Tahsin Sever: Tarih Nasıl Çarpıtılır?

Tarihi galipler yazar. Söz konusu olan Kürtler ise bu sözün doğruluğu tartışma götürmez. Bizim adımıza yazılmış tarihi yırtıp çöpe atmanın zamanı çoktan geçmiştir. Soykırımsız bir dünya isteniyorsa herkes dönüp kendisine bakmalı. Ermenistan’da 1991’de Laçin’de (Kızıl Kürdistan) 15 bin Kürdü soykırımdan geçirdiği gerçeği ile yüzleşmeli. Herkes şunu bilmeli Kürdistan’ı çöpe atmak ham hayaldir ve Kürdistan tarihi yeniden yazılacaktır.

25.04.2015, Cts - 08:55

Tahsin Sever: Tarih Nasıl Çarpıtılır?
Haberi Paylaş
Kürt-Ermeni İlişkilerinden Kürt Milli Mücadelesine

2015 yılı yeni tartışmalara gebe. Ermeni soykırımına dair tartışmalar şüphesiz öne çıkacaktır. Türkiye, “geçmişte ne olduysa oldu, gerisini tarihçilere bırakalım” nakaratını dilendirmeye devam ediyor. Geçmişle yüzleşme ufukta gözükmezken, geçmişe dair entrikaların ardı arkası kesilmiyor. Siyasal sorunlara bakışta olduğu gibi tarihsel olaylara bakışta da laburatuvar faaliyetleri kesintisiz devam ediyor. Tarihe dair mühendislik çalışmaları, aynı kozmik odanın ürünü olmasına rağmen, değişik patetlerde(sağ-sol-İslami) piyasaya sürülmektedir. Tarihi çarpıtma ve geçmişe dönük algı oluşturma çabaları, bütün şiddetiyle devam eden Kürt siyasal mücadelesinin dumura uğratma hesaplarına dayalıdır. Kürtlerin iki yüz yıllık emekleriyle vücuda getirdikleri tarihsel kazanımları, Kürt siyasetindeki “Truva atlarıyla” boşa çıkarma gayretleri yoğunlaşmaktadır. Sağdan ve soldan “Kürtlüğe” savaş açanlar, Osmanlı’dan devralınan kanlı mirasın yaftasını Kürtlerin boynuna geçirme gayreti içindeler. Bunun için “sahte aktörlerle” dilendirilen “özürler”, geçmişte yaşanan ve Kürt toplumunda da derin yaralar açan travmalarla yüzleşmek midir? Yoksa Almanya’ya kaçtıktan sonra, yaptığı konuşmada; “Ermenileri Kürtlerin öldürdüğünü” söyleyen Soykırım mimarlarından Talat Paşa’nın söylemine destek olmak mıdır? Kürt siyasetini yakından izleyenler, bunun neyin bedeli olarak yapıldığını bilirler. Bu durum sadece tarihi çarpıtma ile sınırlı olmayıp, Osmanlı’dan günümüze devam eden, Şeyh Übeydullah’ın oğlu Şeyh Mehmet Sıddık’ın Taşnak yöneticilerinden Mahlas’la 1903 yılında yaptığı görüşmede söylediği gibi “Osmanlı’ öldürür fakat suçlu daima Kürttür. Osmanlı baskı yapar, kabahatli olan yine Kürttür. Hiçbir fenalık ortada mevcut değildir ki bunu yapan Kürt olmasın…”[1]İnkârcı devlet aklının bir devamıdır.

1900’lü yılların başlarında dünya yeni bir paylaşım sürecinin arifesindedir. Bölgesel savaşlar en nihayetinde bir dünya savaşı ile noktalanmıştır. 1789 Fransız İhtilalı ile ulus-devlet yapılanmasının ideolojisi milliyetçilik somut bir olgu olarak tarihteki yerini almıştır. Bu minvalde oluşan yenidünya düzeni, yeni devletler yaratmakta, var olan güçler yeni siyasal ve toplusal olgular karşısında kendisini yeniden dizayn etmektedirler. Osmanlı Devleti, bu yeni sürece ayak uyduramayan devletler kategorisi içinde, küçülürken var olanı “koruma” içgüdüsü ile akıl dışı yöntemlere yönelmiştir. Bu akıl dışı yönelimlerin başında; İttihat-ı Terakki tarafından pratiğe geçirilen “Anadolu’nun Türkleştirilmesi” siyaseti olmuştur. Balkanlar’da uluslaşma hareketine karşı hayata geçirilen “gayri-nizami” harp pratiği ve buradan devşirilen kadrolar, “derin devletin” çekirdek kadrosunu oluştururken, İttihat-ı Terakki’nin öncülüğünde gayri-Müslimlerin imhası, Kürtlerin de kolu-kanadı kırılarak “yeni” Türk devletinin içinde eritilmesi planları devreye sokulur. Bu noktada altı çizilmesi gereken İttihat-ı Terakki örgütlenmesinin etki ve tahribatlarının hala devam ediyor olmasıdır. İttihat-ı Terakki, Teşkilat-ı Mahsusa ve Karakol Cemiyetleriyle zenginleştirilerek, katliamlar eşliğinde yaratılan istihbarat devleti, Osmanlı sisteminin özüne dokunmamış, yeni makyajla yoluna devam etmiştir. İttihat-ı Terakki, aynı zamanda Kemalist hareketin doğmasında ve iktidara gelmesinde en etkili güçtür.

Kürt siyasal hareketi, gerek 1915 Ermeni Soykırımı’nın değerlendirmesinde ve gerekse 1919 sonrası meydana gelen olaylara (Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı, Kürt ayaklanma ve direnmeleri) bakışında resmi devlet ideolojinin çerçevesini aşamamıştır. Bundandır ki gerek Ermeni-Kürt ilişkileri ve gerekse Kemalist harekete karşı Kürtlerin takındığı tutumu, doğru bir siyasal analize oturtmak mümkün olmamıştır. Kendi tarihleri konusunda bu kadar çoraklaşan ve “sipariş tezler” etrafında debelenen yazar-çizerlerin, Ermeni Sorununa bakışta sağlıklı tezler üretmesi mümkün müdür? Bu nedenle iç içe giren bu iki tarihsel olayı beraber ele almak, bizleri daha sağlıklı sonuçlara götürecektir.

Ermeni Soykırımı’nda “Kürtlerin rolü” diye başlık açmaya çalışmak, niyet ne olursa olsun devletin gayri-resmi tezinin savunuculuğunu yapmaktır. Soykırımın mimarlarından Talat Paşa, Ermeni uzmanı Mordtmann ile yaptığı görüşmede; “Mesele bütün Ermenilerin imha edilmesidir”[2] diyebilmektedir. Ha keza Enver Paşa, Başöğretmen Martin Niepage, “Enver Paşa, papanın Konstantinnopel’deki temsilcisi Monsenyör Dolçi’nin yüzüne karşı ‘Bir Ermeni bile hayata kalsa, rahat etmeyeceğim’ demiş.”[3] Durum bu kadar açıkken “Kürtlerin rolü” diye başlık açılarak Talat Paşa’nın ruhunu yad ederek, malum “aktörler” üzerinden piyasaya sürülmesi, işin mizansen boyutudur. Bu aktörlerin Kemalist, Türk-İslam sentezi ve “Ermeni hayranı” gibi geçinen çevrelerden olması, sadece Kürdistan tarihine karşı çok boyutlu organize saldırıların varlığını ortaya koymaktadır. 1915’li yıllarda dağınık ve hiçbir ulusal kuruma sahip olmayan Kürtleri, kendi iradeleri dışında meydana gelmiş olaylardan sorumlu tutmak, üstelik beş yüz binden fazla Kürdün katledildiği bir vakada, hangi aklın ve vicdanın ürünüdür!

Ermeniler, Kürtler ve Rumlar; Birinci Dünya Savaşı sonucu oluşan yeni dünya düzeninin mağdurlarıdır. Osmanlı, Ermeni ve Rumları katliam ve göçlerle ‘bertaraf’ ederken; Kürtleri uluslar arası anlaşmalarla dörde bölünerek her bir parçası bir başka devletin denetimine verilerek, tarihte eşine az rastlanır bir trajediyi yaşamak zorunda bırakıldılar.

Kürt-Ermeni İlişkilerinde Kırılma Noktaları

1914 ve sonrası meydana gelen gelişmelerin anlaşılabilmesi için, Kürt beyliklerinin ortadan kaldırılması ve sonrası gelişmelere bakmak gerekir. Osmanlı egemenliği altında tutuğu milletlerin, mezheplerin, azınlıkların ve aşiretlerin arasındaki çatışmaları hep diri tutmuştur. Güçlü merkez- zayıf çevre dengesi üzerinde, toplumsal gruplara yaklaşımı taktiksel ve değişkendir. Kürt beylikleri ortadan kaldırılırken, Ermenilere “mavi boncuk” dağıtmayı ihmal etmemiştir. Bu süreç 1880’lerde imzalanan Berlin Anlaşmasıyla miyadını doldurur. Berlin Anlaşmasının Ermeni’lere dair hükümleri Osmanlı yönetiminin elinin fazlasıyla güçlendirir. Ermenilere göre Osmanlı’ya bağlı olsalar da fiilen Kürt beylerinin otoritesi altındaydılar. Bu ikili otoriteden, özellikle Kürt beylerinin fiili otoritesinden ziyadesiyle rahatsızdırlar. Bu nedenle Osmanlı’da “reform” hareketleriyle başlayan merkezileşme çabaları, Ermeniler tarafından hararetli bir tarzda desteklenir. 1862 yılında Sultan tarafından tasdik edilen Ermeni Ulusal Anayasası ile sıcak ilişkiler kurulur. Artık Ermeniler İmparatorluğun en “sadık” ulusal topluluğuna adaydır. Bunları aktarmamızın nedeni, 1860-1890 dönemi anlaşılmadan, 1890-1920 döneminde meydana gelen olayların sağlıklı analizini yapmak olanaklı olmayacaktır. Zira 1890’larda başlayan olayların alt yapısı, 1860-1890 arasındaki dönemde atılmıştır. Kürtler dışlanırken, Ermenilere gösterilen ilgi klasik bir Osmanlı hilesidir. Ancak bu hile ileriki dönemlerde Ermeniler aleyhinde tatbik edilerek, kanlı senaryo pratik sahada icrasıyla son bulur. Kürtlerle Ermeniler arasında yaratılan “kin ve nefret” tohumları 1860-1890 döneminde doruğa çıkacak, iç içe yaşayan iki halkın ilişkileri “gerginleştirilmesine” özen gösterilecektir. Garo Sasuni’de bu hususa özellikle vurgu yapar ve şunları söyler:

“Bütün bu dönem esnasında Ermeniler, Osmanlı devletinin en sadık unsuru olarak kabul edilirlerdi. Ermenilerin kendileri de uğradıkları haksızlıklara rağmen Osmanlı taraftarı olmuşlardı ve onlar, “Tanzimat”, “Hattı Hümayun” ve Osmanlı idaresinin Ermeni eyaletlerindeki keyfi idareye son vermek yönünde almış oldukları güçlü tedbirler sayesinde durumlarının temelden iyileşmesini beklemekteydiler.

Osmanlı idaresinin yapacağı şey, Ermeni-Kürt ilişkilerini daha da gerginleştirerek hâkimiyetini oralarda daha da sabitleştirmekti. Osmanlılar yavaş yavaş bu amaçlarına varıyorlardı. İlk dönemlerde Ermenileri himayelerine aldılar ve onlara geçici bir rahatlık sağladılar. Fakat ne zaman ki Ermeniler bu özgürlük atmosferi içinde sınırsız ve dizgine gelmez ümitler beslediler, o zaman Osmanlılar tekrar Kürtleri Ermenilere karşı çıkarttılar. Ancak Kürtlere de eskiden sahip oldukları bağımsızca yaşama olanağını elde etme yollarını da iyice kapatarak.”[4]

İki halk arasındaki ilişkilerin giderek kopmasına yol açan gelişme 1878 Berlin Analaşmasıdır. Ermenileri koruduğu idea edilen anlaşma tam anlamıyla bir tuzaktır. Anlaşmanın 16 ve 61 maddeleri Rus ordusunun boşattığı bölgelerindeki Ermenilerin, Kürtlerden ve Çerkezlerden korunması görevini Osmanlı devletine vermiştir. Anlaşmaya göre Ermeniler mağdur, Kürtler ve yanlarına Çerkezler de katılarak saldırgan, Osmanlı devleti de mazlumu koruyandır. Berlin Anlaşmasının 16. Maddesine göre:

“Rus ordusunun işgal etmiş olduğu fakat yakın bir gelecekte Osmanlı devletine geri verilmesine karar verilen bölgelerde Rus ordusunun çekilmesi halinde, oralardaki karışıklıklara ve iki devletin dostane ilişkilerine zarar verecek çelişkilerin doğabilmesine karşı Bab-ı Ali, Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde yöresel ihtiyaçlar için kaçınılmaz olan reformların artık hiç geciktirmeksizin uygulanmasını ve Kürtler ile Çerkezlerin karşısında Ermenilerin emniyeti için kefillik görevini üstüne almayı kabul eder.”

Kuzu kurda teslim edilmiştir. Anlaşmanın bu haliyle çıkmasında şüphesiz Osmanlı delegasyonunun rolü, Ermeni politikacıların öngörüsüzlüğüdür. İç içe yaşayan ve sorunları aynı olan iki halktan biri görmemek veya küçümsemek, Osmanlının arayıp da bulamadığı fırsatları sağalmıştır. Anlaşmayla kendisine Ermenilerin korunması sorumluluğu verilen Osmanlı, Kürtlerin kırgınlıklarını da dikkate alarak kışkırtma faaliyetlerine girişir.

Bu noktada Sultan II. Abdülhamit, Hamidiye Alayları ve Aşiret Mektepleri projesini uygulamaya geçirir. Proje, özellikle Kemalist yazarların tanımlamaya çalıştığı gibi basit bir “Koruculuk Sistemi” değildir. Osmanlının Suni-İslam eksenli Pan-islamist politikasının önemli saç ayaklarından birisidir. Kürdistan’da beyliklerin tasfiyesinden sonra, ortaya çıkan boşluğu şeyhlik doldurmuş ve Osmanlı’ya çimento olsun diye Hamidiye Alaylarının kurulması ile yeni bir adım atılmıştır. Özellikle Kürtlerin Ermeni’lere karşı kışkırtılması da “Ermenileri aşağılayan dini sloganlar” kullanılmıştır. Zaten Kürt milliyetçiliği siyasal gelişmişlik ve örgütsel yapılanması son derece cılızdır ve Ermenileri “tehlike” görecek durumda değildir. Kürtlerde örgütlü siyasal hareket, 1918’lerden sonra Kürdistan Teali Cemiyeti ile başlayacaktır.

Uygulamalar daha çok sözlü olarak Padişah fermanlarına dayandırılıyor. Padişah aynı zamanda İslam Halife’sidir. Bazılarının satır arasında dile getirdiği “Başı bozuk Hamidiye çetelerinin” keyfi uygulamaları olarak lanse edilmesi, mevcut durumu izahtan uzaktır. Sözlü olarak tebliğ edilen emirleri uygulamayan Halep Valisi Celal Bey, Deyr-Zor Mutasarrıfı Suat Bey, Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi Bey görevlerinden alınmış, Lice Kaymakamı Diyarbakır’a giderken yolda öldürülmüştür. Devlet hakimdir ve olup bitenler devletin ilgisi ve bilgisi dahilinde yapılmaktadır. Bu nedenle bir yüzleşmeden bahs edilecekse; Müslümanların geçmişleriyle yüzleşmesinden bahs edilmelidir. Soykırımdan kurtulan ve bölgede kalan Ermeniler ne oldu derseniz? Kürtleştiler mi yoksa Müslümanlaştılar mı? Şüphesiz Müslümanlaştılar. Bu da Ermenilere dayatılan toplusal baskının rengini ortaya koymaktadır.

Kürdistan’ın önemli şehir merkezlerinde Ermenilere karşı yürütülen faaliyetler, üst düzey devlet yetkililerini emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirilir. Kürdistan’daki üç önemli merkezdeki(Diyarbekir, Van, Erzurum) uygulamalara yakından bakalım. Örneğin Şevket Beysanoğlu’nun yazdıklarına göre; Diyarbekir’da 1914’te Vali Dr. Reşit(Şahingiray)[5] başkanlığında; “İlk iş olarak, Mektupçu Bedri, Jandarma Komutanı Rüştü, eşraftan Pirinçzade Feyzi, Yasinzade Şevki ve Müftüzade Şeref(Uluğ)oluşan ‘Tahkik Heyeti’ oluşturulmuş. Peşinden sivil halktan ‘Milis alayı’ teşkil edildi.”[6] 1894-96 döneminde Diyarbakır’da Ermenilere yönelik faaliyetlerin başında Pirinçzade Arif gelir. Pirinçzade Arif, İttihatçı, Malta sürgünü, I.Mecliste mebus Fevzi Pirinçzade’nin babasıdır. Bölgenin önemli merkezlerinde ve hatırı sayılır Ermeni nüfusun yaşadığı Van’da olup-bitenler, dönemin Van Valisi Celalettin Bey’in organizasyonudur.

Alman Dışişleri Bakanlığı siyasi arviş belgelerinde; Soykırımın Sorumluları bölümünde, konuya değinilmekte ve şu tespitler yapılamaktadır:

“Bu konuda en çok suçlananlar Diyarbakır Valisi Reşit Bey, Erzurum Valisi; Tahsin Bey(Hasan Tahsin Üzer), Erzurum Emniyet Müdürü Hulusi Bey ve Mahmut Kamil Paşa[7] denen biridir. Pek çok kez, hükümet memurları, özel kişiler, sürülenlerin kökünün kurutulmasına azmettirilmiştir.”[8]

Alman Dışişleri Bakanlığı siyasi arşiv belgelerinde, Soykırımda rol alan örgütlerden bahs edilmektedir. Bölgeden günlük olarak gönderilen raporlarda ismi geçen örgütlerin başında İttihat-Terakki ve Teşkilat-ı Mahsusa gelir. Alman belgelerinin önemli kılan, Almanya’nın I.Dünya Savaşında Osmanlı’nın müttefiki olmasıdır. Aynı Almanya sadece I.Birinci Dünya Savaşı’nda müttefik olmakla kalmayıp, 1908 ‘de İttihatçıların iktidarı ele geçirmelerinin de mimarıdır. Nitekim 24 Temmuz 1908’de Alman İmparatoru II. Wilhelm’e Meşrutiyet ilanı haberi verildiğinde şu tepkiyi verecektir:

“İhtilal, Paris ya da Londra’da yaşayan ‘Jön Türkler’ tarafından değil ordu tarafından ve de Alman subayları olarak bilinen Almanya’da eğitim görmüş Türk subayları tarafından yapılmıştır. Her şeyi denetim altına almış olan bu subaylar kesinlikle Alman dostudurlar.”[9]Bu durum aynı zamanda Almanya’nın sorumluluğu da beraberinde getirir. Bölgeden gönderilen raporlarda şunlar yazılmaktadır:

“Milis olarak tanımlanmış olan ‘askeri olarak örgütlenmiş resmi olmayan düzensiz Türk grupları, saldırılar bunların sırtına yüklenecektir’. Kaldı ki, İttihat-ı Terakki Cemiyeti Komitesi ve komite içinde temsil edilen gayri meşru unsurlar da bu konuda önemli roller oynadılar.” Scheubner-Richter, “1915 Haziran’ının ortasında ‘Ordu genelkurmay başkanlığının, askeri açıdan gerekçelerle, emri üzerine oldu’. Scheubner-Richter şöyle bir düzeltme yaptı: “Kanımca katliam hükümetin müsamahası ve komitenin özendirmesiyle gerçekleştirildi. Burada hükümetin yanı sıra komite üyeleri katliamlarda iğrenç rol oynadılar. Ayrıca bunun dışında polis şefi Hulusi Bey, Erzurum milletvekili Seyfullah Efendi, çete reisi Bayedin Şakir(Bahaeddin diye düzeltilmiştir), Mürdetzade Ahmet, Yunus Şinasi’den ibaret bir komite kuruldu. Bu komite, bir ikinci uğursuz hükümet gibi hareket etti. Şiddet ve katliamın bu komitenin bir faaliyeti olduğu ve komitenin her olayda büyük etkisinin olduğu ortadadır.”[10]

Bütün bunların mimarı II. Abdulhamid’in istibdat döneminin “muhalif” örgütü İttihat-ı Terakki’den başkası değildir. Başta Dr. Abdullah Cevdet ve İshak Sükuti olmak üzere bir çok Kürt aydını da barındırmaktadır. Bu “muhalif” yapılanma 1908 yılında darbe geleneğini başlatacak, Osmanlı son dönemlerinde vukuu bulan olayların planlayıcısı ve pratisyeni olacak(Ermeni, Kürt ve Pontus katliamları) ve aynı zamanda Anadolu’nun Türkleştirilmesi projesinin fikir babası olacaktır. İttihat-ı Terakki, tarihe 31 Mart Ayaklanması olarak geçen 1908 darbesinin mimarı, resmi ve derin devlet projelerinin sahibi; muhalifler arasına sızarak onları yönetme ve hatta muhalifler adına örgütler kurma, yönetme(Türkiye Komünist Partisi örneğinde olduğu gibi) bir dizi gayrı-meşru faaliyetin hem fikir babası hem de uygulayıcısı oldular. Hans Lukas Hieser, İttihat-ı Terakki’nin bu özelliğine dikkat çeker ve şunları söyler:

“Ancak pozitivist yönelimli İttihadı-Terakki Partisi’nin Jön Türk vatanseverleri ne İslam geleneğini ne de liberal yeniden yapılanmanın peşindeydiler, aksine üniter bir devlet fikri ile ayrıcalıklı bir suni Türk milliyetçiliğine yaklaşıyorlardı. Misyon çevrelerinde beslenen umutların aksine Abdülhamit’in dost ve düşman anlayışını aynen kabul ettiler. 1913’ten beri diktatörlükle idare edilen tek parti rejimi, Rusya’ya saldırarak Almanya’nın yanında Dünya Savaşı’na girmiş oldu.”[11]

Bu dönem anlaşılmadan, özellikle İttihat-ı Terakki, çok iyi analiz etmeden, geçmişi yerli yerine oturmak olanaklı değildir. İcazetli Kürt siyasetinin, yüz yıllık tarihsel arka planı olduğu; tarihsel süreç içerisinde zenginleşerek günümüze kadar geldiğini, Kürtlere karşı tezgahlanan entrikaların Kürtlerin toplumsal dokusunu hedeflediğini; Kürtlerdeki siyasi, ahlaki, kültürel çürümenin yılar yılı ve adım adım inşa edilen kompsetin ürünü odlunu bilmemiz gerekir.

İttihat-ı Terakki- Taşnaksutyun İttifakı(1908)

5. Abdulhamid’in istidat dönemi farklı bir çok çevreyi yan yana getirdi. Bu ilişki ağı içinde en dikkat çekeni İttihat-ı Terakki ile Taşnaksutyun ittifakıdır. Bu ittifakın temel gayesi; “Meşrutiyeti her türlü gericiliğe karşı korumaktır.” Taşnaksutyun, 1909 yaptığı 5. Genel toplantısının sonuç bildirisinde;

6.

Örgütümüz, Meşrutiyet rejiminin olabilecek herhangi bir darbeye karşı korumak gerekli olduğu zaman her yolla savaşmak zorunluluğundadır.[12]

İttihat-ı Terakki- Taşnak ilişkisi, taktik bir ittifakın çok ötesindedir. O kadar ki İttihat-ı Terakki, Anadolu’da bildirilerini Taşnak üzerinden dağıtmakta, paralize hareket edilmekte, Taşnak Ermeniler içinde hızla tek karar merkezi konumuna gelmekte, 1909’dan itibaren Adana’da başlayan Ermenilere yönelik katliamlar, söz konusu ittifakı etkilememektedir. Bu dönemle ilgili çalışmalarını sürdüren antropolog Yektan Türkyılmaz’ın Agos gazetesinde yayınlanan“Türk milliyetçiliği olmasaydı da Ermeni Soykırımı yapılabilinirdi” başlıklı söyleşisinde şunları söylemektedir:

1908-1914 arasındaki dönem, Taşnaksutyun’un Osmanlı Ermenilerinin temsiliyet yetkisini kazandığı bir zaman dilimi. Bu dönem, Krikor Zohrab, ‘Patrikhanenin koridorları boş kaldı’ diye anlatıyor. Bir bakıma, 1908’de Ermeniler için iki devrim oldu diyebiliriz. Birincisi, bildiğimiz II. Meşrutiyet Devrimi, ikincisi ise Patrikhane’nin bulunduğu Kumkapı’dan seküler Ermenilerin yoğunlaştığı Pera’ya taşındı. Yine Pera’nın altını çizmek istiyorum, çünkü devrimci örgütlerin gazete binaları Beyoğlu’ndaydı. Bu devrimde, Osmanlı Ermenilerin temsiliyet ve muhatap alınma yetkisi Taşnakların eline geçti. Taşnaklar, Ermeni toplumunun tüm kurumlarına sirayet etti ve İttihatçılar, bunu özellikle desteklediler. Van gibi yerlerde Taşnakların silahlanması destekleniyor ve bu dönemde, Taşnakların Taşnak olmayan Ermenileri öldürmeleri bile neredeyse serbest.[13]

Katliamın ayak sesleri duyulduğunda bile, başta Taşnak mensupları olmak üzere bir çok Ermeni’de reform umutları devam etmektedir. Dilendirilen reformun neye tekabül ettiğine dair bir berraklık söz konusu değildir. Bu iyimser havanın 1914’lere kadar devam ettiğini söylemek mümkün. Bu durum sanılanın aksine Ermenileri savunmasız bırakırken, İttihatçıların planlarının daha rahat hayata geçirme olanağı yaratmıştır. Kürtler, örgütsüz ve parçalı olmanın en ağır bedelini bu dönemlerde ödediler. 1913’te Mele Selim önderliğinde başlayan Bitlis ayaklanması lokal kalıp acımasız bastırılırken, Rus işgali karşısında Kürtler ağırlıkla Osmanlı’yla hareket etmek zorunda kaldılar. Savaş zemininde birçok uygulamanın ortağı oldularsa da bunun yapan iradenin kim yada kimler olduğunu biliyor ve her zeminde buna işaret ediyorlardı. Bu nedenle kuşaktan kuşağa yapılan haksızlıkları anlatmaktan hiç geri durmadılar.

Adnan Çelik ve Namık Kemal Dinç tarafından Diyarbakır ve çevresini kapsayan, halkın beleğinde 1915’in izlerine dair çalışma dikkat çekici. Diyarbakır çevresinde yaşlı kuşağın anlatımları, bizim doğup-büyüdüğümüz Serhat bölgesinde halkın anlatımlarıyla bire bir örtüşmektedir. Geçmişte yaşananların “gerekliliğini” ya da “haklılığını” söyleyen kimseye rastlamadım. Din faktörü üzerinden “cehaletin” örgütlendirilmesi, üstüne devletin baskısını konulduğunda ortaya, arzu edilmeye ve vicdanlarda hiçbir zaman kabul görmeyen tablo oluşmuştur. “Yüz Yıllık Ah! Toplumsak Hafızanın İzinde 1915 Diyarbekir” kitabının yazarlarından Namık Kemal Dinç’le yapılan ve Agos Gazetesinde yayınlanan “Kürt hareketi 1915 konusunda resmi tarihin şablonculuğundan sıyrılmadı” başlığı ile yayınlanan söyleşide 1915’le ilgili halkın hafızada kalanlar şöyle anlatılır:

Nihayetinde 1915 Soykırımı, çok daha büyük bir coğrafyada ve merkezi bir irade üzerinden hayata geçirildi. Kürtlerin anlatımlarından da bazen açıktan bazen örtülü bir şekilde bu merkezi iradeye işaret ediliyor. Mesela, 1915’i tanımlarken Kürtlerde en yaygın tanım ‘ferman’ veya ‘ferman-ı filehan’dır. Ferman, padişahın emri ve devletin iradesi anlamına geliyor. Kürdistan’ın her yerinde kullanılıyor. İkincisi, bu fermanın askerlerin öncülüğünde tellallarla duyurulduğu, kaymakamlıklara hızlıca iletildiği, çok yaygın dağıtıldığını görüyoruz. Devletin “Herkes bu olaya iştirak edecek” baskısı yaptığını görüyoruz. Aslında bu şekilde katliamlara dair devlet kararına vurgu yapılıyor. Yani “Kürtlerden” kendi Ermenilerini öldürmeleri isteği, öldürmezlerse Ermenilerin başına gelen akıbetin kendilerini beklediği tehdidi yaptıkları anlatılıyor. Bu çerçevede, öldürmeleri meşrulaştırmak için İslamiyet’in sıklıkla kullanıldığı ve Ermeni öldürenlerin cennete gideceğine dair yaygın bir anlatı da var. Yani bir yandan zor ve tahdit kullanılırken, diğer yandan rızanın imal edilmesi için din devreye sokuluyor.[14]

Tarihi galipler yazar. Söz konusu olan Kürtler ise bu sözün doğruluğu tartışma götürmez. Bizim adımıza yazılmış tarihi yırtıp çöpe atmanın zamanı çoktan geçmiştir. Soykırımsız bir dünya isteniyorsa herkes dönüp kendisine bakmalı. Ermenistan’da 1991’de Laçin’de (Kızıl Kürdistan) 15 bin Kürdü soykırımdan geçirdiği gerçeği ile yüzleşmeli. Herkes şunu bilmeli Kürdistan’ı “çöpe atmak” ham hayaldir ve Kürdistan tarihi yeniden yazılacaktır.

Devam edecek…

15.04.2015

* * *

[1] Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve Ermeni-Kürt İlişkileri, Orfeus Yayınevi, Stockholm- 2. Basım-1986, s:130

[2]Wolfgang Gust, Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arviş Belgeleri, Belge yayınları, I.Baskı Ocak 2012, İstanbul-s.110

[3] A.g.e. s:120

[4] A.G.E, s:86-89

[5] Dr. Reşit (Şahingiray), Basra, Bağdat, Musul, Diyarbakır ve Ankara valiliklerinde bulunmuş, 1917 yılında İstanbul’a yerleşmiştir. İngilizler tarafından Soykırımdan tutuklanmış, 2 ay sonra hapishaneden kaçmıştır. 6 Şubat 1919’da İstanbul Şişli’de İngiliz askerleri tarafından kuşatılınca intihar etmiştir.

[6] Sevket Beysanoğlu, Diyarbakır Tarihi, II.Cilt, Diyarbakır Büyükşehir Yayınları, 2003, Ankara s:793

[7] Belgelerde Mahmut Kamil Paşa, III. Ordu Başkomutanı olarak geçmektedir.

[8] Wolfgang Gust, Alman Belgeleri Ermeni Soykırımı 1915-16, Belge Yayınları, 1 Ocak 2012, İstanbul, S:110

[9] E.Ramsaur, ‘Jön Türkler ve 1908 İhtilali, Çev. N.Yavuz, Pozitif Yay. 2007,s:171

[10] A.G.E. S:105, 106, 107

[11] Hans Lukas Hieser, Iskalanmış Barış, İletişim Yayınları, 2.Baskı, 2005-İstanbul, s:26

[12] Troşnak, sayı:10-11, Ekim-Kasım, s:132-Aktaran Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve Ermeni-Kürt İlişkileri, Orfeus Yayınevi, Stockholm-1986, s.138

[13]Yektan Türkyılmaz’la söyleşi, “Türk milliyetçiliği olmasaydı da Ermeni Soykırımı yapılabilinirdi”, Agos Gazetesi, 23.01.2015

[14] Kürt hareketi 1915 konusunda resmi tarih şablonculundan sıyrılmalı, Namık Kemal Dinç’le söyleşi, Agos Gazetesi,30.01.2015

Nerina Azad
Bu haber toplam: 5465 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:02:50:27
Bu gönderiye hiç yorum yapılmamış! İlk yorum yapan kişi olmak ister misin?
Nerina Azad
x