M.Ö.3000 yıllarında Rusya'nın güneyinde tekerleğin kullanılması ardından M.Ö.2500 yıllarında at'ın binek hayvanı olarak insanlığın istifadesine sunulması giderek zorba ve talan ekonomisinde kullanılması ulaşımla ilgili buluşların başlangıcıydı. Dünyanın global bir köy haline gelmesi atla başlıyor.
Ulaşım, iletişim ve kaçınılmaz küreselleşme...
Küreselleşme, teknolojik ulaşım ve haberleşme alanlarında meydana gelen değişmeler sonucu bütün dünyanın ekonomik, politik ve kültürel anlamda bütünleşmesini ifade ediyor. Ulaşım bütünleşmeyle ilgili ilk önemli aşamaydı...
M.Ö.3000 yıllarında Rusya'nın güneyinde tekerleğin kullanılması ardından M.Ö.2500 yıllarında at'ın binek hayvanı olarak insanlığın istifadesine sunulması giderek zorba ve talan ekonomisinde kullanılması ulaşımla ilgili buluşların başlangıcıydı. Dünyanın global bir köy haline gelmesi atla başlıyor.
Bilim devrimi yani buhar gücünün bulunması, katı ve sıvı yakıtların ulaşımda kullanılmaya başlanması ile yeni teknolojik gelişmelerin ortaya çıkması ise ulaşımda dönüm noktası olmuştur. Telefon, telgraf ve telsiz bulunmasıyla iletişimin teknik boyutları daha da geliştirilmiştir.
Çeşitli düşünürler iletişim kavramı üzerine görüş ileri sürmüşlerdi. 19.yy sonunda insanların yönetimini de kapsayan gelişmelerle ilgili ilk kuramsal açıklamalar liberal görüşün savunucusu Adam Smith'e dayanmaktadır. Smith "Bırakınız Yapsınlar"ın Cosmopolis'inde bolluk ve büyüme için işbölümü ve iletişim olanaklarının gelişmesini varsayıyordu.
1789 Fransız Burjuva Devrimi ulusal bütünleşme adına bu gelişmeyi daha da özgürleştirmişti. 18.yy liberalizmin, 19. yy ise iletişimin temel teknik sistemleriyle serbest değişim ilkesinin yaratıldığı insan topluluklarında bütünleştiriciliği etken sayan görüşün başlıca kavramlarının doğuşuna tanık olmuştur: İşbölümü, ağ, gelişme, yığınların yönetimi...
Saint Simon iletişimde anahtar bir kelime olan ağı toplumsal-fizyolojik açıdan organizmal bir düşünce olarak ortaya atıp insan ve iş yönetimine geçişte toplumsal örgütleniş biçimlerinin ipuçlarını veriyordu. Ağ örgüsü ya da dokusu endüstriyel işletimde sistem olarak tanımlanır.
Herbert Spencer, organik bir sistem olarak tanımlanan iletişimle ilgili bu yaklaşımı geliştirip işlevini açıklığa kavuşturdu. İşlevler belirlenip, parçaların birbirine bağımlılığı organizma toplumunun somut örneği. İletişim sisteminin iki bileşeni dağıtıcılık ile düzenleyicilikti. İlki dolaşımı sağlarken ikincisi de egemen merkezin çevresiyle olan karmaşık ilişkilerinin yönetimini sağlamaktadır. İkincisi merkezin kendi etkisini yayabileceği medyasıdır. Yöntemler ise bildiriler, sondalamalar, basın, posta, telgraf, basın ajansları vs.
İletişimle ilgili üçüncü kavram gelişmedir. Saint Simon'un öğrencisi Auguste Comte Spencer'in görüşlerine yaklaşır. Fizyolojik gelişme yasaları ve işbölümüyle ilgilenmiştir. Tarihi teolojik yani düşsel, metafizik yani soyut ve pozitif yani bilimsel 3 döneme ayırdı. Sonuncusu bilim çağıydı. 2.Dünya Savaşı'ndan sonra medyalara stratejik bir rol veren gelişme anlayışıyla canlandı. Siyasal coğrafya ve jeopolitik temeller ise 1897'de Alman Friedrich Ratzel tarafından atıldı. Gücün mekansal boyutuna ilişkin bu düşüncede mekan yaşamsal mekana dönüşür. Ağlar ve devreler ülkeye can verir. "Devlet toprağa demirlenmiş bir örgüttür" der Ratzel. Ülkedeki organizmal ilişkilerle ilgileniyordu. Değişim, etkileşim, devingenlik vs. yaşamsal enerjinin dışavurumudur.
Saint Simon'ın görüşleri planlı ve kısmen bilimsel örgütlenmiş bir toplumdan burjuva toplum yapısına ilişkin kuramlara evrildi. Comte'un bilgi yoluyla toplumun dönüşümüne inanan öğretisiyle Spencer'in herşeyin kendiliğinden gelişeceğine inanan ve toplumu biyolojik organizmaya benzeten organik toplum kuramı ile çözümlenemezdi.
Ekonomik, politik, askeri, teknolojik güç odakları, yeni dünya düzenini ve küresel ilişkileri düzenleyen otorite dünyayı yöneten egemen güçtür diyordu Antonio Negri.
Egemenliğin biçimi değişti, birçok unsuru barındırıyor şimdi. Bunun araçları da ulusal ve ulus üstü kuruluşların organlarıdır. Emperyal egemenlik yani otorite ABD önderliğinde gayri resmi biçimde paylaşılmıştır aslında. Thomas Jefferson gibi federalist yazarlar ABD ideolojisinin babalarıdır. Antik dönem özellikle Roma İmparatorluğu'nun emperyal modelinden esinlendiler. Onlara göre iktidar ağ içinde etkili bir biçimde dağılmalıydı. Bütün dünyaya hükmedecek şekilde sınırlar kaldırılmalıydı. Mekansal sınrılarla birlikte zamansal sınırlarda öyle; tarih, kimlik, geçmiş vs. askıya alınıp mevcut durumlar sonsuz kılınmalıydı. Hatta yönetim doğrudan insanlar üzerinde etkili kılınmalıydı.
Foucault'a göre bu durum otoriter toplumdan kontrol toplumuna geçişti. Üretim biçimleri, dağıtım, adetler, gelenekler vs. bu mekanizmanın komut ve aygıtlarıyla düzenleniyordu.
İletişim sistemleri ve enformasyon ağları yoluyla iktidar beyinleri ve bedenleri de kontrol altına alıyordu. Bu yeni egemenlik kurma aracını Foucault, “Biyo-İktidar” olarak kavramlaştırmıştı.
Kapalı ekonomiden Pazar ekonomisine geçiş 12.yy'dan sonra başlamıştı. İnsanlığı birleştiren binlerce yıllık din ve tanrı olgusunun yerini pazar ekonomisinde para almıştı. Para, bankalar, faiz vs. dinsel açıdan bir çelişki gibi görünüyordu ancak para ile tanrı imgeleri arasında bir denge oluşturularak egemenlik tepkiyi azaltarak sürdürülebilirdi. 14.yy'da yoksulluğa isyan edenler tarafından bu imajın sarsılması gerçeğe dönüştü. Günümüzde kitle iletişim araçları yeni ideolojik silahıdır iktidarların.
Kitlesel iletişim toplumları etkileyen yeni olgudur. 20.yy başından itibaren gelişen kitle iletişim araçları insanların ilgi alanlarını biçimlendirdi. Siyasi sistemleri etkileyen önemli bir güç haline geldi.
W.Lippman "Kamuoyu" isimli kitabında "kafalarımızın içindeki resimler" kuramıyla kitle iletişim araçlarının üstün gücü ve etkisine dikkat çekti. Harold D.Laswell'in "Dünya Savaşında Propaganda Teknikleri" ve A.J.Mackenzie'nin "Propaganda Boom" adlı kitaplarında ise özellikle ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya'nın Birinci Dünya Savaşındaki propaganda çalışmalarına yer verilmişti.
İletişimle ilgili çalışmalar özellikle askeri ve politik kaygılarla başlamıştır. Bu alandaki çalışmalara öncülük yapan kurumun ABD'nin "Ordu Enformasyon ve Eğitim Bölümü Araştırma Birimi" olması dikkat çekicidir.
Geniş halk yığınlarını denetim altında tutma, biçimlendirme, yönlendirmede kitle iletişim aygıtları yararlanılan etkili bir güç olmuştur.
1929'daki dünyanın içine düştüğü ekonomik krize karşı ABD "New Deal" adlı bir program geliştirmişti. Borsa, bankacılık ve ticaret sektörlerini vuran kriz için uygulanan programın halka benimsetilmesinde iletişim alanında yapılan çalışmalar ve kitle iletişim araçları kullanılmıştır.
ABD'nin dünyaya empoze ettiği yeni sosyal devlet anlayışının geliştirilmesi şeklinde ekonomik anlayış aslında kapitalizmin uluslar arası düzeyde rekabet edebilmesini amaçlıyordu. ABD bu gelişmeyle sosyalizm karşısında kapitalist sistemi test etmek ve kapitalizmin iç işleyişinden kaynaklanan sorunların ertelenebileceğini göstermek istemiştir.
Böylece ilk kez ABD öncülüğünde kitle toplumu, kitle kültürü, tüketim ve refah toplumu kavramları 1945 sonrasında kapitalist ekonomiyle birlikte ABD'nin tanımlanmasında başvurulan yaygın ve çekici kavramlar haline getirilmişlerdir. Batı'nın öncülüğünü de 1930'lardaki bu toplumsal sistem sayesinde ele geçirmiştir yani ABD. Batı'nın iletişim alanındaki kuramsal çalışmalarının bu öncülükteki rolünün de etkisi olmuştur. Kimdi bunlar, sayalım; Phillippe Gaillard, Jean Luc Pouthier, Paul Verschave, Joseph Pulitzer vs.
İletişim, toplumsal yaşamın başından bugününe kadar her alanda ve koşulda görülen bir toplumsal eylem olmuştur. İnsanın doğa ile ilişkilerinden doğan sınırlarını aşıyor en sonunda toplumlararası boyuta taşıyordu. Atla başlayan globalleşme böylece akıl almaz boyutlara ulaşıyordu. Küreselleşme ise teknolojik gelişme ve bilgi toplumunu doruğa ulaştırdı. Ülke ve uluslar arası alanda serbest piyasa ve serbest ticaret yaygınlaşmış, dünya ticareti artmıştır. Ancak gelişmeler istihdamı ise olumsuz etkilemiştir.
Teknolojik ağlar sadece üretimi değil, iletişimle birlikte sosyal yapıları da etkiledi. Doğal sınırlar ortadan kalkıyor, dil, aile, ülke gibi aidiyetle ilgili öğeler önemini kaybediyordu. Eski Roma, Batı'nın bugünkü kimliğini kazanmasında pay sahibidir. Çünkü Roma uygarlığı batı toplumları için bir dünya imparatorluğunu ifade etmekteydi. Bugün ABD için kullanılan yeni imparatorluk tanımlamasında olduğu gibi. Çünkü Roma askeri ve politik üstünlüğünü üretimde söz sahibi olması sayesinde kurmuştu. Örgütlenme biçimiyle, toplumsal ilişkilerdeki rolüyle, kurduğu iletişim biçimiyle tıpkı bugün ABD'nin yaptığı gibi egemenliğini kurumsallaştırmıştır. Yves Renouard "Haberleşmenin Gelişimi" adlı eserinde Roma'da bu amaçla "Cursus Publicus" isimli çağının en ileri iletişim sisteminin varolduğunu belirtmişti. Muazzam bir yol ağı üzerinde kurulu bir sistemle adeta "bütün yollar Roma'ya çıkar" sözü doğrulanırcasına askeri ve idari amaçla geliştirilen yollar çöllerin içlerine kadar uzanıyordu. Roma'nın geliştirmiş olduğu haberleşme sistemi bundan ibaret değildi. Julius Sezar döneminde "Acta Senatus"a ait tutanaklar halkın görebileceği yerlere asılıyordu.
İtalyan Komünist Partisi kurucusu marksist kuramcı Antonio Gramschi tarafından kullanılmıştır ilk kez "hegemonya" kavramı. Bir devletin diğer devletler üzerindeki gücünü, otoritesini, aynı zamanda devletler arası ilişkilerde ekonomik, politik , toplumsal, kültürel, ideolojik bakımından bütünlüğü ifade ediyor.
Yani hegemonya "emperyalizm" kavramıyla içiçe geçmiş kavram. Büyük egemen güçleri ifade ediyor. Örneğin 15.yy. da Portekiz ve 16. yy. da İspanya sömürgeci politikası nedeniyle dünyanın "hegemon güç"leri idiler. 17.yy.da Fransa, 18-19. yy da İngiltere, 20. yy da ABD hegemon güç haline gelmiştir. Emperyalist batının dünyada egemenlik kurmasıyla toprak işgallerinin nedeni belliydi. En önemlisi de ekonomik nedenliydi. Tekelci sermaye için yatırım, pazar, hammadde, nüfus alanları yaratmak amaçlanıyordu. Emperyalizmin marksist bakış açısıyla ilk ciddi yorumu 1916'da Lenin tarafından yapıldı, "Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması" adlı kitabında. Lenin, emperyalizmi kapitalizmin tekelci aşaması olarak görüyordu. Marksistlerle beraber bazı klasik ve liberal ekonomist düşünürler de emperyalizmin nedenleri üzerine görüşlerini dile getirdiler, David Ricardo, Adam Smith, John A.Hobson bunlardan birkaçıydı. Örneğin Hobson "Emperyalizmin Ekonomik Anakökü"nde yervermiştir.
Makhiavelli, Bacon ve Hitler'in yorumları egemenlik kurma isteği üzerinedir. Stratejik ve güvenlik amaçlı yayılma, bölgelerle başka ülkelerdeki yönetimleri elegeçirme isteği de başka bir nedendi. Azgelişmiş ülkelere yapılan yardımların arkasında emperyalist amaçlar yattığı kabul edilmektedir.
Emperyalizmin önemli aşamalarından birisi Amerika kıtasının keşfedilmesiyken ikinci aşama endüstri devrimiyle gerçekleşiyordu. 16.yüzyılda Avrupa'da başlayan makina devrimi yerini 18.yy'da tarımsal üretimin makine ve fabrikalara evrilmesiyle teknolojik devrime bırakıyordu. Çok uluslu şirketlerin tekeline geçen bilimsel ve teknik buluşlar ve gelişme "teknolojik" devrimin zeminini hazırlamıştır. Hem toplumsal ilişkileri hem de yapıyı etkileyen büyük değişimler getirmiştir. Bugünün neo-emperyalizm'ine giden sürecinin temelleri işte bu dönemde atıldı. Asıl sömürü toprak işgallerinin olduğu 15.yy'da değil kitle iletişim araçlarının ülkeleri, kültürleri, dili, aileyi hatta giderek özgürlükleri ortadan kaldırdığı 19.yy'da başlamıştır. Genişleme politikalarının önemli adımı iletişim teknolojilerinin ve buluşlarının ortaya atıldığı son 200 sayılır.
1945'te hukuk ve kurumlarıyla oluşan "yeni dünya düzeni" aslında devletler arasında yapılmış bir anlaşmaydı. Bütün ilişkiler hegemon güçlerin kontrolü altında kurumsallaştırılmıştır. Bu hegemon güçlerin çıkarları için kullandığı sözde meşru bir araç olmuştur.
Emperyalizmin bir aşaması olan küreselleşme kavramı, Ellen Meiksins Wood'un sözleriyle "günümüzde solun boynuna dadanmış en ağır ideolojik albatros". Sınıf ve devlet iktidarına ilişkin öne sürülen liberal ekonomik, sosyal, kültürel bütünleşme ve tektiplilik. Hatta daha da ileri gidip bir alternatifsizlik, ideolojik bir bozgunculuk yaratıyor.
Emperyalizmin gelişmesi birinci dünya savaşı sonrası keynesyenlik, dünya kapitalizminin gelişimi ve 3.dünya ülkelerinin doğuşu gibi bazı değişmelerin sonucu ortaya çıkıyordu. Marx, küreselleşmeye giden süreçte kapitalist üretim biçiminin temelini, dünya sermayesi tarafından atılmasına bağlıyordu. Küreselleşmeyi emperyalist yapan ise pazar kavgasıydı. Bunun sonucunda üç emperyalist blok ortaya çıkmıştı: Avrupa Birliği, Japonya ve ABD.
Aslında önceleri azgelişmiş ülkeler lehine gerçekleştirilen dünya ticaretinde haksızlığa ve rekabete neden olan döngü çok basitti; Petrol ülkeleri paralarını yüksek faizle batı bankalarına yatırıyor, batılılar da borç olarak azgelişmişlere veriyorlardı. Bunun sonucunda dünya ticareti ihracat maliyetleri nedeniyle azgelişmişler aleyhine işliyordu. Yani ulusal sermayeye kıyasla küresel sermaye sahipleri daha fazla kazanıyorlardı.
1989'da The National İnterest dergisinde "Tarihin Sonu mu?" adlı bir makale yazan futurist yazar uyama küreselleşmenin göstergelerinden biri olan Sovyetler Birliği'nin dağılmasının kapitalizmin nihai zaferi olarak kabul edilmesi gerektiğini öne sürmüştü. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra ABD'nin hedefi yeni güç odaklarının ortaya çıkmasına engel olmaktır. Küreselleşme 3 denge üzerine kurulmuştu: Klasik ABD öncülüğünde uluslar arası denge, çok uluslu şirketler ve ulus-devletler arası denge, süper zenginler ile diğer ikisi arasındaki denge.
"Süper Piyasalar" denilen özellikle borsa oyunları ile uluslar arası pazarın kontrol edilmesi amaçlanıyordu.
Emperyalizm nedir? Sefalet, hastalık, zulüm, ölüm... Anlamı bu. Sömürgeciler toprakları işgal ediyordu, emperyalistler ise mali sermayeyi savaşla birlikte sokuyor. Aynı şey olmadıkları ortada. Yeni dünya düzeni, küreselleşme ve en sonunda emperyalizm ulusal boyutta sonuç olarak ciddi bir tehdide dönüştü. Milliyetler sorunu, yurtseverlik, ulusal çıkarların korunması, vatanın savunulması gibi burjuva ideolojik argümanlara yönelen yaklaşımlara dikkat çekti.
Buna karşılık, oysa, küreselleşme karşıtları dünyanın yüzde 20'lik azınlığı karşısında büyük bir kesimi temsil ediyor. Çevreciler, feministler, anarko sosyalistler, yeşiller, faşizm karşıtları eşcinseller, vicdani redçiler, pasifistler, savaş karşıtları, ırkçılık karşıtları, otonomlar, sendikalistler vs. insanlığa kaçınılmaz bir süreç olarak empoze edilmeye çalışılan küreselleşmeye karşı.
Öte yandan kapitalist enternasyonalciler ise ulus-devletlerin parçalanmasını gizliden gizliye savunurlarken sadece karlarını düşünmekte. Yerelleştirme ve özelleştirme politikalarının altında bu neden yatıyor çünkü. Her ulus-devlet dünya ticaretinden ve yatırımlardan, teknolojilerinden daha çok pay alma yarışında birer rakip olabileceklerdi.
Bu yüzden devletler küçültülmeli hatta eritilmeli idi. İMF, Dünya Bankası gibi küresel kuruluşlar vasıtasıyla güçleri zayıflatılmaktadır aslında. Ki ulusal sınırlar kolayca aşılabilsin. İletişim ve ulaşım alanındaki teknolojik ilerlemenin doğurduğu küreselleşme piyasalar arasındaki ulusal sınırları kaldırdı. Yatırım, istihdam, üretim, gelir ve pazarlama ile ilgili kararlar hatta yönetim süreçleri çok uluslu şirketlerin ellerine geçmiştir. Küreselleşmeye karşı günümüzün yeni toplumsal hareketlerinin karakteri kadın, çevre, demokratik talepler vs. biçiminde ortaya çıkıyor.
Gelecek üzerine yazanlar dünyanın "medeniyetler çatışmasına" doğru gittiğini ileri sürüyorlar. İnsanlık dünyanın bütünleşmesine karşı değil, çıkar gruplarının oluşmasına karşıdır. Bu gruplar bütün dünyaya egemen olmanın derdindeler ve Anglo-Amerikan modeli dediğimiz yeni anlayışı savunanlar Avrupa sosyal modeline karşı da ucuz işgücü, az gelir, minimum sosyal haklar istiyor. Çok uluslu şirketler ve holdinglere her türlü olanaklar sunulurken, bunlar da devletleri kontrolleri altlarına almaktalar.
George Bush ve soğuk savaş döneminden kalanların bütün kaygısı iktidarlarını antagonizmalar yaratarak sağlama almak. ABD diasporaları, AB, Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkeleri kendi hegemonyası için tehdit görüyor. Tıpkı Eski Romalıların başkalarına yaptıkları gibi. Roma da demokrasi perdesi altında kendi dışındaki barbarların birleşmesine engel olmayı hedeflemiyor muydu? Bush evangelizminin altında yatan gerçek ekonomik çıkarları din düşmanlığı ile süsleyerek dünyanın tepkisini dindirmeyi denemekten başka bir şey değil. Belli ki Afganistan modeli Irak'ta da denenmiş oldu. Şimdi dünyayı yönetmek için uygun global politik strateji devletleri düşman görerek en büyük parçalanmayı sağlamak. ABD'nin İran ile Irak arasındaki savaşta gizlice İran'a silah pazarlaması da bu amacın görünen yüzüydü. 1990'ların başında tecrit ve çifte çevreleme şeklindeki Ortadoğu politikasının kendi çıkarlarına dönük olduğunu göstermiştir. Demokratik, reformcu ve devrimci muhalif kitlelere karşı ABD kukla hükümetlerle, askeri diktatörlükleri açık ya da gizli desteklemiştir.
Küresel siyaset üzerindeki etkisi sadece bugüne dayanmayan ABD her dönem kendine yeni hedefler, yeni haydutlar yaratmıştır. 1925'te Monroe doktriniyle "Amerika amerikalılarındır" ilkesini ortaya atıp sonra bu savı 1948'de yardım altında Avrupa kıtasına taşıdılar. Bu paketlerin yerini sonraları Amerikan karargahları ile garnizonlar ve müdahaleler almıştır. Neo-Emperyalizm'in mührü değişik doktrinler halinde zaman zaman bütün kıtalara vurulmuştur. Hem de başkanlarının ya da üst düzey görevlilerinin adlarıyla anılır: Marshall, Truman, Eisenhower, Nixon, Ford, Carter, Clinton doktrinleri ABD'ye çıkarları için ilan ettikleri hassas ve kritik bölgelere müdahale hakkı tanımaktadır. Bu açıdan 4 Temmuz 1492 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nin özgürlüklere dokunan eşitlik sağlamayan devlet varlık nedenini yitirir, böyle bir devlete karşı mücadele meşruiyet kazanır demesi de ilgi çekicidir. 1980'lerin başında ABD Pakistan aracılığıyla Afganistan'da sonra dan bomba yağdırdığı mücahitleri Sovyetler ve komünist Afgan hükümetine karşı silahlandırmıştır. Batılı yahudi düşmanlığı ise dün anti-semitizm iken yerini önce bütün dünyada komünizme bugün ikiyüzlüce müslüman düşmanlığına bırakmıştır ama bugün Irak'ta asıl sergilenen nedenin neo-emperyalistlerin Ortadoğu ile ilgili çıkarlarının olduğu açıkça görünmektedir. İsrail'in ABD destekli fiziki olarak da ördüğü duvarın Berlin duvarından ne farkı vardır, ABD ve İngiliz çıkarlarının korunmasından öte?... İşgal edilen topraklarda İsraillilerle Araplara farklı farklı yasalar uygulanmaktadır. İkinci dünya savaşından sonra Dünya Bankası ve İMF gibi kurumlar aracılığıyla özellikle ABD ve İngiliz ekonomilerini korumak için hazırlanan planlar günümüzde küresel güç odaklarınca soykırıma varan yöntemlerle korunuyor.
Söz konusu güç odaklarının en büyük silahı askeri müdahalelere başvurmadığı yerlerde borsa, bankacılık sistemleri vs. demiştik. Küreselleşme bütün dünyada azgelişmiş ülkeler için özelleştirme, sosyal harcamalarda azalma ve çevre kirliliği demek. Bunların yerine büyümede yavaşlama, döviz ihracı, hisse senedi alım satımı gibi gelişme sağlamayan dolaylı yatırımlarda artış demek. Kriz demek.
Her yönüyle elektronik iletişimle bağlantılı olarak ortaya çıkan mali küreselleşmenin salt parasal alandan daha geniş ekonomik ve kültürel alanlara yayılması yönetim ve pazarlamacı kuramcılar tarafından tezgahlandı. "evrensel tekbiçimlenme" yani ihtiyaçların ortaklaşmasına, rekabete, pazarların tüketim için strajik olarak planlanmasına ve iletişim aygıtlarının bunlar için kullanılmasına 1983'te vurgu yapan ABD'li Theodor Lewitt bir ilktir.
Kanadalı coğrafyacı ve politik iktisatçı Harold Adam İnnis'in şu sözleri unutulmamalıdır: "İletişim teknolojisi siyasal ve ekonomik süreçlerin temelidir". Dünya artık kaçınılmaz bir şekilde açık ekonomide bankacılık, döviz alışverişi , tröst ve borsa gibi araçlarla emperyalizm ve tekelci büyük burjuvazinin hegemonyasına girmiştir.
Peki küreselleşme kimin için?
Dün iki kutuplu olan bugün ABD'nin tek süper güç olarak kaldığı dünyada 2 bin yıllık gelişmenin son 20 yıla sığdığı değişimler yaşandı. Ancak dünyanın en zengini ile yoksulu arasındaki fark gittikçe büyüdü. Küreselleşme bütün dünyaya eşit zenginlik getirmedi. En zengin ülkeler ülkeler üretimin yüzde 86'sını, en fakirler yüzde 1'ini üretiyor şimdi. Yani ilk yüzde 20 ile son yüzde 20'si. General Motors'un, Exxon Mobil'in vs. yıllık ciroları Danimarka'nın, Avusturya'nın bütçelerinden büyüktür. 3 kişi toplam 48 ülkenin gayri safi milli hasılalarından daha fazla servete sahip. Dünyanın en zenginleri ise topu topu sadece 20 kişidir. Chossudovsky'nin deyişiyle yeni dünya düzeniyle küreselleşme, küresel soygunun bir "maske"siydi. Tıpkı eski dünyanın mitleri gibi.
Öte yandan denetimsiz teknolojilerle doğa hızla tahrip ediliyor. Azgelişmişlerle hegemon güçlerin kaynakların kullanılmasına ilişkin olanak, amaç ve çıkarları başka başka. Dünya'ya en fazla zehiri salanlar kullananlar da yine dünyayı yöneten aynı güçler. Rio'da, Seattle'da Porto Allegre'deki büyük tepkiye rağmen doğanın katledilmesi asit yağmurları, ozondaki delinme, iklim değişikliği, küresel ısınma, orman yangınları, deniz kirliliği vs. son hızla sürüyor. 2 milyar insan açlıkla karşı karşıya. 2,5 milyar insan sağlık hizmetlerinden yoksun.
Baudrillard, Lyotard ve uyama gibi geleceğe ilişkin yazanlar karamsar tablolar çiziyor. Bugün toplum ve doğa adına bütün değerler hızla aşınmakta. Günümüzde Jean Jacques Rousseau'nun bireyin toplumsal uyumunu içeren yasal önermeleri değil ama egemen güçlerin bireyci kuruluşlarının Dünya Ticaret Örgütü'nün, OECD'nin vs. prensip ve dayatmaları geçerli oluyor. Para merkezli bu kuruluşlar bu yüzden doğayı, insanlığı daha aymazca yok edebiliyor. Küreselleşme yanlıları bunu istiyor.