Vahşetin fotoğrafları postadan bir mektupla birlikte çıktı. Mektup aydınlara sesleniyordu. Sustukları için… Ulucanlar’daki ölümlerin ardından Habib’in öyküsünü kaleme alan Mahmut Alınak, bu kez de postadan çıkan fotoğraflar üzerine yazdı.
* * *
İstanbul Sirkeci’den postaya verilen fotoğraflar bir kor gibi yapıştı parmaklarıma. Hummaya tutulmuş gibi titreyen parmaklarımın arasında tuttuğum fotoğrafları bırakmak istedim, ama bırakamadım. Görünmeyen bir el beni bir yanardağın ateş kusan ağzından hızla içeri fırlatmıştı sanki. Dört bir yanım alevlerle sarılmıştı, cayır cayır yanıyordum. Nedence o cehennemden çıkıp kurtulmak da istemedim. Çünkü olup bitenler karşısında –istemeden de olsa- suskun kalmakla, o dehşet tablosundan kendimi de sorumlu tutuyordum. Acı çekmeyi hak etmiştim. Hem böyle korkunç bir manzara karşısında acı çekmenin ne önemi olabilirdi ki!
Suratımda bir bomba gibi patlayan zarfta bir de elle yazılmış, (belli ki başkalarına da postalanan) bir mektup fotokopisi olduğunu epey zaman sonra fark ettim. Dörde katlanmış kâğıdı içim ürpererek açtım.
“Bir Aydına Mektup” diye seslenmişti mektubun sahibi.
Sözcükler zehir acılığındaydı, dayanılmazdı. Satırlar arasında ilerlemek, bir ateş ormanında yol almaktan çok daha meşakkatliydi. Çelikten de olsa hiçbir insan tahammül edemezdi buna. Mektubu, yıkılmış halde okurken dünyadan kopup gitmiş, çevremdeki insanları da unutmuştum. İçimde birer top mermisi gibi infilak eden sözcükler duygularımı dizginleyen zincirleri kökünden kopartıp atmış, beni gözyaşı seline boğmuştu. Yanı başımdaki insanlar ne derler diye düşünmüyordum, yanaklarımdan süzülüp önümdeki masaya yağmur gibi yağan acı gözyaşlarından da utanmıyordum. Oysa canım babacığım öldüğünde bile pek fazla ağlayamamıştım.
Utanması gerekenler utansınlar diye, mektubu olduğu gibi aşağıya alıyorum.
“Bir Aydına Mektup,
Merhaba. Elbette bu mektubun tek muhatabı sen değilsin. Bilmiyorum, böyle (belki sana göre çok ağır) bir taşı kaldırabilecek kadar engin mi yüreğin? Ama hiç sakınmadan ‘Ben aydınım’ diyebiliyorsan; bırakalım aydın olmayı, insan olma iddiasındaysan sonuna dek oku bu satırları!
Kiminiz paylaşmadı-paylaşmıyor değil söyleyeceklerimi. Hatta çoğunuzun kalemi tercümanlık yaptı duygularımıza. Köşelerinizde yazılarınızı okuduk-okuyoruz hem mutlu, hem buruk. Diyeceğim, aydın olma hükümlülüğünün anlık parlamalar misali dile gelen birkaç yazıyla bitip bitmediği! Çözüm sadece yeri geldiğinde kalem oynatıp köşeye çekilmek olamaz kuşkusuz. Sonuna kadar unutmayan-unutmayacak olan belleklerinizi izdüşümünü, pratikte alacağınız tutumla ortaya koyabilecek iradeyi çatır çatır konuşturmadıkça görev bitmez. Aydınlar toplumun belleği, sesi olmaya zorunludurlar ve nokta koyamayacağınız sonsuz bir süreçtir bu. O yüzden sizlerin de okumasını isterim bu satırları; ki bir şeyler yapmış olmanın yetinme duygusuyla sessizliğe gömülmeyesiniz.
İşte bu Ulucanlar’ın fotoğrafı! (Ankara Merkez Cezaevi’nden söz ediyor.) Gerçekten görebilmeyi çok isterdim, ilk baktığında gözlerine yerleşen ifadeyi. İçinde küçücük de olsa bir sızı olmadan bakabiliyor musun bu fotoğraflara? Bu kadar cüretkarsa gözlerin ve bu kadar ‘babayiğitse’ yüreğin, bu karelerden ne yansıyor senin aydınlığına? Hangi kelimeler gelip takılıyor dudaklarının ucuna? Neyin aynası bu kan revan ‘cesetler!’?...
Belki çoktan unuttun! Ama bilmem hatırlar mısın Eylül’ün 26’sını?
Kimbilir sen bir masa başında “Avrupa Birliği… Demokrasi… İnsan Hakları…” diye uzayıp giden sözcüklerin arasında umutlu kulaçlar atarken, ben boynundan vurulmuş, sesini kaybetmiş arkadaşımı avludan koğuşa taşıyordum kurşunların, gaz lambalarının, kancaların, tazyikli suların arasında. Kollarım kanla yıkanmıştı. Sayın Aydı, candan yakın arkadaşımın kanıyla! Oysa ne ateşli, oysa ne tatlı, ne güzeldi senin sözlerin.
Ve sen sustun… Senin aydınlığının sağırlığında vurulduk o gece.
Kimbilir belki sen, güzel yarınlara dair parlak cümleler diziyordun peş peşe; gazetende bir köşen vardı elbet, hatırı sayılır, ağır. Sen kalemlerin-kağıtların arasında uğraşırken, sen bilgisayar tuşlarında dolaşırken, ben dostumun dipçik darbeleriyle kırılan kaburga kemiklerinin sesini dinliyordum yarı baygın bir halde, kelepçeler oturmuş bileklerime. Kulaklarım duyuyor olduklarına utandılar o gece Sayın Aydın. Oysa ne cüretkar, ne coşkun, ne sıkıydı senin köşenin satırları!
Ve sen sustun… Senin aydınlığının sağırlığında vurulduk o gece.
Kimbilir belki sen, “barış” diyordun, “Helsinki” diyordun, “olacak2 diyordun.
Kimbilir belki sen, alev saçlı çocuğunun saçlarını okşuyordun.
Kimbilir belki sen, sıcacık yatağında uyuyordun Sayın Aydın UYUYORDUN!!!
Ve ben…
26 Eylül… adam boyu köpüğün altında aradığımız ölüler-yaralılar. 26 Eylül… sopa postal, dipçik, demir çubuk sağanağı. 26 Eylül… onlarca yaralı-sakat. 26 Eylül… “On ölü!”
Yaşam bir parça ‘aydınlığa’ hasretti o gece. Yaşam bir küçük sese kulak vermişti o gece.
Ve sen sustun Sayın Aydın ve sen sustun! Senin aydınlığında zifiri karanlığa gömüldü sabahın gözleri, senin aydınlığınla köreldi insanlığın yüreği.
Daha fazla… daha fazla… çığlıklarıyla sakın ola kan damlatmasın kalemin.
“Üç maymun” kılığında, kapalı kapılarla örtülü dört duvar sağır bir hücreye dönüşmesin yüreğin.
Bu fotoğraflara alışmasın belleğin.
Ve şimdi bizi binlerce yıllık dört duvarlarlar yargılıyorlar ve şimdi bizi “kurtulduk” suçlamasıyla DGM kılıcının altında bekletiyorlar. On yıl, yüzyıl, yüzelli yıl umurumuzda değil sayın aydın, yaşamın rengi olmaya devam edeceğiz! Ya sen?
F tipi (hücre tipi cezaevinden söz ediyor)… Sırtı pek, ardı sağlam sistem çocuklarına keyf-i sefa… İki günde bir cep telefonu servisi, lahmacun krizi, derin görevlerin hediyesi…
Artık susma! Eğer ki aydınım diyorsan, eğer ki insan olma iddiasındaysan susma, susm, su…
Susma, susma ki biraz da senin aydınlığında ışıldasın çocukların gözleri.
Susma, susma ki birazda senin aydınlığında çizilsin insanlığın resmi.
Dur, sakın dudak bükme o bildik, ‘bu kadar mı’ havalarında. ‘Ben zaten…’ Senin bildiğini ben de biliyorum Sayın Aydın, ki sorun…
Bir insan”
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.