kendisine vermiş olduğu sözü yerine getirerek çevrisini sunduğumuz yaşam öyküsünü anlatır.

Bu yaşam öyküsü bazı yönleriyle, özellikle Kürt Ezidileri’nin töre, adet ve inançları üzerine bazı tartışmalı noktaları içerse de, esas olarak Kürt koçer aşiretlerinin durumu, Osmanlı, Pers ve Araplar arasındaki siyasi konum ve ilişkileri ve özellikle de Kürt kadınlarının dramını mükkemel bir şekilde yansıtmaktadır.

Çeviren: Yaşar Abdülselamoğlu

Kürt Kızı Zeyneb’in Öyküsü

Ben, Kürdistan’da Okuş Ağa namıyla ün salmış bir aşiret reisinin kızıyım. Annemin kim olduğunu bilmem doğrusu. Kerund’daki gizli buluşmalardan birinin meyvası olduğumu duymuşum. Kürtlerde böylesi gizli işlerden fazla söz edilmediği için, hiç bir zaman, annemin kim olduğunu sorma cesaretini kendimde bulamadım. Doğumumla ilgili duymuş olduğum rivayetlerin de doğru olup olmadıklarını bilmiyorum. Bir gerçek varsa, o da bugüne kadar hiç bir kimseyi anne olarak tanımadığımdır. Bana aşiretin kadınları bakarlardı. İlk arkadaşım, aramızda bir insan gibi yaşayan küçük bir taydı. Babamın kaldığı çadırda doğmuştu. Safkan Arap atından gelme olduğu için ona aileden biri gözüyle bakılır, tüm kadınlardan önde tutulur, çadırın en sıcak yeri, ona ayrılırdı. Çok şahane bir harmanisi vardı. nereye gidersek gidelim her şeyden çok onunla ilgilenirdik. Kısrak öldüğünde bütün boy, bir insana ağlar gibi ona ağladı. Tayımız büyüdü ve babam ona binmeye başladı. O günden beri o Kürdistan’ın dillere destan bir şanıdır.

Bütün tanrılardan, bu tür hayvanları daha az sevmemizi dilerim! Böyle olmasaydı, ben bugün özgür bir kadın olacaktım. Zira, bizim aşireti kuşatan tüm bedbahtlıklar, sana biraz sonra anlatacağım gibi bir kısrakla alakalıdır.

Belki bilirsin, Kürtler başkalarına bağlı olduklarını kabul etmemelerine rağmen, bizim atalarımız (hatta belli bir müddet babam da) sürülerini, Türkiye’ye bağlı olan Kürdistan dağlarında otlatmış, oralarda çadır açmışlardı. Dolayısıyla, bir çeşit, Bağdat paşalığı hükümetine bağlıydılar. Paşa, savaşa girdiğinde sık sık bizim aşiretten süvari isterdi. Çünkü, Kürt süvarileri, bütün Asya’da en iyi savaşçılar olarak bilinir. Kuvvetli, cesur ve atılgan bir süvari olan babam, Paşa tarafından sevilen biriydi. Paşa, zor durumlarda sürekli ona başvururdu. Babam at üzerinde, müthiş bir heybete sahipti. Kefiyle yarı kapalı yüzü ürperti salardı. Bir kaç kişi öldürmüş olduğundan, kendisine atkuyruklu mızrak taşıma hakkı tanınmıştı. O, özelikle, zırhlı cenk elbiseleriyle heyecan vericiydi. Hiç bir zaman onun şu heybetli görünüşünü unutmam; Binlerce süvari arasında, altında kişneyen atı, parıldayan zırhlı cenk elbiseleri, miğferinde dalgalanan tavus kuşu tüyleri ve güneşe karşı ışıldayıp sönen mızrağıyla, Paşa’ya iştirak etmek üzere hazır haldeydi. İşte, bu askeri harekat, bizim yeni bir bahtsızlığımızın başlangıcı oldu. Vahabi Kabilesi, bağdat topraklarına girmiş ve hatta Bağdat’ı teslim almaya başlamıştı. Bunun üzerine, paşa Kürtlerden yardım istemenin zamanının artık gelmiş olduğuna karar verdi. Babam, O muazzam kudretiyle, Vahabbilere karşı hücuma geçerek şehre doğru ilerledi. Bir gece saldırısında, Vahabbilere komutanlık eden Arap Şeyhi’nin oğlunu öldürerek, silahı ve atını teslim aldı. Böylesi bir yağmanın değerini iyi bildiğinden derhal bize ne yapmamız gerektiğini buyurdu: türk paşasının attan haberdar olup, onu elinden almaya kalkmaması için hayvanı hemen bizim boya göndererek, çadır hareminde ehemmiyetle saklanması gerektiğini bildirdi. Ne yazık ki, aldığı tedbirler fayda etmedi. Çünkü, kahramanlığı ve tüm yaptıkları çok geçmeden herkes tarafından duyulmuş, her tarafa yayılmıştı. Ancak, Paşa, onun kadrini bildiğinden, bir müddet, atın fevkalede bir at olduğunu ileri sürme gereği görmemiş, mesele etmyor gibi davranmıştı. Fakat, savaşın sona ermesi; Vahabbilerin tekrar çöllerine geri itilmeleri ve Kürtlerin kendi dağlarına çekilmiş olmalarından sonra, bir şafak vakti, başlarında Mirahor olmak üzere, tümü de şahane atlarıyla ve iyi silahlanmış büyük bir insan gurubunun ziyareti bizi şaşırttı. Bizlere yaraşır bir şekilde, onları karşılamaya çıktık. Atlarını en yakın yaylalara sürüp, en güzel gür otlara saldılar. Atlılar büyük bir merasimle erkek çadırında ağırlandı. Kendilerine kahve ve tütün ikram edildi. Pilav yapmak için, pirinç dolusu kazanlar derhal ateş üzerine konuldu. İki kuzu kesildi, kadınlar lezzetine doyulmaz, enfes yemekler hazırladı. Bol bol kade pişirildi. Tek kelimeyle kendimize has olan misafirperverlik töremize sadık kalmak için her şey yapıldı.

Daha bize yaklaşmalarından çok önce farketmiş olduğumuz ziyaretçilerden babamı haberdar ettiğimizde, O, kendisinden istiyeceklerinin ne olduğunu derhal anlamış ve en büyük oğluna, atı hemen en yakın ovaya sürmesini ve kendisine ne yapması gerektiğini iletinceye kadar, orada kalmasını emretmişti.

Çadırlarımız dağdaki akarsuyun kıyısı boyunca, ardarda sıralanmıştı. Bu nedenle, hiç dikkat çekmeden, insanın ovaya doğru geçmesi kolaydı.

İyi tanıdığımız yüce dağlar, tehlikeli durumlarda bizlere hep arka çıkarlardı.

Ben her şeyi daha dünmüş gibi anımsıyorum. Çünkü biz kadınlar, erkeklerin toplandıkları çadırı, ancak tek gözün alabileceği bir delikten bakarak gözetliyorduk. Merak ve heyecan bizi, onların konuşmalarını dinlemeye ittiyordu. Mirahor, başka iki Türkle birlikte oturmuş, diğerleri ise, çadırın girişine yaslanmış vaziyette ayakta duruyorlardı. Babam da, daha uzakta, bağdaş kurmuş, elleri önde, kilimin üstünde oturmuştu. Görünüşü itibariyle, sakindi. Ama, aynı zamanda, herkesi keskin bakışlarıyla süzmekteydi.

“Hoş gelmişsiniz, sefalar getirmişsiniz!” diye karşılık verdi Mirahor’a, “görmeyeli, çok oldu”. Bu ve benzer selamlamaları tekrarlayıp tamamladıktan sonra sustular. Konuşmadıkları zaman da, çadırı karartıncaya dek, fasılasız tütün tüttürdüler.

“Paşa Efendimiz”, dedi Mirahor, “sana bol sağlık diliyor ve selam gönderiyor. Seni sever, sayar. Daima, kendisinin en iyi ve en eski dostlarından biri olduğunu söyler. Maşalah! Allah Korusun! Çok iyi bir insansın, bütün Kürtler çok iyi insanlardırlar, onların dostları bizim de dostlarımız, düşmanları da bizim düşmanımızdır”.

Ayakta durmuş ve ileri gelenlerinden biri olduğu belli olan ihtiyar bir Türk derin bir mırıldanmayla bu sözleri onaylıyordu. Babam omuzlarını hafifçe eğdi, ellerini dizlerine dayıyarak karşılık verdi:

“Ben Paşa’nın hizmetindeyim, sizin hizmetinizdeyim, beni mahçup ediyorsunuz. Gökyüzünün sayesinde, bizler Paşa’nın kanatları altında huzur içinde ekmeğimizi yiyoruz. Tanrı bol etsin!”.

Alışılmış sözlerden kısa bir ara sonra asıl konuşma başladı.

“Okuş ağa, bizler buraya geldik, (Mirahor konuşuyordu) Çünkü, Vahhabi kabilesi’nin adamları (sakalları yere batsın!) Paşamıza elçi göndermiş, Şeyh’in oğlu öldürüldüğünde binmiş olduğu atı geri istiyorlar. Kanlarının başlarına damladığını, Paşa’ya da oğlunun canının alınmasından başka, bunun diyetini hiç bir kurbanın ödeyemeyeceğine yemin etmiş olmalarına rağmen, atı geri almak suretiyle, her şeyi unutabileceklerini iletmişler. O atın bütün Arabistan’da en safkan soyağacına sahip olduğunu söylüyorlar. Muhammed Peygamber’in Medine’ye kaçışı sırasında binmiş olduğu atın soyundan gelme bir atmış. Onun bedelini karşılamak için yeter denilinceye kadar, Paşa kendilerine para yağdırmaya hazırdır. Bütün dünya biliyor ki, Şeyh’in oğlunu mağlup edip öldüren yiğit de, atını teslim alan da sensin. Efendim Bağdat’taki keramet sahipleri ve ileri gelenlere danıştıktan sonra, Vahabbi Kabilesi’nin buyurduklarını düşünmeyi kararlaştırdı. Zaten, sorun hükümete intikal etmiş olduğundan, atı istemem ve teslim almam için, beni gönderdi”.

“Allah, Allah!”, Paşa’nın, yediğim tuzu üzerine, canın, seni doğuran annen üzerine, yıldızlar ve gökyüzü üzerine yemin eder, ahd ederim ki, vahabbiler yalan söylüyorlar! Kaybetmiş oldukları at, bana düşen o lagar beygirle bir olur mu? Doğrusu, bir atlarını aldım, ama aldığım at, o kadar cılız bir attı ki, çarpışmalardan hemen sonra onu bir arab’a sattım. Eğer, isterseniz, size yular ve eyerini veririm, ama at bende değil”.

-Allah, Allah!”, diye haykırdı Mirahor, “galiba işler zorlaşacak. Okuş ağa, sen dürüst bir adamsın, ben de dürüstüm. Sakallarımıza gülme, bizleri çalmasız kafayla geri gönderme. Atı bize vermezsen, yüzümüz kara olur ve seninle Paşa arasındaki dostluk kapıları ebediyen kapanır. yemin et, hayvan nerdedir!”.

- “Dostum!”, diye karşılık verdi babam, “ne yemini edeyim, ne yapabilirim ki? At bende değil. Vahabbiler yalancıdırlar. Ben hakikatı söylüyorum”.

Daha sonra sesini kısarak Mirahor’a yanaştı ve ona uzun bir süre hareketli bir şekilde fısıldadı. Onu ikna ettiği belliydi, nihayet, herhal anlaştılar.

Daha sonra Mirahor yüksek sesle şöyle dedi:

- Eh, madem durum buyurduğun gibi, hayvan yanında değilse, Allah büyüktür, Tanrı korusun, insan kaderine karşı hiç yürür mü? Bağdat’a geri döneceğiz.

O ara babam kalktı, kadınların çadırına geçti. Bu sırada, misafirler, kendileri için hazırlanmakta olan yemekleri beklerken çubuklarını tüttürüyor, kahvelerini yudumluyorlardı. Babam, paralarını saklayan kadınlarından birine, çadırın bir köşesinde duran zengin at takımları, süslü eyerler ve başka değerli eşyaların arasında eski bezlere özenle sarılmış ve bir bohçayla bağlanmış altın torbasını çıkarmasını buyurdu. Yirmi düka altını çıkardı, bir mendile düğümle bağlayarak koynuna soktu. Artık yemeği sunmaları gerektiğini emrederek, misafirlerin yanına geçti. Akşam yemeği getirilinceye dek, hemen hemen hiç konuşulmadı. bahsettikleri şeyler hep at, köpek ve silah üzerineydi. Mirahor kuşağından gümüş kaplı uzun bir silah çekerek huzurda bulunanlara gösterdi. Bunun hakiki İngiliz yapımı bir silah olduğunu anlatıyordu. Başka biri yatağanını gösterdi; ucunun birinci kalite çelikten yapılma olduğunu belirtti. Babam da uzunca düz, iki uçlu bir kılıç gösterdi. Onu Arap Şeyhi’nin oğlundan, onu öldürürken aldığını söyledi.

Akşam yemeği, artık hazırdı. Bizler dörtköşe deri bir örtüyü Mirahor’un önüne serdik, yeni kızartılmış olan kalın ekmeklerden bol bol sofraya koyduk, sağ ellerini yıkamaları için su dağıttık. tahta bir honça üzerine, çorba dolusu derin bir çanak koyduk.

Daha sonra babam yüksek bir sesle “Bismillah!” çekti.

Mirahor, ona refekat eden on kişi, babam ve üç yardımcısından oluşan bütün cemaat sofraya oturdu, sağ omuzlarını öne doğru sarkarak tahta kaşıklarla çorbayı atıştırmaya başladılar. Çorbadan sonra kızartılmış kuzu geldi, hemen kapışıldı, herkes doyuncaya dek tıka basa yedi. Akşam yemeği herkesin elle yediği kocaman çanak pilavla sona erdi. Doyduktan sonra, her biri kalkıp; “Allah‘a şükür” ve Allah bereket versin” sözleriyle ellerini yıkadılar. Artıklar deri örtülere sarılıp çadırdan çıkarıldığı gibi babamın çobanları tarafından hemen kapışıldı.

Geceyi ovadaki bir köyde geçirmek istediklerinden, Mirahor kalkmak istediklerini belirtti. Mahiyetindekiler atları hazırlamaya gidince, babam ve Mirahor çadırda yalnız kaldılar.

Herşeyi yakından izlediğimden orada kalmaya, olup biteni izlemeye ve ne konuştuklarını dinlemeye karar verdim.

Babam şöyle dedi:

- İnancın olsun ki, sana sadece on düka altını verebilirim. Bizler çok fakiriz, daha fazlasını nereden bulayım? Buna Mirahor şu cevabı verdi: “Mümkün değil, şayet iki kat daha fazlasını almazsam, nelerin olacağını çok iyi biliyorsun. Paşa atı getirmediğimi anladığında, dönmemi ve seni esir alarak, bütün servetine el koymamı emredecektir. Aslında, atı vermediğin taktirde, bunu yapmaya şimdiden tam yetkiliyim. Ama, koşullarımı yerine getirirsen, sana dokunmam. Şartımsa, yirmi dükadır. İşte, böyle dostum, kararını ver”.

Babam koynundaki mendili çıkarttı. Tümünün som altın olduğuna kanaat getiren Mirahor’un avucuna yirmi dükayı saydı. Mirahor, çalması içindeki beyaz mendili çıkartıp paraları ona sararak, yeniden kafasındaki çalmaya yerleştirdi. Babama, “şimdi artık birlikte tuz yemişiz” dedi, “dostuz!” Paşa, sana karşı bir şeyler yapmaya kalkışırsa, müsaade etmeyeceğim. Ama senin de, ona armağanlar göndermen gerek, aksi taktirde seni mahvetmek için hiç bir engel tanımaz.

“Başem ustun!” diye karşılık verdi babam. Bütün Kürdistan’da meşhur olan harika bir tazım var, uçan kuşu bile yakalayabilir. İran Şahı’nın düşlerinde bile göremeyeceği bir yaratıktır o. Paşa için bu yetmez mi?

-Güzel, ama yetmez. Efendi’nin senden razı olmasının ne kadar mühim olduğunu düşün.

-Öyleyse, bak, sana ne diyeceğim?, diye karşılk verdi babam… “Şimdi aklıma geldi. Aydan daha güzel, dolgun, yetişkin, tombul bir kızım var. Ona dersin ki, Ezidi olmasına rağmen, Muhammed’in cennetindeki hurilerin dahi kıskanacağı bir güzeldir o. kızımı kendisine verir, akraba oluruz”.

Mirahor sevincinden alkışlamaya başladı: “Aferim, aferim! Son derece güzel bir şey, şahane! Teklifini kendisine ileteceğim ve kabul edeceğinden kuşkum yok, kabul edecek, hem seni dertlerden kurtaracak, hem de gelecekte koruyucun olacak. Hareminden onu etkilemiş olacaksın”.

Anlaştıkları belliydi. Kurban olacak bense, gelecek kaderimin ne olacağını düşünmek üzere bulunduğum yeri terkettim. başlangıçta, talihime çok ağladım. Ama, düşündükten sonra, şöyle dedim; “Oy, canım, benim! Paşa sevgilisi olacağım? Faytonlara bineceğim, şahane! Dağlardaki tüm diğer kızlar, beni nasıl da kıskanacaklar!”.

Biraz sonra çadırdan dışarıya baktığımızda, tazıyı da almayı unutmamış olan Mirahor ve mahiyetindekiler, bizim boyun üzerindeki tepeye doru tırmanıyorlar.

Babam, bu davetsiz misafirlerden böylesine kolay kurtulduğu için sevinçle şükrediyordu. Gözden kaybolmalarıyla, çobanlardan birini göndererek, dağdan atı getirmesi için oğlunu çağırmaya gönderdi. Atı, kadınların çadırında, emin bir yere koyduktan sonra, aşiretin tüm ileri gelenlerini çağırdı. Meydana gelen durumu anlattı. “Paşa’nın hükümranlığı altında bulunan toprakları derhal terketmezlerse, hepimizin yokedileceğini, en azından, öylesi vergi ve haraçlara bağlıyacaklar ki, bu durumun bizi dilenme seviyesine indireceğini” söyledi. Erkeklerin çadırında toplanmış olanlar yaklaşık on kişiydiler. Köşede, şeref yerini, aşiretin en ileri gelenlerinden biri olan babamın amcası alıyordu. Kar beyaz sakalı kuşağına kadar uzanan endamlı bir ihtiyardı O.

-Sen biliyorsun ki, diye konuşmaya devam etti babam. “Müslümanlar biz ezidilerden ne kadar nefret ederler. Şimdiye kadar, Paşa, dostum olduğunu söyleyerek iki yüzlü davranıyordu. Çünkü, ondan yana savaşıyordum. Çarpışmalarda bir aslan gibiydim. Düşmanlarının kanını içiyordum. Ama para üzerine düşkünlükte onu geçen yoktur. O babamın, dedemin, atalarımın ebediyen ateşte yanmalarının taraftarıdır. Para için herşeyi yapar. Kendisine karşı koyacak güçte değiliz. Koruyacak kadın ve çocuklarımız olmasaydı, inandığımız yüce kuvvet sayesinde, elimde mızrak, belimde kılıcım ve altımda kısrağımla bu yankesici eşkiyanın tüm haydut çeteleriyle çarpışmakta hiç tereddüt etmez, karşıma çıkacak olan o çerkez herife kim olduğunu gösterirdim! Ancak, olmaz, kadın ve çocuklarımızı tehlikeye atamayız. İşte, bu nedenle, derhal türklerin boyunduruğu altındaki toprakları terketmeyi ve bizi hoş karşılayabilecekleri, bize yer verebilecekleri İran’a göçmeyi öneriyorum”.

“Okuş Ağa!”, diye seslendi amcası. Bu sırada tümü ona kulak kesilmeye başladı. “Okuş Ağa, Sen, öz kardeşimin oğlusun, evladımsın. Sen aşiretimizin Reis’i, dayanağımız ve kanadımızsın. Sana, kısrağı paşaya ver, desem, beni Kürtlük ve Yezidiliğe layık olmayan bir korkak olarak düşüneceksin. Kaldı ki, onu bizden istemeseler bile, tedbirli olmak zorundayız. Çünkü, ben türk efendileri denilenleri çok iyi tanırım. Birilerine eziyet etmeleri için bir bahaneleri oldumuydu, karşılarında hiç bir şeyi dinlemezler. Bu konuda seninle hemfikirim. Burada kalamayız. İhtiyar olamama rağmen, daha küçüklükten beri sürü ve hayvanları bu dağlarda otlatmaya, güneşin şu karşı tepe üzerinden doğuşunu ve geniş yaylalarımız üzerinde yükselişini setretmeye tutkun olmama rağmen, artık daha fazla burada kalamayız, diyorum. Anlıyacağınız, atalarımızın yaşayıp öldükleri bu diyarlara ne kadar çok sevsek de, aşiretimizin, soyumuzun yokedilmesine seyirci kalamayız. Bunun için, yürek acısıyla diyorum, kalkın, bir an önce, buraları terkedelim. Geçiktiğimiz her an yaklaşan tehlikeye işarettir. İki gün çekmez, paşanın askerleri geri gelerek, tüm aşireti esir almak isteyeceklerdir. O zaman, yokoluruz. Yıkım, nasibimiz olur. Yürüyelim yavrularım! Tanrı yüce ve koruyucudur. Gün olur, belki, atalarımızın mera ve yaylalarına geri dönüp, yeniden yazlık yaylalarımızdan kışlaklara, kışlaklarımızdan yazlıklara, korkusuz ve acısız gidip gelebiliriz”.

O sözlerini bitirdiğinde, çok büyük bir iklim tecrübesi olan ve bizim dağlarla İran’daki dağlar arasındaki toprakları iyi tanıyan yaşlı bir çoban şöyle dedi:

- Gideceksek, hemen yola koyulmalıyız. Çünkü, bir günlük geçikme dahi, uğursuz olabilir. Dağ başlarındaki karlar erimeye başlamış, bir hafta sonra seller kabaracak, koyunları çaylardan, derelerden geçirmek mümkün olmaz. Üç gün sonra, güneş Boğa Burcu’na girecek, bu ise, tanrı izniyle, koyunlarımızın doğurmaya başlama zamanıdır. Bu nedenle, koyunların bu dönemden çok önce, yollarını bitirmiş ve dinlenmeye başlamış olmaları gerekir. Nereye doğru yol alacağımızı önceden kararlaştırmalıyız. İran’daki göçerler, öyle kolay kolay yaylalarını bizlere bırakmazlar. Hükümetten izin almadan oraya girersek, bizimkilerle onların çobanlarının birbirleriyle çatışmaya girmemeleri mümkün değil, bu durumda meydana gelecekleri bir tanrı bilir!

- Doğru diyor, diye seslendi babam ve çobana dönerek devam etti: “iyi dedin Reşo, iyi. Sen iyi bir yardımcısın. Yerinde nasihatlar verdin. İran’a nasıl yerleşeceğimizi düşünmeden önce, içimizden birinin, nereye yerleşmemiz gerektiğini belirlemesi için Prens’ten izin almak üzere, Kirmenşah’a gitmesi gerekir. Paşa’dan kurtulur kurtulmaz, bu işi ben yerine getireceğim ve diğer aşiretlerle çatışmaları önlemek için derhal yanınıza döneceğim.

Hazır bulunanların tümü gecikmeden yola çıkmamızı istemelerinden ötürü, babam derhal bütün sığırların toparlanması, öküz ve develerin yükletilmesi ve gündoğumundan bir saat sonra ilk geçite ulaşabilmemiz için, hepimizin geceyarısında yola çıkmaya hazır olmamız gerektiğini emretti. Artık tek endişemiz haline gelmiş olan kısrağa bizzat babam bindi. İlk karısı ise, çocukların yanında kervanla, onun arkasından yola düşecekti. kendilerini taşıyacak olan develer, boncuk, kırmızı kenevir ve püsküllerle süslenmişti.

Kadınlar kararı öğrendiklerinde, ağlayıp sızlanmaya başladılar. Bela, olduğundan daha tehlikeli görülüyordu. Çünkü, Paşa’nın askeri güçlerinin önümüze çıkıp saldırarak, kendilerini cariye olarak götürebileceklerini dahi akıllarından geçiriyorlardı.

“Bana gelince”, diye devam etti, Zeynep, “ben üzgündüm. Ama üzüntümün nedeni başkaydı. Babamla Mirahor arasındaki konuşmaları duyduktan sonra, Paşa karısı olmanın ne güzel bir şey olduğu dışında başka bir şey düşünemiyordum. Şimdiyse, bütün hayallerim kaybolmuştu. Zengin elbiseleriyle, geniş saray, altın kaplamalı iskemleler, ihitişamlar içinde yaşama yerine, tahmin ettiğim gibi, eski uğraşlarıma geri dönecektim; hayvanlara bakma, onları yükleme, boşaltma ve sütü mayalayıp yoğurt yapma…

Bütün boy hareketlenmişti. Gözün görebileceği her yer, dağ, taş; çobanların değişik yerlerden konak yerine sürmekte oldukları, sürü ve hayvanlarıyla kaynıyordu. Yüklenmek üzere çadırlar sökülmüştü. Herkesten daha çok çalışan kadınlar ortalıkta dolaşıyor, yol için kap-kacakları, ev eşyalarını hazırlaıyorlardı. Kilimler sarılmış, tulumlar doldurulmuş, yoğurt kapları toplanmış, katır, deve ve öküzlerin yükleri de hazırlanmıştı. Hayvanları toparladıktan sonra, develeri çember halinde çömelterek yükledik. Öküzleri de yükledikten sonra, çıngırak ve kalın keçe kilimlerle süslü katırları beşer ve sekizer olmak üzere birbirlerine bağladık.

İçlerinden birinin önden, diğerlerinin arkadan yürüdükleri çoban köpekleriyle çobanlar tarafından korunan koyun ve keçiler de birlikte yola düşmüşlerdi.

Gece yarısına doğru bütün boy hareket etmiş, ertesi gün şafak sökerken, artık eski evimizden uzaklarda, zigzaglı dağ patikalarındaydık. Gittiğimiz yeri, paşaya duyuracak herhangi biriyle karşılaşmamak için ulaşılması güç, korkunç patikalardan geçiyorduk. Bir kaç gün sonra, umduğumuzdan çok daha kolay ve herhangi bir engelle karşılaşmadan İran sınırına ulaştık. Yolculuk esnasında, babam aşiret ileri gelenlerinin kararına uygun olarak arkamızdan geliyordu. Şayet paşanın adamları bizlere ulaşır, durdurma girşiminde bulunurlarsa, tereddütsüz çarpışmak gerektiği kararını almışlardı. Ancak, bahtımız yaver gitti; geçtiğimiz topraklarda yaşayan Kürt aşiretlerinin çobanları dışında kimseyle karşılaşmadık.

Emin bir yere vardıktan sonra, babam, yardımını istemek ve Türkiye sınırına yakın yaylalardan birine yerleşme iznimizi almak için İran Şahı’nın oğullarından biri olan nüfuz sahibi Prens’in hükümet konağının bulunduğu Kirmenşah’a devam etti. Geri dönüşünü büyük bir endişeyle bekledik. Çünkü, Türkler gibi, İranlılar da bize saldırabilirlerdi. Ama her iki devletin de politikaları, göçebe Kürt aşiretlerini kendi topraklarına çekmekten yana olduğundan olacak ki, yakınlarına yerleştiğimiz İran idaresi bize karışmadı. Nihayet, babam, Prens’in subaylarından biriyle birlikte geri döndü. Bu subay bizler için, İran toprakları içlerinde bir yerde, yaklaşık on parsenglik bir toprak belirledi. Kışlık için, coşkun bir derenin yakınında bulunan dağlık bir yer. Yaz yaylaları içinse, üç gün uzaklıkta olan bir yerden yararlanabilecektik. Bize oranın, coşkun sular, gür otlarla kaplı ve Türk saldırılarına karşı korunaklı, yakın dağların en serin bir parçası olduğu söylendi.

Babam, Kirmenşah’ta iyi tanınan biriydi. Neden ve nasıl gelmiş olduğunu duyduğunda, Prens Onu canı gönülden karşılamış, kendisine büyük hürmet göstererek, hediyeler ve ihtiram elbiseleriyle uğurlamıştı. Orada kalış şartlarımız belirlenmişti. Prens, babama bizi savunacağını vaad etmişti! “Paşa’nın, senin ve aşiretinin üzerinde kendi milletinin bir malıymış gibi herhangi bir isteği olur da benden sizleri kabul etmememi isterse; canına okur, sakallarıyla alay ederim. Bu mübarek dünya herkes içindir. Bir kimse, bulunduğu yerde kendisini rahat hissetmiyorsa, kendisi için uygun gördüğü başka bir yere gider” demişti. Tek kelimeyle her şey halledilmiş, bizler önceki uğraş ve yaşamımıza yeniden başlamıştık.

İşler, Prens’in öngörmüş olduğu gibi çıkmıştı; Kirmenşah’a gelişimizden kısa bir müddet sonra, Paşa’nın bir subayı, bir mektupla gelerek, babamın ve bütün aşiretinin Türk Topraklarına geri gönderilmelerini resmen istemişti. Mektupta kaçış nedenlerimiz belirtiliyordu. Babam hırsızlıkla itham ediliyor, sözümona Paşa’nın malı olan değerli bir atı çalmakla suçlanıyordu. Hayvanın derhal geri verilmesi şart koşulmakta, bu yapılmadığı taktirde, İranlıların başlarının da belaya gireceği tehtidinde bulunulmaktaydı. Babam Prens’in yanına çağrılarak, mektubun içeriği konusunda bilgilendirilmişti.

Prens’in Onu çağırdığını duyduğumuzda, bizi korku saldı. Kısrağı almak ve babamı ezmek için mümkün olan herşeyi yapmaya karar vermiş oldukları belliydi. Bizim gibi zayıf ve yoksul bir aşiretin, o kadar kudretli bir paşanın rüşvet, entrika ve oyunlarına karşı koyabilmesi söz konusu olamazdı. Bunun dışında, kısrak gibi böylesi bir servete sahip olabilmek, İranlıların gözünde, kendi başına bir suç sayılcaktı. Onların da, hemen olmasa bile, daha uygun bir fırsatta, onu bizden almaya çalışacakları kesindi. Çok geçmeden, çoğumuzun Ezidi olduğu açığa çıkmıştı. Bu, Ali’nin her sadık halefinin nefret ve saldırlarını cezbetmek için yeterli bir sebepti. Kısrağı şimdilik bize bırakmış olsalar da, bir süre sonra iftiralar uydurarak, yerli halkı bize karşı şartlandırmaları ve peşimize düşürmeleri tamamıyla olanaklıydı.

Prens’in yanına gitmeden önce babam, kısrağın kendisinde olduğu gerçeğini inkar etmesi gerektiği durumlarda kısrağın emin yerlerde saklanmasını gizlice emretmişti. Fakat, geri dönüp geldiğinde, böylesi tedbirlerin gereksiz olduğunu açıkladı. Prens Onu gayet kibar karşılamış ve kendisini Paşa’nın isteğine uymayacağına inandırmıştı. Babama, kendisini topraklarında bulunduğu sürece, kısrağa sahip olacağını ve kendisinin hamiliğine güvenmesi gerektiğini söylemiş; “Rahat Ol, Okuş Ağa!” demiş Prens, “Varsın için rahat olsun. Bizim kanatlarımız altında kaldığın müddetçe huzur içinde uyuyabilirsin. Nasıl olur da, Paşa senin ve aşiretinin kendisine boyun eğmenizi istiyebilir? “Cihanın Merkezi” olan babamın sarayı, Şehinşah ve kapıları herkese açıktır. Hırkasının eteğine dokunan her yabancı onun hamiliğini kazanır. Sen bizim hamiliğimizi dilemişsin, sana yok desek gerçek müslüman olamayız. İşte bu nedenle, çadırlarına geri dön, keyfinle yaşa! Bırak paşayla biz uğraşalım!

Bu sözler bizleri çok sevindirdi. Babam başarıyı kutlamak için gelecekteki planlarımızı görüşmekte olan aşiret reisleri ve ileri gelenlerine ziyafet verdi.

Tümü başarılı kaçışımızdan dolayı kendilerini uçacak gibi hissediyorlardı. Bunlar arasında, sadece babamın amcası olan uzun sakallı ihtiyar sevinçli değildi. O çok İranlı tanıyordu. Gençliğinde Nadir Şah’ın yanında kalmıştı. Hiç bir şey onu, Prens’in vaatlerine ve güzel sözlerine inandıramazdı.

“Sen farsları tanımazsın”, dedi babama dönerek. daha sonra diğerlerine anlatmaya başladı. “Sizler farsları tanımazsınız. Hiç bir zaman onlarla, herhangi bir alış-verişiniz olmamış. İşte bunun için kibar sözler ve hoş vaatlerle aldatılmaya razı oluyorsunuz. Lakin, ben aralarında oldukça çok kalmışım, sözlerinin değerinin ne kadar olduğunu çok iyi bilirim. Onlar, bizim gibi açık olarak çarpışmazlar, saldırıları gizlidir. Kılıç ve mızrak yerine aldatma, yalan, hile ve ihaneti kullanırlar. Tam da en az umduğunuz bir anda bizlere nice tuzaklar kurmuş olduklarını göreceksiniz. Tam da güllerden minderler üzerine oturtuğumuzu sandığımız bir anda felaket ve dinmek bilmez acılar talihimiz olacak… Yalan onların büyük bir ulusal kusurudur. Her sözlerini yeminle doğrulamaya çalışmaları dikkatinizi çekmedi mi? Doğruyu konuşan bir adamın yemin nesine? Bir İranlı canı, başı üzerine, çocukları, Peygamberi, dedesi ve ataları üzerine; bir başkası, kıble, Şah, sakalları; bir üçüncüsü, ölümü üzerine yemin eder. Yeminlerinin onları bağlamış olduğuna kanmış olmayasınız! Bu imkansız, yalan attıkları her zaman, yemin ederler. Bizim hadisemize gelince, yoksa bizler, zaten başımıza bunca uğursuzluğu açmış olan bu kısrağa sessiz sedasız sahip olacağımıza, onların bu konuda bizi rahat bırakacaklarına mı güveneceğiz? Üstelik, farslar türklerden daha çok at düşkünüdürler. Bir arap kısrağı onlar için elmas ve yakuttan daha kıymetlidir. Şah böylesi bir kısrağa sahip olduğumuzu duyarsa, onu elimizden almak için derhal adam yollar. O zaman ne yapacağız? Tüm dünyayla savaşabilir miyiz? Hayır, evlatlarım, siz istediğiniz gibi düşünebilirsiniz, ama ben halimizin çok feci olduğu kanısındayım. Ve tümünüze, farslara inanmamayı öğütlerim”.

Gelişmeler, beyaz sakallının sözlerinin tümüyle doğru olduğunu gösterdi. Ve ardından, beni şu anda gördüğün buraya kaçırdılar.

Bir sabah daha şafak sökmeden bir saat önce, köpekler kudurmuşcasına havlamaya başladılar; köpeklerimizin, çevremize yanaştırmadıkları kurt sürülerine alışmış olduğumuzdan, başlangıçta, fazla aldırmadık. Sonunda, babam ve kardeşlerim kalkıp tüfeklerini alarak ne olduğunu görmeye gittiler. Henüz yirmi adım atmadan, bir atlıya, sonra iki ve daha sonra da diğerlerini farkediyorlardı. Çadırların kuşatılmış olduğu hemen anlaşıldı. Babam, anında alarm verdi, bütün boy bir anda ayağa kalktı. Atlılar babamın üstüne doğru gelmeye başladılar. Onu teslim almaya çalıştılar. Ama, o birincisini öldürdü, diğerlerini ise, yaraladı. Dumanlı ateş; saldırganların tümünün birden harekete geçmesi için bir işaretti. Kısa bir süre içinde, konak yerimiz, artık kuşatılmıştı. Asıl amaçlarının kısrak olduğu belliydi. Çünkü, ilkin kadınların çadırına saldırarak, yağmalayıp götürdüler.

Güneşin ışıklarından, bize saldıranların farslar olduğunu farkettik. Çok geçmeden de Yükek Ferman icabı bize karşı saldırıya geçmiş olduklarını anladık. Ne varki, babam, artık saldırganların komutanlarını öldürmüştü. Bu da bizleri esir almaları için yeterli gerekçeydi. Halimizi bir düşünmeye ve gözönüne getirmeye çalış; hiç bir zaman unutamayacağım korkunç ve acı bir tablo… Gözlerimin önünde babamı öldürdüler. Varımızı yokumuzu talan ettiler ve…

Zeynep, Mirze Ahmak’ın nasıl cariyesi olduğunu anlatmaya devam edecekti. Ama aniden kuvvetle kapıya vuruldu ve bizleri yarıda bıraktı. (…)

***

Kaynak: bitlisname.com

Nerina Azad
Bu haber toplam: 12058 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:12:30:44
Bu gönderiye hiç yorum yapılmamış! İlk yorum yapan kişi olmak ister misin?
Nerina Azad
x