''Gerçekten de Trump, Hamas ile müzakere etti, Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara'yı tanıdı ve Husilerle bir anlaşmaya vardı. Bunlar onun gerçekçi, ideolojik olmayan biri olduğunu ve kedinin rengiyle, beyaz ya da siyah olmasıyla değil, avlama yeteneğinin olup olmadığıyla ilgilendiğini doğruluyor.''
ABD Başkanı Donald Trump son tweetinde, İran'ın nükleer programının sona erdirilmesi dışında bir şeyi kabul etmeyeceğini belirtti. İran Dini Lideri Ali Hamaney de “kimse İran'a koşul dayatamaz” diye karşılık verdi. Bu söz savaşı yeni değil; Başkan Bill Clinton, ardından Başkan George Bush, Barack Obama ve Trump'ın ilk ve ikinci dönemlerinden beri duyuyoruz.
Söz savaşının geçmişinin incelenmesinden, İran ve ABD'nin bu sorunu askeri olarak çözme konusunda kesinlikle isteksiz olduğu sonucu çıkarılabilir. Bu nedenle Obama için diplomasi savaş dilinden daha baskın çıktı, İran, yaptırımların kaldırılması karşılığında uranyum zenginleştirme faaliyetlerini belirli bir oranda askıya almayı ve tesislerini denetime açmayı kabul etti. Ancak Trump, anlaşmayı eksik olarak değerlendirdi, çünkü anlaşma İran'ı 2030'dan sonra zenginleştirmeye yönelik kısıtlamalardan muaf tutuyordu. Keza anlaşmanın bir maddesi açıkça İran'ı ikili kullanımı olan ekipmanlarını denetime tabi tutmak veya dar alanlardaki nükleer araştırmalarının takip edilmesiyle yükümlü tutmuyordu. Bu yüzden daha iyi bir anlaşmaya varabileceğine inanarak anlaşmadan ayrıldı.
Trump'ı tanımlayan iki özellik var; birincisi, anlaşmaya ve diğer tarafın bunu istediğine olan inancı, ikincisi de detaylardan sıkılması. Bunlara karşılık Hamaney'in de öne çıkan iki özelliği var; kendisine uygun bir anlaşmaya olan inancı ve detaylara olan tutkusu. Bu sebeple Trump müzakere konusunda ısrar ediyor ve Hamaney de Trump'ın tehdit ettiği askeri çatışmayı geciktirdiği sürece buna karşı çıkmıyor. Bu, diplomasiyi her iki tarafın da arzuladığı bir seçenek haline getiriyor ve bu nedenle, Trump'ın Özel Temsilcisi anlaşma konusunda şüphe duyanlara, Trump gibi, hayatının çoğunu müzakere ederek geçiren bir emlak geliştiricisi olduğu yanıtını verdi.
Gerçekten de Trump, Hamas ile müzakere etti, Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara'yı tanıdı ve Husilerle bir anlaşmaya vardı. Bunlar onun gerçekçi, ideolojik olmayan biri olduğunu ve kedinin rengiyle, beyaz ya da siyah olmasıyla değil, avlama yeteneğinin olup olmadığıyla ilgilendiğini doğruluyor. Aynı zamanda İsrail'in pozisyonunu da umursamıyor, çünkü 1948'den bu yana her Amerikan başkanının bölgedeki İsrail'in çıkarlarından ziyade ABD'nin çıkarlarına öncelik verme politikası izlediği tarihsel olarak kanıtlanmıştır. Bunun tek bir istisnası vardır o da İsrail'e münhasır alan olarak gördükleri Filistin meselesidir ve bu, Uluslararası Adalet Divanı'na göre İsrail'in Gazze'de soykırıma varan vahşetleri işlemesine izin vermelerinin ve Güvenlik Konseyi’nde onu korumalarının nedenini açıklıyor.
Ancak Trump, İran sorunuyla ilgili olarak “Netanyahu'ya İran'a savaş açmamasını söyledim, çünkü çözüm müzakere yoluyla olacak” dedi. İran da Trump'ın Obama'nınkinden daha katı bir nükleer anlaşmaya varmak istediğini anlıyor ve zenginleştirme hakkını koruduğu, anlaşma balistik silahları ile bölgedeki vekillerini içermediği sürece buna itiraz etmiyor. Trump da İran'ın vekillerinin neredeyse öldüğünün, Husilerin kuşatıldığının ve Hamas'ın bittiğinin farkında olduğundan buna itiraz etmiyor. Dolayısıyla odak noktası öncelikle zenginleştirme, yaptırımların kaldırılmasının ardından, komşu ülkeleri istikrarsızlaştırmaları için İran sınırları dışındaki milislere gönderilmemesi amacıyla dondurulmuş İran fonlarına bazı kısıtlamalar getirmektir. İran’ın Çin aracılığıyla Suudi Arabistan’a açılmasından ve bölge ülkelerinin herhangi bir savaşın devam eden kalkınma planlarını engelleyeceğine ikna olmasından sonra bu artık bir sorun değil. Ayrıca iç ve dış zorluklarla karşı karşıya olduğu bir zamanda bu ülkeleri kızdırmak da İran'ın çıkarına değildir.
Bu, bir anlaşmanın eşiğinde olduğumuz anlamına mı geliyor? Eğer Trump, Libya programına benzer şekilde İran'ın programını tamamen sonlandırma koşulundan vazgeçerse, cevap evettir. Ama artık onun sert açıklamalarının, minimum düzeyde bir sonuca ulaşmak için çıtayı yükseltmek olduğunu anladık. Gerçekten de son Amerikan teklifiyle ilgili sızıntılar, sıkı kontroller ve zenginleştirmenin, bölge ülkelerinin katılımıyla ve Amerikan gözetimi altında bir İran adasında gerçekleşmesi koşuluyla, İran'ın çok düşük oranda zenginleştirme hakkına karşı çıkmadığını gösteriyor. Bölge ülkelerinin katılımıyla herkes nükleer enerjiden faydalanabilir. Bu teklif orta ve herkesin çıkarlarını dengeleyen ve temel olabilecek bir teklif. Ancak İran bunu zaman kazanmak, Çin ve Rusya ile ilişkilerini güçlendirerek onların desteğini kazanmak için kullanırsa, Başkan Trump'ı iki düzeyde kışkırtma riskiyle karşı karşıya kalır; birincisi, kişisel düzeyde kışkırtacak çünkü onu beceriksiz bir lider olarak göstermiş olacak. İkincisi, güvenlik düzeyinde, çünkü ABD'nin düşmanlarıyla aynı safta yer alacak. Tecrübeli Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski geleceğe yönelik bir kehanet ile bu ikisinin “hoşnutsuzlar ittifakı” adını verdiği ABD karşıtı bir ittifak oluşturacaklarını öngörmüştü. Bu taktiğe göre Trump'ın önünde tek bir seçenek bulunuyor; müzakerelerden çekilmek ve İsrail'e İran'ın nükleer programına saldırıp onu yok etme talimatı vererek, İran'ın hoşnutsuzlar eksenine katılmasını engellemek.
Trump müzakerelerden çekilerek Amerikalılara barış için elinden gelenin en iyisini yaptığını ve çekilmesinin İran'ın barışı reddetmesinden kaynaklandığını söyleyip, kendisini haklı gösterebilir. Bundan sonra İran, anlaşmazlığı İsrail ile çözmek zorunda kalacaktır ve elbette ABD ile Avrupa, nükleer programını imha etmesi için İsrail'e askeri yardım sağlayacaktır. Bu durumda, İran çok zor bir durumda kalacak, çünkü İsrail ile yakın zamanda girdiği savaşta teknolojik geri kalmışlığının ortaya çıkması nedeniyle onunla savaşma gücü olmayacaktır. Ayrıca, Körfez bölgesindeki Amerikan üslerine saldırmaya karar verirse, tıpkı Japon liderlerin İkinci Dünya Savaşı sırasında Pasifik Okyanusu'ndaki Amerikan Pearl Harbor üssüne saldırdıklarında yaptıkları hata gibi, hayatının en büyük hatasını yaptığını anlayacaktır. Japon saldırısının sonucu, Japon şehirlerinin korkunç bir şekilde yok edilmesi, teslim olmak ve Amerikalıların Japonya'nın gelecekteki anayasasını yazmaları olmuştu.( Ahmed Mahmud Ucac-Şarku’l Avsat)