90’lı yıllarda devlet nasıl Kürd özgürlük hareketini bastırmak için ilk önce halka saldırdıysa, bugün de aynısını yapıyor. Rojava ve Güney Kürdistan’daki kazanımlar PKK’ye farklı bir rol atfediyor. PKK’yi pratikte “ortak vatan” fikrinden uzaklaştırıyor. Gelişmeler böyle devam ettiği sürece, PKK “Kürd devleti” tezine tekrar geri dönecektir. Bu kaçınılmazdır.
Bugün burada açık konuşacağız. Hiç bir kalıba sığınmadan, hiç bir kaygı taşımadan, birilerinin “hassasiyet”lerini kaygısızca umursamadan, alayına isyan edercesine açık konuşacağız. Konuşacağız ki birbirimize birbirimizi anlatabilelim. Cesaretin en orta deliğinden konuşacağız. Tıpkı, cesur adamların enselerinde açılan onur halkasından dünyaya, ve gerçeklere bakar gibi. Bundan sonra bu delikten bakacağız her şeye, çünkü o, gerçekleri aydınlatır karanlıkları yararcasına, yalanların ve kendini kandırmışlığın üzerindeki sis perdesini kaldırır. Kim dost kim düşman, bugün konuşacağız, yarını asla beklemeden, yüzü koyun yerde yatan yiğitlerin toprağı ıslatan kanı kurumadan konuşacağız ki, yarın yine kimse unutmasın bugünü. Bugün cesaret zırhlarımızı kuşanıp, yarınlarımızı dünün esaretinden kurtaracağız. Sadece düşmalarımıza karşı değil, içimizdeki bozgunculara karşı da çarpışacağız.
90’lı yıllarda Kürdistan tam anlamıyla bir cehennem alanıydı. Köy yakıp yıkmalar bir tarafa, PKK’nin ana damarlarının beslendiği kentlere ölüm yağıyordu. Botan bölgesinde Kürdlük bilinci ağırlıklı olarak kırsal kesimde hızla küllerinden uyanıyor ve yavaş yavaş kasabalara, oradan kentlere dağılıyordu. Devlet bunun önünü kesmek için köyleri hedef seçti ve deyim yerindeyse taş üstünde taş bırakmadı.
Diyarbakır ve Batman gibi şehirlerde ise Kürdlük bilinci kırsalda değil, bizzat kent merkezlerinde küllerinden doğuyordu. Bu bilinç o kadar hızlı yükseliyor ve yayılıyordu ki, artık küçücük çocuklar bile politize olmuş, sorsanız size PKK’nin neden savaştığını anlatacak düzeye gelmişlerdi. 1991 Newroz’u Kürdistan’da Serhildan döneminin ateşleyicisiydi artık. Çocuklar, yaşlılar, kadınlar, toplumun bütün kesimleri artık bir ağızdan özgürlüğü haykırıyorlardı. Bu, bir küllerinden yeniden doğuşun ruhuydu. Bu, büyük ve uzun yıllar yılmadan sürecek bir direniş ruhuydu. Bu, Leyla Zana’ya Türk meclisinde Kürdçe’yi konuşturan ruhtu. Bu, Cizre ve Nusaybin Serhildan’larını gök kubbenin çatısına Kürdistan’ın çığlığı olarak çivileyen ruhtu. Bu, bugün Gever’in, Silopi’nin sokaklarında küçücük çocukların ellerindeki taşları sömürgecilere fırlatan özgürlük bilincinin ilk kıvılcımıydı. Bu ruh, PKK’den önceki onlarca Kürd isyanının sularını biriktirdiği bir barajın bentlerini yıkıp taşmasıydı artık. Bu ruh, sömürgeci Türk devletinin Azrail’iydi.
Türk devleti yeni gelişen ve Kürdistanı boydan boya dalgası altına alan bu özgürlük rüzgarını mutlaka bastırmalıydı. Botan bölgesinde kırsal kesimi adeta haritadan sildiler. Diyarbakır ve Batman gibi kentlerde ise politize olmuş, Kürdlüğüne sahip çıkan ne kadar Kürd varsa, hepsini teker teker ortadan kaldırdılar. İşçi, öğrenci, memur, genç yaşlı demeden herkesi sokak ortalarında enselerinden vurdular. Camilerden imam çıkarıp önce bacaklarını kırdılar, sonra hayatlarına kıydılar. Kürd ve Kürdistan davasının 29 tane isyandan sonra yeniden alevlenen ateşini söndürmek için başvurmadıkları hiç bir yöntem bırakmadılar.
Bir taraftan bunu yaparken, diğer taraftan da Yalçık Küçük ve Doğu Perinçek gibi devletin en kıymetli kadrolarının eliyle Kürd özgürlük hareketinin milliyetçilik gömleğini çıkarıp, ona adeta deli elbisesi giydirmeye çalıştılar. Kürd isyanlarından son üçünü bizzat Mustafa Kemal büyük katliamlara imza atarak bastırmıştı. PKK ise Kemalizme ve onun Kürd karşıtlığına karşı milli bir isyan olarak ortaya çıkmıştı. Kürdistan’ın bütün parçalarından Kürdler, akın akın PKK saflarına katılıyor ve PKK’ye ulusal bir rol atfediyordu. Hemen yan tarafta, Güney Kürdistan’da Melle Mustafa Barzani önderliğinde bir ulusal özgürlük hareketi daha vardı. PKK’nin Melle Mustafa Barzani çizgisiyle buluşması, birleşme olmasa bile, ortak hareket edilmesi Türk devleti için büyük bir kabustu. PKK daha çok sol sosyalist söylemleri öne çıkarıyordu. Türk devletine göre bu söylem uzun vadede güçlense bile PKK’yi hep bir şeyden eksik bırakacaktı. Melle Mustafa Barzani hareketi tam anlamıyla ulusal bir hareketti çünkü sınıfsal bir çizgi üzerinden gitmiyor, Kürd toplumunun bütün kesimlerini kucaklıyordu. PKK her ne kadar kısa sürede büyük kitlelere ulaşmışsa da toplumun muhafazakar kesimlerine fazla hitap etmiyordu. Feodalizm karşıtlığı, bu kesimleri hep ürkütüyor, dolayısıyla devletle aralarındaki bağı koparmalarına fırsat vermiyordu. Aksine o bağ git gide güçleniyordu. Mesela bugün Galip Ensarioğlu gibi insanlar bu bağın yarattığı tiplerdir. Devletin kucağında, PKK karşıtlığı adı altında çiğnemediği değer yok gibi.
Türk devleti PKK’nin bu eksik yanından hep mutlu oldu. Şayet PKK, Melle Mustafa Barzani hareketiyle ilişkilense ve bu ilişki bir etkileşime yol açsaydı, bu durum devlet için bir faciaya yola açabilirdi. Bu büyük buluşmayı engellemek için Kürd hareketine sol dayanışma adı altında Kemalizmi bulaştırmaya karar verdiler. Yalçın Küçük’ün, “Türkiyeli Kürdleri Barzani hareketi ile ilişkilenmekten alı koydum, böylece toprak talebinde bulunmayacaklar” lafı aslında tam da bu durumu özetliyor.
Kemalizm çift cinsiyetli bir insan gibidir. Gerek gördüğünde önünü, gerek gördüğünde de arkasını döner. Bir tarafı solcu, bir tarafı aşırı sağcıdır. Menfaat gereği, solcu da olurlar sağcı da. Deniz Gezmiş gibi solcuları da, Alparslan Türkeş gibi faşist sağcıları da vardır. İkisi de Atatürk’e adeta tapar. Türk devleti kurulduğu günden bugüne hem kendi toplumunu hem de dış dünya ile bağlarını bu çift karakterli sistem ile idare etmiştir. Sovyetler’de sosyalist, İngiltere’de anti-komünist olmuştur.Kürd özgürlük hareketini de Kemalizmin sol yanıyla ele geçirmeye, olmadıysa kontol altında tutmaya çalışmıştır. Büyük Suriye savaşına kadar bu durumu böyle devam ettirmiştir. 100 yıl önce Kemalizmin ilk tohumları ile birlikte ortadoğuda çizilen sınırlar bugün değişme tehditiyle karşı karşıya kalınca, bu sefer de AKP ile İslamcı kılığına bürünmüştür. Hiç kimse kendisini kandırmasın, bizi de kandırmasın. AKP ne ise, CHP de o’dur, Erdoğan ne ise, Ertuğrul Kürkçü de o’dur. İkisinin de ortak amacı Türkiye devletinin bölünmez bütünlüğünü ilelebet korumaktır.
Dünya tarihinin en büyük gerçeklerinden bir tanesi şudur, Türkiye Cumhuriyeti Kürdistan topraklarının ilhakı ve Kürd halkının sömürgeleştirilmesi üzerine kurulmuştur. Türk solcularına şu soruları sormak hayatidir, “madem Kürdlerin kendi devletlerini kurmalarına karşısınız, neden Türk devletini bize pazarlıyorsunuz?”
Tahir Elçi’nin ölümünü bile Türkiye halklarına karşı yapılmış bir saldırı olarak nitelendirdiniz? Hangi Türkiye halkları? Selahattin Demirtaş’ın da vurguladığı gibi, bu ölüme sevinen on milyonlarca insan mı bu halklar? Van depremine “oh” çeken, Roboski’ye alkış tutan, Kobani’nin düşmesi için Işid’e katılan insanlar mı bu halklar? Türk devletine gelince kutsayan, Kürd devletine gelince milliyetçilikle suçlayan insanlar mı bu halklar?
Bu halkların hangisi bahsettiğiniz amaçlar için bir bedel ödedi? Hangi Türk köyü yakıldı? Hangi Türk faili meçhule kurban gitti? Hangi Türk bu ceberrut devletin karşısında dimdik ayakta durdu? İki tokat yiyince Tahir Elçi’ye ilk saldıran Ahmet Hakan mı? Daha düne kadar Erdoğan karşıtlığı yaparken malları elinden gidecek diye geri adım atan ve televizyon kanallarında gün boyu Erdoğan’ın konuşmalarını canlı yayınlatan Aydın Doğan mı? Kürdler dışında Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren kim var? Eğer sosyalist iseniz, sosyalizmin temel ilkesi olan, “halkların kendi kaderini tayin hakkını” Kürdlere layık görüyor musunuz?
PKK hareketinin son 15 yıl için büyük bir iç sorgulamaya gitmesi şarttır. Çünkü Kemalizmin sol yanı Kürd özgürlük hareketine tam 15 yıl kaybettirmiştir. Hiç birimiz kimseye kan ve göz yaşı üzerinden kin beslemiyoruz. Hiç bir halka da düşman değiliz. Ama millet olmaktan doğan haklarımızı da hiç kimse için feda edecek değiliz. 15 yılın muhasebesi son derece iyi yapılmalı. Deneme yanılma yönteminden artık vazgeçilmeli çünkü bu yöntem yüzünden her gün bu halkın evlatları hayatlarını kaybediyor.
PKK Kürd halkının inkar edilemez bir gerçekliğidir. Kuruluş nedeni ne olursa olsun, Kürd halkının en değerli evlatları kendi kanlarıyla bu harekete bağımsızlıkçı ve ulusal renk katmıştır. PKK gerçekliğini ve direnişçi ruhunu yaratanlar, dağlarda ve zindanlarda korkusuzca direnen kahraman şehitlerimizdir. Hani bir söz vardır ya, “PKK henüz sonu gelmemiş bir romandır” diye. Evet, şuan sonu gelmemiş bu romanın en trajik bölümünü okuyoruz. Bu bölümde, kemalizm canavarı melek kılığına bürünmüş, kahramanımızı yolundan şaşırtmaya çalışmaktadır. Bu bölümde, Kürdler devlet fikrinden vazgeçmiş, Bağımsız Kürdistan’ın kurucu gücü Gerilla birlikleri yıllarca mitolojik masallarla oyalanmış, eğitim düzeyinin dünyada en düşük olduğu yerlerden biri olan Kürdistan’da halkın önüne kimsenin anlamadığı farklı farklı teoriler ortaya atılmıştır.
PKK romanının bu ürkütücü bölümünü bitirip, yeni ve aydınlık dolu bir bölümü açmanın zamanı gelmiştir artık.
Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler ve Rojava Kürdistan’ındaki fiili durum hem Türkiyeyi hem de Kürd hareketini adeta sarsmıştır. Daha düne kadar kardeşlik edebiyatı yapan, ortak vatan, din kardeşliği, İslam’ın ümmet hukukunu dilinden düşürmeyen Türk devleti, Kobani ile birlikte yüzündeki maskesinden olmuştur. Çözüm süreçleri bitirilmiş, masalar devrilmiş, Işid Kürdleri yensin diye desteklenmiştir. Yetmemiş, Türkiye Kürdlerinin akıllarını başlarına almaları için, Silvan, Cizre, Sur ve Nusaybin’de günlerce süren sokağa çıkma yasakları ilan edilmiş, Türk’ün gücünü çoluk çocuk demeden herkesi katleden bir biçimde göstermiştir.
90’lı yıllarda devlet nasıl Kürd özgürlük hareketini bastırmak için ilk önce halka saldırdıysa, bugün de aynısını yapıyor. Rojava ve Güney Kürdistan’daki kazanımlar PKK’ye farklı bir rol atfediyor. PKK’yi pratikte “ortak vatan” fikrinden uzaklaştırıyor. Gelişmeler böyle devam ettiği sürece, PKK “Kürd devleti” tezine tekrar geri dönecektir. Bu kaçınılmazdır. Rojava gerçekliği, PKK’ye “devlet” fikrini dayatıyor. Bu nedenden dolayı iki ay önce, artık çözüm süreçleri falan olmaz demiştim. Türk devleti de istese, PKK de istese artık bir daha aynı masanın etrafında çözüm için buluşamazlar. Rojava’da yaşananlar Türk devleti için ölüm kalım meselesidir. Ya Kürdler orada kaybedecek, ya da Türkiye kaybedecek! Bunun üçüncü bir seçeneği yoktur.
Bu durum Türk devletini kontrolünü kaybetmiş bir canavara dönüştürüyor. Bir yandan Kürdistan’ın kasabalarında vahşice terör estiriyor, bir yandan Rojava çıkmazına çare bulmak için, bir ihtimal “NATO işin içine girerse belki elime fırsat geçer Kürdleri orada ezerim” diye Rus uçağını düşürüyor. Amerika ve İngiltere’de “Kürdlerin kendi kendilerini yönetmeleri için Irak ve Suriye’nin parçalanması” fikirleri bu ülke siyasetlerinde hızla yaygınlık kazanıyor.
Türkiye Amerika’ya gidiyor olmuyor, İngiltere’ye gidiyor olmuyor, Rus uçağını düşürüyor olmuyor, tam aksine işler daha da karmaşık bir hal oluyor. Bu durum, Osmanlı’nın 1915’lerdeki durumunu andırıyor. İçine girdiği çıkmazlar ve siyasi depresyon Ermeni Soykırımı ile sonuçlanmıştı. Şuan Kürdistan’ın kasabalarında göz göre yaptıklarına bakılınca, büyük katliamlar yapma ihtimali hiç de uzak değil.
100 yıl önce bölgede bir düzen kuruldu. Herkes mutlu herkes istediğini elde etmişti. Kara bulutlar sadece Kürdlerin üzerine çökmüş ve yüz yıl sürecek bir trajedinin önü açılmıştı. Bugün herşey hızla değişiyor. Ortadoğu da 21. Yüzyılın bir kaybedenler kulübü var artık. Türkiye, Irak, İran ve Suriye bu kulübün başında geliyor. İran bunu gördüğü için, Haşdi Şebi çetelerini Kürdistan’ın üzerine çökmek için orada hazırda tutuyor. Türkiye’nin hali malum. Her an her çılgınlığı yapabilecek vaziyette.
Kürd halkının en değerli, en kıymetli abilerimizden merhum Tahir Elçi, bu çılgınlığın kurbanı oldu. Türk devleti onun konumunu bildiği için özenle seçilmişti. Öyle birisi vurulmalıydı ki Kürdler sarsılsın adeta. Ve gerçekten de öyle oldu. Can evimizden vurulduk.
90’larda daha çocuktum. Faili devlet olan cinayetlerin en yoğun olduğu dönemlerde çocukluğum Batman’da geçti. Hergün 3-4 insanımız, sokak ortasında enselerinden vurularak katledilyorlardı. Ben akşam olunca hep amcamı beklerdim endişe ve korkuyla. Acaba bugün sağ salim eve gelebilecek miydi? Akşam üzeri her silah patladığında, evden çıkar sesin geldiği yöne doğru koşardım hızlıca. Yerde yüzü koyun, kanlar içinde yatan o paha biçilemez insanlara bakardım, acaba amcam mı diye? Göğüs kafesim sıkışırdı o an. Nefes almakta zorlanıyordum. Korkuyordum, kaybetmekten, sevdiğim bir insanı bir daha görememekten.
Tahir Elçi abiyi tv’de görünce o anları yaşadım tekrar. Biz, enseden giren o korkak, o namert mermiyi iyi tanırız. O beyefendi kıyafetleriyle yerde yatan adama baktığımda, ensesinden vurulan amcamı gördüm, dayımı gördüm. Artık sen de benim amcamsın. Tıpkı Musa Anter gibi, Vedat Aydın, Sıddık Tan gibi. Nurlar içinde yat ve şunu bil ki, bu sefer gerçekten az kaldı. Tarihin güneşi artık arkamızda, tüm sıcaklığı ile bize gülümsüyor. Bu kadir bilmez, mertlik tanımaz rejimlerin sonu bizim elimizden olacak. Ne İslam kardeşliği, ne de halkların kardeşliği gibi palavralar artık bizi kandıramaz. O çok istediğin barışı, özgürlüğümüze kavuşarak yaratacağız.
Oxir be Apê Tahir..
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.