Batı Sömürgecilik tarihinde, bir elinde incil diğer elinde medeniyet götürme argümanları ile Afrika ve Amerika yerel halklarına uygulanan jenosidin bir benzerini Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinden kendini Batılı tarzda var etmeye çalışan Türkiye Cumhuriyeti, Dersim’in Kızılbaş Kürtlerine karşı, bir elinde Kuran diğer elinde ise medeniyet söylemleriyle, korkunç bir katliam yaptı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal’in yönettiği hükümet toplantılarında Dersim, koloni kapsamında ele alındı ve 1937-1938 Dersim Tertelesi hareketi bu çerçevede planlanarak uygulanmaya başlandı.
Batı Sömürgecilik tarihinde, bir elinde incil diğer elinde medeniyet götürme argümanları ile Afrika ve Amerika yerel halklarına uygulanan jenosidin bir benzerini Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinden kendini Batılı tarzda var etmeye çalışan Türkiye Cumhuriyeti, Dersim’in Kızılbaş Kürtlerine karşı, bir elinde Kuran diğer elinde ise medeniyet söylemleriyle, korkunç bir katliam yaptı.
Kemalist sistem Kürt toplumunun en güçlü belleğini oluşturan ve ayakta tutan, kadın ve kız çocuklarını sistemleştirdiği bu politikayla tümden yok etmeye çalıştı. Dersim halkı bu vahşeti kendi vicdanında yargılarken, bu uygulamayı Kızların jenosidi (Tertele Çineku) olarak tanımladı.
Yazar, Belgeselci ve Yönetmen Nezahat Gündoğan ile Kazım Gündoğan Dersim kıyamında Kadınlara ve kız çocuklarına uygulanan sistemli devlet politikasının izini gerçek tanıklar üzerinden sürdürerek gün yüzüne çıkarttı. Kürt, Türk ve dünya kamuoyu bu çalışma sonucunda Dersim’in kayıp kız çocukları kuşağının yaşadığı sistemli politikanın vahşet boyutunu öğrendi.
Araştırmacı Yazar ve Yönetmen Nezahat Gündoğan ile Dersim’in Kayıp Kızları: "Tertele Çeneku" kitabının oluşum hikayesini, Türkiye Cumhuriyeti’nin kız çocukları üzerinden uygulamaya koyduğu sistemli siyasetini, Dersim kadınları ve kız çocuklarına uygulanan politikanın, IŞİD’in Şengal Ezidi Soykırımında Ezidi kadınlara uyguladığı siyasetle benzerliğini ve Tertele Çeneku’nun dünya insanlık vicdanında yer alması için yaptıkları çalışmalarını konuştuk.
Dersim’in Kayıp Kızları “Tertelê Çêneku” kitabınızın oluşum fikri ve sürecini bize anlatır mısınız?
2004 yılında Dersim üzerine çalışmaya başladık. O zaman, Munzur Çayı üzerinde yapılan barajları konu alan bir belgesel film üzerine çalışıyorduk. Dersim tarihi bizim için bilinmezlerle doluydu. İlk belgesel çalışması yapınca bunu çok daha iyi fark ettik açıkçası. İlk belgesel filmimiz “Munzur Akmazsa’yı yaptığımızda hemen hemen herkes, yani birinci, ikinci, üçüncü kuşaktakiler ‘38’e atıfta bulunuyordu; “Biz 38'de de bu topraklardan sürüldük, bu topraklar 38'de de insansızlaştırıldı.” Barajların yapılmasıyla yaşanacak göçlere dair bu göndermeler beynimize adeta saplandı. O güne kadar, Dersim’de devlet zulüm uygulamış halk da isyan etmişti, biliyorduk. Peki ne olmuştu Dersim’de? Bunun cevabını bulmak için tanıklara başvurmaya karar verdik.
“Önceliğimiz, bu insanlar göçüp gitmeden tanıklıklarını kayıt altına almaktı”
Dersim tarihine ilişkin çalışma yapmaya başladık. İlk iş olarak 1937-38 tanıkları, o dönemin çocukları diyebileceğimiz insanlara ulaşmaya çalıştık. Onlar da yaşlı insanlardı ve artık birer birer göçmeye başlamışlardı. Hızlı hareket etmemiz gerekiyordu. Gerek Dersim’de, gerekse de Türkiye'nin dört bir yanında ve yurtdışında yaşayan tanıklara bir an önce ulaşmamız gerekiyordu. O günün koşullarında bu tanıklarla konuşmak çok kolay değildi, çünkü hala yoğun biçimde sürecin travmalarını taşıyorlardı ve korkuyorlardı. Doğal olarak konuşmak istemiyorlardı. Yıllarca çocuklarına bile anlatmadıkları gerçekleri, tanıklıklarını kamuoyu ile paylaşmak kolay bir şey değil. Dersim katliamını gerçekleştiren zihniyetin hala tüm acımasızlığıyla iktidarda olduğu düşünülürse, o insanların çekinceleri çok rahat anlaşılır. Çalışmaya başladığımızda, bir film ya da bir kitap çalışması yapalım diye somut bir planımız yoktu. Önceliğimiz, bu insanlar göçüp gitmeden tanıklıklarını kayıt altına almaktı. Aslında araştırmanın ve hakikatin kendisi, bizi ne yapacağımıza, nasıl yapacağımıza dair yönlendirdi diyebilirim.
“Kayıtların tarihe bir belge olarak kalmasını ve ileride yapılacak çalışmalarda değerlendirilmesini amaçlıyorduk”
Bu kayıtların tarihe bir belge olarak kalmasını ve ileride yapılacak çalışmalarda değerlendirilmesini amaçlıyorduk. Böylece alan çalışması yapmaya başladığımızda, hem kafamızdaki sorular cevaplanıyordu, hem yeni sorular sormaya başlıyorduk. Böylece adım adım hakikatin kendisine ulaşmaya başlamıştık. Bir taraftan genel tanıklarla görüşürken öbür taraftan da özellikle kız çocuklarının, kadınların yaşadıklarının anlatılması gerektiğine karar verdik. Çünkü, eğer kadınların ve çocukların yaşadıklarını anlatırsak, Dersim’de neler olduğunu, neler yaşandığını, nasıl bir vahşettin uygulandığını gün yüzüne çıkarabilirdik.
“Kız çocuklarının asimilasyon amaçlı asker ailelerine dağıtılmasını gün yüzüne çıkardık”
Bu araştırma sürecinde, katliam ve sonrasında, asimilasyon amaçlı köklerinden koparılan kız çocuklarının varlığını tespit ettik. Özel olarak bu konuya yoğunlaştık. Gerek köklerinden koparılan kız çocuklarını gerekse de onların yakınlarını, hatta onları götüren askerlerin yakınlarını araştırdık ve görüşmeye başladık. Bu araştırma ile Dersim Soykırımında yaşanan bir gerçeği, kız çocuklarının asimilasyon amaçlı asker ailelerine dağıtılmasını gün yüzüne çıkardık ve “Dersim’in kayıp kızları” olarak kavramsallaştırdık.
Bu çalışmanızla, 1938 Dersim Kayıp Kızların’ın devletin sistemli politikası ile alındığı ortaya çıkartıldı ve belgelendi. Bunun deşifrasyonu nasıl gelişti? Açığa çıkan bu gerçeklik sonrasında nasıl tepkiler aldınız?
Bir taraftan çok yoğun biçimde alan çalışması yapıyorduk. Özellikle, Dersim'in kayıp kızlarının izlerini sürmeye yoğunlaştık. Türkiye'nin dört bir yanında, hatta yurtdışında onların izini sürmeye çalışıyorduk. Soykırımı tanıkları ile yaptığımız görüşmelerde, kayıp bir yakını olup olmadığını ya da köyünden, bölgesinden kayıp bir kız çocuğu olup olmadığını muhakkak soruyorduk. Köklerinden koparılan kızlarla yaptığımız görüşmeler çok çok önemliydi. Hem soykırım mağdurları, hem de bütün yaşamı boyunca soykırımın izlerini taşıyan tanıklardı. Asimilasyonun nasıl uygulandığını en iyi onlardan dinleyecektik. Bir taraftan tanıklarla yaptığımız görüşmeler devam ederken bir taraftan da hem Cumhuriyet politikalarını yeniden okuyup araştırıyor, hem de Dersime dair bugüne kadar var olan belgeleri, bilgileri yeniden gözden geçiriyorduk.
“Ermeni ve Rum çocuklarının yaşadıklarını, Dersim’in kayıp kızları için yeniden incelemeye başladık”
Elbette ki, sadece bununla da sınırlı kalmadık. Anadolu topraklarında daha önce soykırımlara, katliamlara maruz kalmış halkların yaşadıklarını da yeniden ele aldık. Örneğin, Ermeni ve Rum çocuklarının yaşadıklarını yeniden incelemeye başladık. Bu konuda yayınlanmış kitapların, romanların, anıların hepsini yeniden gözden geçirmeye çalıştık. Ayrıca 1900'lerde başlayan uluslaşma, özellikle de tek etnik kökene dayalı uluslaşma süreçlerini gerçekleştiren devletlerin tarihlerine baktık. Asimilasyona, katliama maruz kalmış halkların, toplulukların yaşadıklarını yeniden inceledik. Örneğin Aborjinlerin yaşadığı çok çarpıcıydı bizim açımızdan ve Dersim halkının yaşadıklarıyla çok benzerlikleri vardı. Aborjinlerin kız çocukları da asimilasyon amaçlı köklerinden koparılmış ve özel bir politikaya maruz bırakılmış. Keza, Latin Amerika'da Mayaların, İnkaların çocukları, Arjantin'de solcuların çocukları, Hitler döneminde Balkanlarda ve Avrupa'da yaşayan birçok halkın çocukları yine benzer politikalarla köklerinden koparılıp bir ideoloji doğrultusunda, ulus devlet yaratma ya da Aryan ırk yaratma adı altında asimilasyona maruz bırakılmışlardır. Bir toplumun çocuklarını başka bir topluma dahil etme politikası Birleşmiş Milletler soykırım maddelerinden biridir. Aslında Dersim'de yaşanan soykırımı -ki bütün diğer maddeleri şu ya da bu şekilde açığa çıkmıştı- Desim’in kayıp kızları çalışmasıyla ile birlikte tüm yönleriyle açığa çıktı ve gündeme taşınmış oldu.
“Dersim Soykırımı’nda Birleşmiş Milletler soykırım kriterlerinin bütün maddelerinin uygulandığı gerçeği de böylelikle gün yüzüne çıkmış oldu”
Belli bir zamana kadar çalışmayı mümkün olduğunca, oldukça sessiz ve çok boyutlandırmadan yürütmeye çalışıyorduk. Çünkü çalışmanın engellenmesi ve görüştüğümüz kişilerin konuşmaktan vazgeçirilmesi ihtimali ile karşı karşıyaydık. Onun için, mümkün olduğunca sınırlı görüşmelerle ve mümkün olduğunca kendi olanaklarımızla, dar bir çevreyle bir çalışma yürütüyorduk. 2009 yılında, Türkiye'de Kürt, Alevi, Ermeni açılımlarının ve Kürt ulusal hareketi ile barış görüşmelerinin yapıldığı bir süreçte çalışmamız basına taşındı.
“Türkiye'nin gündemine, Dersim'in Kayıp Kızları ile beraber Dersim katliamı taşınmış oldu”
Sabah gazetesinde bir röportajla ilk defa Dersim'in ismi olumlu ve lehte bir konuyla manşetten gündeme taşındı. Gerçekten çok büyük etki yaratmıştı, açıkçası biz de çalışmanın başından böyle bir gelişme ile karşı karşıya kalacağımızı tahmin etmiyorduk. Daha uzun bir süreden sonra gündeme taşınmasını bekliyorduk. Basında yer alması ile birlikte hem tanıklarla konuşmak daha rahat oldu, hem de harekata katılmış kişiler ve onların çocukları, torunlarına da ulaşmaya başladık. Dolayısıyla Türkiye'nin gündemine Dersim'in Kayıp Kızları ile beraber Dersim tarihi, Dersim katliamı taşınmış oldu. Yıllar sonra ilk defa Dersim kamusal alanda ve bu boyutta tartışılmış oldu. Bu arada hem yazılı hem görsel basında konu çok fazlasıyla işlendi. Filmlerimiz film festivalleriyle, özel gösterimlerle, üniversitelerdeki gösterimlerle çok geniş kesimlere ulaştı. Sonrası, Dersim katliamı ya da Dersim'in Kayıp Kızları konusunda birçok üniversitede yüksek lisans ya da doktora çalışması yapanlar oldu. “İki Tutam Saç-Dersim’in Kayıp Kızları”, “Hay Way Zaman”, “Vank’ın Çocukları” belgesel filmlerini yaptık. “Dersim’in Kayıp Kızları-Tertelu Çeneku” ve “Keşiş’in Çocukları” kitaplarını yayınladık.
Dersim’de kız çocuklarının 1926’dan 1950’lere kadar bir devlet politikası ile ailelerden koparılıp, alıkonulduklarını belirtiyorsunuz. Bu politika hangi amaçla, nasıl başlatılıyor ve devam ettiriliyor?
Elbette kız çocuklarını köklerinden koparmak ve asimilasyona tabi tutmak, sadece Türkiye Cumhuriyeti'nde uygulanan bir politika değil. Farklı süreçlerde, farklı coğrafyalarda uygulanan bir politika olarak süregelmiş. Cumhuriyet’in Osmanlı'dan devraldığı bir politika. Bu anlamda bu politikayı devletin sürekliliğinde görüyoruz. Yani Osmanlı'dan Cumhuriyet’e İslamcı-Türkçü ideolojinin nasıl devam ettiğini görüyoruz. Anadolu topraklarında yaşayan diğer milletlerden, uluslardan, inançlardan insanlar hep katliamcı ve asimilasyoncu siyasetle ele alındı. Dersim’de bu politikalar doruk noktasında uygulandı diyebiliriz. Bu konuda ciddi tecrübeler ve deneyimler olduğunu söyleyebiliriz.
Dersim'de kız çocuklarından “sağlıklı”, “güzel” olanlar harekata katılan rütbeli askerlere pay ediliyor. Geriye kalanlar da trenlere doldurulup Batı illerinin istasyonlarında, bölgede yaşayan eşraf kesime pay ediliyor.
“1926'da Koçuşağı aşiretine yapılan harekat sürecinde, 60'a yakın kadın ve kız çocuğu Kayseri'de, asimilasyon amaçlı Türk ve Sünni ailelere veriliyor”
Yaptığımız araştırmalarda gördük ki, 1926'da Koçuşağı aşiretine yapılan harekat sürecinde, 83 kadın ve çocuk Kayseri'de, yine asimilasyon amaçlı Türk ve Sünni ailelere veriliyor. Bunu bir belgeden öğrendik. Maalesef bu kadın ve çocukların akıbetini öğrenemedik. Soykırımdan sonra 50'lere kadar bu politikanın devam ettiğini söyleyebiliriz. Soykırım sürecindeki kadar yoğun olmasa da bu politika devam ediyor. Elazığ'da Sıdıka Avar’ın müdürlüğünü yaptığı Kız Enstitüsü, sürgüne gönderilmeyip Dersim'de kalan ailelerin kız çocuklarının Jandarma zoruyla toplatıldıkları ve asimilasyona uğratıldığı bir merkez. Kızlar bu okulun yatılı bölümüne yerleştiriliyor. Yapılan araştırmalar sonucu, zaman zaman bu okuldan da kızların Türk-Müslüman ailelere verildiğini öğrendik. Dersim’in etnik (Kürt, Ermeni, Zaza) ve inanç (Alevi-Kızılbaş ve Hristiyan) olarak kozmopolit yapısından kaynaklı, geçmişten beri kız çocukları, bu politikanın bir parçası olarak, yani Türkleştirilmek ve Müslümanlaştırılmak amacıyla köklerinden koparılmış.
Dersim’in Kız çocukları hangi yöntemlerle ailelerinden kopartılıp, kaçırılıyor, hangi merkezlerde toplatılıyor? Bu süreçlerde ne tür uygulamalarla karşılaşıyorlar?
Öncelikle şunu belirteyim, soykırımda çocuklar ya da kız çocukları öldürülmedi diye bir algı oluşmasın. Kadın, çoluk çocuk, erkek ayırt etmeksizin, anne karnındaki bebekleri dahi katlediyorlar. Harekat zaten belli bir süreyi kapsıyor, o süreçte yani 15-20 günde öldürülen öldürülecek, geriye kalanların önemli kısmı sürgüne gönderilecek… bu planlama önceden yapılmış. Dolayısıyla o süreçte birçok çocuk zaten katlediliyor. Kız çocukları katliam sürecinde, sürgün sürecinde, aileleri yaşayanlar da dahil olmak üzere köklerinden koparılıyor, subaylara orada pay ediliyor. Böylesi bir talimat verilmiş rütbeli askerlere. Örneğin Kazım Orbay’ın evinde iki kız çocuğu var, amca kızları bunlar.
“Kız çocukları tren hattının geçtiği yerler esas alınarak, Erzincan, Elazığ, Sivas gibi merkezlerde toplatıldılar”
Soykırım sürecinde sürgüne göndereceklerini iki ana merkezde topluyorlar; Erzincan ve Elazığ. Erzincan'dakileri kamyonlarla –tren hattı henüz Erzincan’a kadar gelmediği için- Sivas'a götürüp oradan trenlerle Batıya sürgüne gönderiliyor. Elazığ'dakiler, Elazığ üzerinden Batıya sürgüne gönderiliyor. Kız cocukları da bu sürgün merkezlerinden gönderiliyor. Kızların bir kısmı tren istasyonlardaki memurlara verilerek oradaki eşrafa dağıtılması emrediliyor. Buradaki amaç, Cumhuriyet politikalarıyla bütünleşmiş aileler tarafından kızların asimilasyonunu gerçekleştirmek.
“Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni çocuklara uyguladığı asimülasyon yöntemini Türkiye Cumhuriyeti Dersimli kız çocuklarına uyguladı”
O günkü koşulları düşündüğümüzde, tümüyle yatılı okullar üzerinden asimilasyon gerçekleştirmek mümkün değil. Çünkü yeteri kadar okul yok. Ev içerisinde asimile etme siyasetinin, Ermeni Soykırımı döneminde Ermeni çocuklar üzerinde uygulandığını biliyoruz. Dersimli kızlar yeni yaratılan Türk ve Müslüman ulusunun bir ferdi yapılması hedefleniyor, ki bunu bizzat raporlarda, belgelerde görüyoruz. ‘Yeni bir ulus yaratıyoruz. Bunun için aile çok önemli, ailede de kadın çok belirleyicidir. Türk kültürünü ve dilini yeni kuşaklara taşıyacak olan kadındır’ siyaseti üzerine oturan bir asimilasyon süreci...
“5 ile 10 yaş arasındaki çocukların seçilmesinin nedeni daha rahat kalıba dökmek, şekillendirmek”
Özellikle 5 ile 10 yaş arasındaki çocuklar tabii ki bilinçli olarak belirlenmiş. Bu yaştaki kız çocukları henüz kendi kültürleri, inançları, dilleriyle tam olarak bütünleşmemiştir. Dolayısıyla bunları yeniden kalıba dökmek, şekillendirmek, yani asimile etmek daha rahat gerçekleşir. Köklerinden koparılmış çocukların, yani günümüzün yaşlı kadınlarıyla görüştüğümüzde bu politikanın nasıl hayat bulduğunu gördük. Kısa sürede aileleriyle yeniden buluşmamış, yani köklerine dönememiş çocuklar ya da kadınlar ciddi asimilasyona tabi tutulmuş. Tamamen Türkleşmiş, kendi kültürüne, inancına yabancılaşmış. Hatta içlerinde tarikat üyesi olan, hacca gidenlerle karşılaştık. Bunların içerisinde Ermeni çocukları da var. Aslıhan Kiremitçiyan, bu kadınlardan biri. Görüştüğümüzde yaşına rağmen Ramazan orucunu tam tutuyordu.
Evlatlık olarak verilen kızların bazıları ölü gösterilip, onlara yeni ana - baba adı, yeni soyadı veriliyor. Bu çocukların evrakları üzerinde neden bu düzeyde tahrip yapılıyor, neler amaçlanıyor? Aileler nezdinde bu kız çocuklarına verilen statü nedir? Bu kız çocukları özellikle mi okutulmuyorlar?
Katliam sürecinde çocukları kayıp olan ya da kaçırılan aileler, sürgüne gönderildikleri yerlerde de çocuklarını aramaya devam ediyorlar. Eğer bu çocuklar belli bir bilince sahipse ve köklerine dair bilgileri varsa onlar da araştırmalarını gizli de olsa sürdürüyorlar. Kimliklerinin tamamen değiştirilmesinin bir yanı ailelerine ya da köklerine dair tüm izleri silmek. Ailelerin çocuklarını bulmasının önüne geçmek. Ama esasta ise, asimile etmek. Mesela, kızların isimleri Kürtçe ve Zazaca ise, muhakkak değiştiriyorlar. Türkçe bir isim veriyorlar. Hiç tanımadıkları kişilerin kütüklerine yazdırıyorlar ki, çocuklar geçmişini tamamen unutsun. Türk ve Sünni bilinciyle şekillensin, geçmişini, kimliğini, kültürünü red etsin ve utansın.
Filmimizin danışmanlarından, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden Ferhunde Özbay’ın Osmanlı son dönemine kadar Rum ve Ermeni çocukların ev içinde asimilasyonuna ilişkin çok önemli araştırmaları mevcut. Cumhuriyet dönemine ilişkin bir çalışması yoktu. Bizim çalışmamızla cumhuriyet dönemindeki “evlatlık verilme” politikasını gündemine aldı. Aslında çok daha geriye gittiğimizde, asimilasyon politikası modern toplumların, kapitalist toplumların süreci ile sınırlı olmadığını öğreniyoruz. Ferhunde Özbay kölelikten cariyeliğe evlatlık kurumuna evrilen ev içinde asimilasyon politikalarını etraflıca araştırmış ve irdelemiş. Bu konulara dair çalışmalar yapmış birisi. Bu arada, “evlatlık” kavramını sözcük anlamı ile söylersek kendi nüfusuna geçirmek için alınan çocuklar dahil olmak üzere, ev içerisinde besleme statüsündeki hizmetinden yararlanan bütün çocuklar kapsayan bir kavram.
“Çocuklar kanuna aykırı olarak evlerde tutuluyor, asgari bir Türk kadınının Müslüman kadının öğrenmesi gerekeni öğretiyorlar”
Dersim açısından “evlatlık” kavramı politik amaçlı olduğu için tamamen asimilasyonu içeriyor. Hizmetinden yaralanmak gibi öncelikli amaç barındırmıyor. Bu ailelerin zaten ev işlerini yapan görevlileri var. 1928 yılında kabul edilen medeni kanuna aykırı bir süreç işleniyor. Çocuklar kanuna aykırı olarak evlerde tutuluyor, nüfuslarına geçirmiyorlar. Politik amaçlı olduğu için bunu daha özel değerlendirmek gerekiyor. Kızların hiç birisi kütüklerine geçirilmiyor, soyadlarını vermeye layık görmedikleri gibi miraslarından de yaralanmalarını istemiyorlar. Okutulmuyorlar, meslek sahibi olup toplumda kendi statülerinde konumlanmalarını da istemiyorlar. Asgari bir Türk kadınının Müslüman kadının öğrenmesi gerekeni öğretiyorlar. Türkçe konuşan, ev işlerini yapan, Türk ulusuna çocuklar doğuran, müslüman kadınlar olsun istiyorlar. Bunun dışında statü kazanmaları engelleniyor. Evin beyi ya da oğlu tarafından cinsel istismara maruz kalanların sayısı da az değil.
Dersim Hozat ve Ovacık ilçelerinden en fazla kız çocukları organizeli bir şekilde toplayan ve subay ailelerine dağıtımını yapan kişi Sırrı Yüzbaşı takma isimli Numan Ergin’dir. Bu kişi nasıl bir organizasyon oluşturuyor ve işletiyor? Yaptıklarından dolayı nasıl bir göreve getiriliyor?
Tabii ki, tek başına Sırrı Yüzbaşı meselesi değil. Merkezi politika uygulanıyor. Sırrı Yüzbaşı bu politikayı çok içselleştirerek uygulayanlardan biri. Yerelde bu politikayı uygulayabilecek işbirlikçileri de iyi örgütlüyor. Araştırmalarımız sonucu onun bölgesinden çok kız çocuğu götürüldüğünü söyleyebiliriz. Bu kişinin akıbeti hakkında bilgimiz yok. Bazı ipuçlarını elde ettik ama somutlaştıramadık. Akrabalarını bulmak, onlar üzerinde bazı bilgilere ulaşmayı istiyorduk. Varsa ondan kalan bilgi, belgelere ulaşmak önemliydi.
Dersim kıyamında Musa Aslan’ın annesi Alay Komutanı tarafından tecavüze uğruyor ardından tecavüzcüsü tarafından öldürülüyor. Hüseyin Ağa’nın yeni gelin olan güzel kızı, başka bir komutanın teklifini reddettiği için oracıkta öldürülüyor. Dersim Kıyamında kadınların uğradığı cinsel şiddet ve taciz olaylarının boyutu nedir?
Dersim raporlarında şöyle yazar, “Dersim bir koloni olarak ele alınmalı” Toprakları işgal edilmesi, katledilmesi, mallarına el konulması gereken bir bölge olarak tanımlanır. Toprak-kadın ilişkisinin işgalci anlayışlar açısından kopmaz bağı vardır. Toprak nasıl işgal ediliyorsa, kadın da bu bağlamda ele alınıyor. Doğurganlığı, kültürün ve soyun devam ettirici olması, katliamı gerçekleştirenler tarafından kadının özel hedef alınmasına neden oluyor. Harekata katılan askerler üstleri tarafından, ‘Dersimlilerin rafizi olduğu, Kızılbaş katledenin cennete gideceği, onların malına el koymanın caiz olduğu’ şeklinde motive ediliyorlar. Kız çocuklarına el koymak, kadınlarına tecavüz etmek bu politikanın bir parçası olarak gerçekleştiriliyor. Bir kadını Müslüman yapmak onlara ‘cennetin kapılarını’ açıyor...
Tanık anlatımlarından, kadınların askerlerin eline geçmemek için kendilerini Munzur suyuna, kayalıklardan aşağı attıklarını kayıt altına aldık. Askerlerin, ‘benimle gelirsen seni öldürmeyeceğim’ vaadinde bulunmasına rağmen kabul etmeyip katledilen kadınların öykülerini dinledik. Tarih boyunca bir çok katliam ve soykırım süreçlerinde bu tür örneklere rastlamak mümkün. Katliamı gerçekleştiren de katliama maruz kalan da benzer tavırlar sergiliyor. Soykırımcı, katliamcı zihniyet için kadın her zaman özel hedeftir.
Dersim kıyamında çocukların önünde anne ve babaları subaylar tarfından katledildi. Aynı subaylar katlettikleri anne ve babaların kız çocuklarını evlatlık ya da eş olarak aldı. Zarife Doğan da bu kızlardan birisi. Bize bu olayı ve varsa buna benzer olayları açabilir misiniz?
Kitapta yer aldığı gibi Zarife Doğan’ı götüren asker onunla evleniyor. Tesadüf sonucu bu askerin babasını, akrabalarını katleden kişi olduğunu öğreniyor. Ondan duyduklarıyla ailesinin izini sürüyor ve buluyor. Daha sonra ailesinin intikamını almak için adamı öldürüyor.
Yıllarca bu askerlerin yanında yaşayan kızların bazıları da geçmişi tamamen yok sayarak ve kapatarak yaşama tutunmaya çalışıyorlar. Bir de sürekli bu aileler tarfından psikolojik baskı altında tutuluyorlar; ‘Tüm yaşadıkların ailen yüzünden, onlar eşkiyaydı, sen bizim sayemizde yaşıyorsun’ diyerek kızların ailelerinden dolayı suçluluk yaşamalarına ve onlara minnet duymalarına neden oluyorlar.
Kenan Evren’in eşi Sekine Evren için Hayri Koç “Benim amcamın torunudur” diyor. Bu konu hakkında ulaştığınız bilgiler nelerdir? Yine sanatçı Demet Sağıroğlu’nun dedesinin Dersim kayıp kızlarını evinde cariyeleştirdiği belirtiliyor. Bu aileler kayıp kızlara nasıl davranmışlar?
Sekine Evren’e dair hem Hayri Koç'un hem de başka tanıkların anlatımına kitapta oldukça geniş yer verdik. Bu konu hakkında tüm diğer öykülerde olduğu gibi kapsamlı araştırma yaptık. Alaşehir'e de gittik, Sekine Evren’in kardeşi olarak bilinen kişi ile de görüştük. Gerek onunla yaptığımız görüşmeler, gerek Alaşehir'de yaptığımız etraflıca araştırmalar var. Sekine Evren’in okuduğu iddaa edilen ilkokulda kaydının olmamasını, öyküsündeki bir çok tutarsızlık ve boşlukl oluşunu ortaya koyduk. Bunlara Sekine Evren’in ailesi itiraz etmedi, doğru olmasaydı tavırları farklı olurdu. Her şeyden önce Hayri Koç'un anlatımı ve Sekine’nin akrabalarının anlatımı var. Tümünü birleştirdiğimizde Sekine’nin Alaşehir'de zengin bir bağcının kızı olmadığı gerçeği ortaya çıkıyor. 1980’li yıllarda Sekine’nin ailesinin yaptığı araştırmalarda oluyor ve Kenan Evren'e mektup yazıyorlar. Fakat nedense bu konu birden kapatılıyor. Evren’in gücünü, konumunu düşününce bu konuda baskı uygulamış olması muhtemel...
“Sağıroğlu ailesinin evinde Dersim’in kızlarının olduğunu tanıklardan öğrendik”
Bize ulaşan başka öyküler de var. Bazıları isimlerinin açıklanmasını istemediler, bazıları konuşmaktan çekindi. Erzincan'da Sağıroğlu ailesinin evinde Dersim’in kızlarının olduğunu tanıklardan öğrendik. Fakat bu çocuklara ulaşma şansımız olmadı. Çünkü bu çalışmaları kendi olanaklarımızla yürüttük. Önemi tartışmasız, politik ve tarihsel arka planı olan böylesi çalışma ve araştırmalar kurumsal yürütülmesi gerekiyor. Bir de siyasal atmosferi düşündüğümüzde bu konuyu konuşmak ve gündeme getirmek çok basit bir şey değil.
Dersim’in kayıp kızlarının aileleri o dönemde kızlarını bulmak için neler yapmışlar? Arama yöntemlerini neye dayalı olarak geliştirmişler, neyle karşılaşmışlar? Kızlarını bulup alanlar olmuş mu?
Soykırımdan sonra Dersimliler arasında, ölenler, kalanlar, sürgüne gönderilenler, kayıplar hakkında inanılmaz bir ağ oluşuyor. Askerler tarafından götürüldüğü bilinen kız çocukları varsa, anne babası yaşamıyorsa bile yakınları bu kız çocukların peşine düşmüşler. Uzun süre onları aramışlar. Kimileri uzun yıllar sonra birbirlerini bulmuş. Eğer kızlar da geçmişine dair bir şeyler hatırlıyorlarsa onlar da ailelerini bulmaya çalışmışlar. Kimi bulmuş kimi bulamamış. Bazıları da bizim araştırmalarımız sonucunda buluştu. Şunu belirtmeliyim ki, demokratik olmayan ortamlarda büyümüş ve evlenmiş kadınlar, ailelerini bulmakta zorlanırken, Alevi ya da demokrat birisiyle evlenmiş kadınlar, ailelerini arama ve bulmada destek görmüşlerdir.
Dersimliler hala kayıp yakınlarını aramayı sürdürüyorlar. Dersim’in kayıp amca kızlarından Sakine ve Şemsi’yi aileleri sürgün sürecinde aramışlar. Hatta Genelkurmay’a dilekçiler yazmışlar. Aile çocukların izlerine rastlıyor ama bulamıyorlar. Birinci kuşaktan kişiler yaşamasa da Sakine ve Şemsi’yi geride kalan yakınları aramaya devam ediyor. Yaşamıyorlarsa bile mezarlarını bulmayı, mezarlarından toprak alıp anne babalarının mezarlarına götürerek buluşturmak istiyorlar.
Bazı kişiler kendi çocuklarını, yakınlarını ararken başka Dersimli kızları buluyorlar. Onların aileleriyle buluşmalarını sağlıyorlar.
1938 Dersim kızları gibi başka örnekler var mıdır? Bunlarla ortak platformlarda kendi çalışmanızı temsilen biraraya geldiniz mi, ne tür tepkilerle karşılaştınız?
Dersim Soykırımı’nın ve Dersim’in kayıp kızlarının insanlık vicdanında yer alması için çaba sarf ettik/ediyoruz. İnsanlığa karşı işlenmiş suçların teşhir edilmesi kadar benzer acıları yaşamış, benzer politikalara maruz kalmış halkların acılarını ve mücadelesini birleştirmek önemli.
“Türkiye Cumhuriyeti, Dersim’in kız çocuklarını Türkleştirmek ve Müslümanlaştırmak için asker ailelerine ve eşrafa pay etti”
Geçen sene Berlin'de bir konferansa katıldım, “Soykırımda Kadınlar” başlıklı bir konferanstı. Günümüzde, geçmişte katliam ve soykırımlarda kadınların ve çocukların yaşadıklarını konu alıyordu. Ben de Dersim'in Kayıp Kızları bildirisini sunmuştum. Aynı oturumda başka bir konuşmacıda Hitler döneminde, Aryan ırk yaratmak için ailelerinden koparılmış çocuklara dair yaptığı araştırmayı sunmuştu. Yaklaşık aynı dönemler, birinde Aryan ırk yaratmak için Avrupa’nın bir çok ülkesinden sarışın mavi gözlü çocuklar toplanıp Alman ailelere dağıtılırken, Dersim’de de, Türkleştirmek ve Müslümanlaştırmak için kız çocukları köklerinden koparılıp asker ailelerine ve eşrafa pay ediliyor.
Maalesef Dersim’de yaşananlar bilinmiyor. Uluslararası kamuoyunda bilinmediği gibi Türkiye’de yeni yeni bilinmeye başlandı. Uluslararası çevrelerde bu konu büyük bir ilgiyle karşılanıyor ve politikaların benzerliği dikkat çekiyor. Yaşadıklarımızı doğru, bilimsel bakış açısı ve yöntemle anlatmadığımız sürece bu gerçekleri kimse bilmeyecektir.
Şengal Jenosidinde IŞİD, erkekleri vahşice öldürdü, kadınları ganimet olarak götürdü. Yaşlı bir grup kadını katletti ve bir toplu mezara gömdü. Dersim kıyamında kadınlar çocukları ile birlikte toplu katledildi. Dersim katliamında kadınların katledildiği kaç toplu mezar tesbit edildi ve nerelerdeler, ne şekilde katledildiler?
Dersim’deki soykırımla Şengal’deki soykırım arasında siyasal ve ideolojik olarak çok benzerlik var. İkisinde de din önemli öge. Müslüman olmayanları katletmek İslam dinine göre vacip. Katletmek, tecavüz etmek, işkence yapmak dinin gereği olarak görülüyor. Görüyoruz ki, o günden bugüne çok değişen bir şey yok.
Dersim’de katledilenler yakılıyor, Munzur Suyu’na atılıyor. Zehirli gazla katlediliyor. Sadece kadınların gömüldüğü toplu mezar yok. Bilinen bazı toplu mezar yerleri var. Askerler katlettiklerini gömmüyor. Katledilenlerin yakınları gizlice ve toplu olarak gömüyorlar. Dersimlilerin mezar yerlerinin olmasını bile istemiyorlar. Tıpkı Seyit Rıza ve 6 Dersim ileri gelenlerinin idamından sonra mezarlarının olmaması gibi...
1938 Dersim’in mağdurlarından Fatma Tava, “Amasya’ya geldik. Bizi indirdiler. Esir pazarına çıkan insanlar gibi, aynı öyleydi ora. Alıyo gidiyo, alıyo gidiyo…” Aynı biçimde, IŞİD Şengal’de Ezdi kızlarını esir aldı, pazarlarda insanlık onurunu ezecek biçimde satışa çıkardı. IŞİD Şengal’de Ezdi kızlarını ganimet gördüğü için bunu yaptı. Laik Türkiye Cumhuriyeti bunu hangi “kutsal amaçla” yaptı?
IŞİD din için, T.C. Devleti de Türk - Müslüman bir ulus yaratmak için kadınları “ganimet” görüyor. Özünde çok farkı yok aslında. Katliama katılan askerlere Ebu Suud fetvaları okunuyor, Alevi öldürenlerin cennete gideceği, mallarına el koymanın caiz olduğu anlatılıyor. Yani kadınlara, kızlara tecavüz etmek ve el koymak da dinlerine göre caiz… Cumhuriyet kadroları Türk ulusal kimliğini müslüman kimliğinden ayırmıyorlar…
IŞİD’in kaçırdığı Ezdi kızlarla yaptığım bir çalışmada Ezdi kızlar kendi yaşadıkları kötü anları başka bir arkadaşları yaşamış gibi bana anlatırlardı. Dersim’in kayıp kızları kendi yaşam hikâyelerini yıllar sonra nasıl anlattılar? Nasıl bir anlatım dilini kullanmayı seçtiler?
Bulduğumuz her kişinin kendine özgün anlatım biçimi ortaya çıktı. Hatta bazıları tamamen susmayı tercih etti, yaşadıklarını paylaşmadılar. Bu da bir anlatım yöntemi… Bazıları bir kaç yıl sonra konuştu. Bazıları büyük bir cesaret ile konuştu. Yaşadıkları travma herkesde çeşitli etkilere neden olmuş. Bu da, onların yaşadıklarını anlatmasını ya da nasıl anlatacağını belirliyor. Dersim’in kayıp kızlarının, 80’li yaşlara dayanmış ve asimilasyonu yoğun yaşamış insanlar olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Konuşsam ne değişir diye bakanlar da var…
Görüşmeyi ve anlattıklarını kayıt altına almamızı kabul edenler, cinsel istismara uğramışlarsa bunu anlatmakta zorlandılar, anlatmadılar. Bu konuya dair sorularımıza suskunlukla cevap vermeyi tercih ettiler genelde.
Dersim 1938’de devlet bir politika ile kız çocuklarına yöneldi. Aldığı kızlar üzerinden asimilasyonu başarmak istedi. Bu politikasında ne düzeyde başarılı oldu, kızların hafızalarında geçmişleri silinebilmiş miydi?
Asimilasyon önemli oranda başarıldı. Fakat kadınların hafızalarını tümüyle sildiklerini söyleyemeyiz. Onlar yaşamlarını devam ettirmek için yaşadıklarını yok sayarak, üstünü örterek bugüne geldiler. Hafızalarında geçmişleri silinmedi. Ailelerini bulma çabaları bile bir direniş olarak görülmeli. Kaldı ki, bu kadınların ailerini bulduktan sonra yaşadıkları ayrı bir dram. Aileleri de onları Tükleşmiş ve Sünnileşmiş olarak gördükleri için dışlamışlar. Bu da başlı başına bir konu. Bu kadınlar tam bir hiçlik durumu yaşıyorlar.
Toplumsal yüzleşme ve hesaplaşma sağlanmadığı için sağlıklı değerlendirme yapmak zor. Tarihsel ve politik bir süreçten bahsediyoruz. Kadınların tek tek sorunu değil. Dolayısıyla tek başlarına üstesinden gelmelerini, asimilasyona direnmelerini beklemek doğru olmaz. Ayrıca bu uygulanan katliamcı, asimilasyoncu polikanın anlaşılmamasına neden olur.
İsmet İnönü'nün torunu CHP Ankara Milletvekili Gülsün Bilgehan'ın Dersim katliamı ve kayıp kızlar konusunda, “O sürgünlerde çok iyi yetişmiş genç kızlar var. Belki o bölgede, Ortaçağ şartlarında kalsalardı o aileleri kuramayacaklardı.” Subay ailerinin sofrasını paylaşmadığı, subay eşleri tarafından şiddette maruz kalan, mutfakların köşesinde yatırılan, yüzde 99’u okula gönderilmeyen kızların, o hayattan en çok öğrendikleri neydi sizce?
Bu, zulmü gerçekleştirenlerin tipik yaklaşımı. Aynı zamanda devletin resmi görüşünü temsil ediyor. Bunca zaman geçmesine rağmen hala hiç bir sorgulama ve yüzleşme içine girmeyen kesimler var. Aslında geçmişle yüzleştikleri takdirde, bugün devam ettirdikleri politikanın da ellerinde patlayacağını biliyorlar. Bu anlamda geçmişle yüzleşmek onlar için hiç de kolay değil. Geçmişle yüzleşmek ve hesaplaşmanın önemini içselleştirmekle, bugün ile bağlantısını kurarak, büyük bir kararlılıkla sürdürecek mücadeleyle egemen siyasetin etkisi azaltılabilir. Zamanla tarihin kara sayfalarındaki yerini alabilir.
Yeni projeleriniz hakkında neler söylemek istersiniz?
Şimdilik projeyi olgunlaştırıyorum. Şunu söyleyebilirim ki, erkek egemen sistemde en çok ezilen kesimlerin başında kadınlar geliyor. Onların yaşadıklarını anlatmak gerekiyor…