İmran Gürtaş: Tarih Öncesi Köpekler Havlıyordu – Kerbela’dan Sürgüne; Seyit Rıza ve Cemal Süreya’da Devlet Şiddetinin Mekânsal İmajinasyonu

“Evlad-ı Kerbelâ’yık; bî-hatayık; ayıptır, zulümdür, cinayettir.” Seyit Rıza

12.06.2025, Per - 10:52

İmran Gürtaş: Tarih Öncesi Köpekler Havlıyordu – Kerbela’dan Sürgüne; Seyit Rıza ve Cemal Süreya’da Devlet Şiddetinin Mekânsal İmajinasyonu
Haberi Paylaş

 “Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Anam sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.”  Cemal Süreya

Dersim 1937–38 Tertelesi üzerine geçtiğimiz son yıllarda çok şey yazıldı, çok söz söylendi; transnasyonal anma ve hatırlama mekânları oluşturuldu, siyasal, hukuki, kültürel ve akademik çalışmalar yürütüldü. Bu yönüyle değerlendirildiğinde, Dersim Tertelesi, uzun bir suskunluk ve inkâr döneminden sonra, nihayet kamusal alanda bir söylem alanı kazanmıştır denebilir. Her ne kadar bu çalışmalar tertelenin konuşulabilirliğini artırmış olsa da, Seyit Rıza’nın darağacındaki sözleri ile Cemal Süreya’nın çocukluk hafızasına kazınan sürgün anlatısı, şiddetin mekânsal örgütlenişini, kökenini, biçimlerini, sonuçlarını ve sürekliliğini büyük bir anlatısal yoğunlukla ortaya koymaları bakımından özel bir yer tutar.

Biri sözlü, diğeri yazılı bu iki kısa metin, Dersim Tertelesi’ne dair hem geçmişi hem de geleceği kapsayan, hafıza kurucu nitelikte ve kendisine anlatılabilecek bir dil bulamayan Tertelenin en anlaşılır anlatıları arasında yer alır. Anlam bakımından yoğun, metinsel olarak kısa fakat anlatısal gücü yüksek bu metinler, bu yönleriyle çift yönlü bir kanonik nitelik taşır. Bir yandan yaşanan ağır şiddet deneyimini etkili ve çarpıcı bir biçimde dile getirerek, faili, şiddetin niteliğini, mekânlarını, yöntemini ve etkilerini görünür kılar; böylece Terteledeki şiddetin yapısal kökenlerini güçlü bir şekilde ifşa eder. Diğer yandan ise, bu anlatılar kolektif hafızanın inşasında ve kuşaklar arası anlatı sürekliliğinin sağlanmasında kurucu bir işlev üstlenir. Bu yönüyle, Jean Améry’nin “Suç ve Kefaretin Ötesinde” adlı eserinde Auschwitz numarasını Yahudi varoluşunun temel formülü olarak konumlandırmasına benzer biçimde, söz konusu bu anlatılar da Tertele sonucu oluşan mağdur kimliğinin kurucu öğesi hâline gelir. Améry şöyle yazar: “Sol kolumda Auschwitz numarasını taşıyorum; bu sayı, Tevrat’tan ya da Talmud’dan daha kısadır ama Yahudi olmaya dair çok daha derin bilgi verir.” Jean Améry’nin Yahudi kimliğini koluna kazınmış Auschwitz numarası üzerinden tanımlamasında olduğu gibi, bu söylemler de Dersim kimliğinin kurucu anlatıları olarak işlev görür; Seyit Rıza ve Cemal Süreya’nın Terteleye dair söyledikleri geçmişle bir hafıza bağı kuran, kimliği şiddet deneyimi ekseninde tanımlayan ve onu geleceğe taşıyacak kapsayıcı bir temsil zemini sunan kısa ama yoğun anlatılardır. Seyit Rıza’nın sözü, geçmişe dönük bir fail ve şiddet tasavvurunu yapılandıran bir hatırlama dili sunarken, Cemal Süreya’nın anlatısı ise, geleceğe doğru uzanan, yapısal olarak süreklilik taşıyan ve modernitenin şiddet biçimlerini ifşa eden bir tanıklık işlevi görür. Bu yönüyle, Dersim Tertelesindeki şiddet hem fiziksel hem simgesel düzlemde eşzamanlı işleyen çift yönlü (bimodal) bir yapı sergiler; bu bimodalite, aynı zamanda iki düzlemli bir mekânsallığın (bimekân) inşasına zemin hazırladığı gibi aynı zamanda zamansal bir ayrışmaya da işaret eder. Seyit Rıza’nın darağacındaki sözleri, geçmişe ait, kökensel bir şiddet zamanını ve mekânını temsil ederken; Cemal Süreya’nın sürgün anlatısı, modern devletin şiddetini bugünün mekânları üzerinden kurar. Böylece iki anlatı, aynı trajediyi farklı zaman-mekân türlerinde görünür kılar: ilki, Kerbela anlatısını referans alarak şiddetin tarihsel sürekliliğini ve dinsel bağlamda failin kimliğini ön plana çıkarır. Diğeri ise katliam sonrasındaki sürgün olgusunu işler. Farklı anlatı biçimlerine yaslansalar da, her iki söylem bellekte bir “acı mekânı” inşa eder.

Bu anlatıların karşısında, Türk devletinin şiddet yoluyla kurduğu “Tunceli” mekânı yer alır.  Devlet, Dersim üzerindeki tahakkümünü yıkıcı bir şiddet pratiği aracılığıyla mümkün kılmış; “medenileştirme”, “tedip” ve “tenkil” söylemleri bu şiddetin meşruiyetini tesis etmiştir. Böylece yalnızca fiziksel bir şiddet pratiği değil, aynı zamanda simgesel bir iktidar düzeni inşa edilerek bölge “Tunceli” adıyla yeniden adlandırılmıştır.

Bu bağlamda, Dersim Tertelesi’ne dair anlatılar, üç ana mekânsal figür etrafında okunabilir: Kerbela – Geleneksel anlatının sunduğu acı mekânıdır. Failin barbarlığı, burada mitik ve dinsel bir çerçevede temsil bulur. Şiddet, “kutsalın ihlali” olarak kavranır; anlatı, Alevi belleğindeki Kerbela imgesiyle anlam kazanır. Dersim Tertelesi’nde ölüme gönderilen pek çok kişinin anlatısında “Kerbela’ya gidiyoruz” ifadesiyle Kerbela’ya yapılan göndermeler, bu mekânın Dersimli Alevi kimliğinde “acının ilk mitik yurdu” olarak kurulduğunu gösterir. Ancak bu atıf, yalnızca geleneksel bir yas mekânını çağırmakla kalmaz; aynı zamanda vahşetin ve barbarca şiddetin tarihsel bir sembolü olarak da işlev görür. Bu yönüyle Kerbela, yalnızca “mazlum” kimliğin belleğini değil, aynı zamanda onun diyalektik karşıtı olan fail kimliğin tarihsel şiddet coğrafyasını da görünür kılar. Böylece Kerbela’nın Dersim’e taşınması, hem kimliksel bir aidiyetin mitolojik sürekliliğini hem de bu aidiyetin karşısındaki yapısal şiddetin tarihsel izdüşümünü birlikte ifade eder. Lamekân / Haymatlos – Sürgünle birlikte yaşanan yerinden edilmenin ifadesidir. Bu figür, modern barbarlığın lojistik-teknik araçları olan kamyonlar, tren vagonları ve silahlı görevlilerle temsil edilir. Burada mekânsızlık, yalnızca fiziksel bir kopuş değil, aynı zamanda aidiyet, bellek ve kimliğin sürekliliğinin parçalanmasıdır. Tunceli – Devletin modernite adına inşa ettiği ve şiddetin kurumsallaştığı mekândır. Bu figür, disipline edici bir düzen aracılığıyla Türk ulusal homojenliğini bozan “içerideki öteki”yi bastırma, dönüştürme ve normalleştirme çabasını mekânsal düzlemde yansıtır.

 “Tunceli”, hem fiziksel bir yeniden dizaynı (okullar, karakollar, yollar, çam ağaçları) hem de sembolik, sosyo-kültürel bir hakimiyet alanını temsil eder. Devlet söyleminde Dersimliler yalnızca kültürel değil, aynı zamanda biyolojik bir tehdit olarak kodlandırılmıştır. Bu kurgu içinde, Dersimli kimliği insanlık ve uygarlık dairesinin dışında, doğal ve ilkel ve insan-dışı bir varlık biçimi olarak tanımlanır. Dolayısıyla “Tunceli” mekânı, yalnızca bir coğrafi dönüşümün değil; ulusal korpusun (homojen türk) hem inşa hem de arındırma alanıdır. Bu mekân, devletin modernleşmeci diliyle bir “temizlik” operasyonunun yürütüldüğü, “biyopolitik” bir tasfiye alanına dönüşmüştür. Bu yönüyle Tunceli, hem nasyonal bedenin “sağaltılmasına” hem de onun içinde tanımlanan “zararlı” öğelerin bertaraf edilmesine hizmet eden bir şiddet mekânıdır.

Bu çerçevede, Seyit Rıza ve Cemal Süreya anlatılarının oluşturduğu anlam ve temsil düzenini söylem analiziyle incelemek, hem kolektif hafızayı hem de şiddetin yapısal kodlarını görünür kılar.

“Evlad-ı Kerbelâ’yık; bî-hatayık; ayıptır, zulümdür, cinayettir.”: Seyit Rıza, kendisinesavunma hakkı tanınmamış — zira devlet onu hiçbir zaman gerçek bir yurttaş olarak kabul etmemiştir — olmasına rağmen, kısa cümlesinde devlet şiddetini dört düzlemde teşhir eder; failin yüzüne karşı onu yargılayan ahlaki bir üstünlük sergiler ve mağdurun elinden alınan savunma hakkını simgesel olarak geri alır. Ahlaki düzlemde “Ayıptır” ifadesiyle, devletin uyguladığı zorbalığın etik dışı niteliğini vurgular. Hukuki düzlemde “cinayettir” sözü, bu şiddetin hiçbir hukuki meşruiyete dayanmadığını ortaya koyar. Tarihsel ve teolojik düzlemde “Evlad-ı Kerbelâ’yık” ifadesi, uygulanan şiddetin mağdurun dünyasında süreklilik arz eden tarihsel bir zulüm zincirinin parçası olarak algılandığını gösterir. Bu bağlamda Seyit Rıza, devletin şiddetini yalnızca dünyevi bir adaletsizlik olarak değil, aynı zamanda “kutsal bir mazlumluk” anlatısı içinde konumlandırır; böylece mağduriyet, hem tarihsel hem de teolojik bir hafıza ile derinleştirilir. Fail-mağdur ilişkisi düzleminde “bî-hatayık” ifadesi, failin — yani devletin — şiddeti meşrulaştırabilecek hiçbir gerekçeye sahip olmadığını belirtir. Bu vurguyla Seyit Rıza, mağdura isnat edilen suç-ceza söyleminin temelsizliğini açığa çıkararak failin meşruiyet zeminini sarsan güçlü bir karşı söylem üretir.

Cemal Süreya’nın anlatımı, modern devlet şiddetinin zamansal ve mekânsal çerçevesini sorgulayan güçlü bir söylemsel yapı sunar. Anlatıda öne çıkan “Tarih öncesi köpekler havlıyordu” ifadesi, bu söylemin en çarpıcı ve merkezî imgelerinden biridir. Bu ifade aracılığıyla — doğrudan değil ama dolaylı bir imgesel düzlemde — Cemal Süreya’nın, Cumhuriyet dönemindeki sürgün politikasını Türk modernleşmesinin ilerlemeci ve meşrulaştırıcı söyleminin doğal bir uzantısı olarak değil; aksine, barbarlıkla, ilkel ve medeniyet öncesi bir şiddetle ilişkilendirdiği söylenebilir. Bu yorum doğrultusunda, modern aygıtlarla yürütülen şiddetin özünde ilkel bir vahşeti barındırdığı ima edilmekte; böylece modernliğin rasyonalite ve ilerleme iddiaları ters yüz edilmektedir.

Bu anlatı, barbarlık ile Cumhuriyet modernitesinin eşzamanlılığına işaret eden güçlü yorum olanakları sunar. “Tarih öncesi” vurgusu, modern devletin zamansallığına yöneltilmiş bir eleştiri olarak okunabilir; modernliğe içkin şiddetin altında işleyen ilkel bir zemini görünür kılar. Kamyon, yük vagonu, tüfekli askerler ve polis gibi teknik ve bürakratik aygıtlar, bu şiddetin yalnızca fiziksel değil; aynı zamanda bürokratik ve endüstriyel bir mantıkla örgütlendiğini gösterir.

Aynı zamanda bu anlatı, sürgünü yalnızca bir yer değiştirme olarak değil; çocukluğun kaybı, aidiyetin yitimi ve kültürel sürekliliğin parçalanması olarak da kavrar. Bu yönüyle bu anlatı, bireysel travmanın ötesine geçerek, kolektif hafızada ve toplumsal kimlikte derin bir kırılma yarattığı biçiminde yorumlanabilir.

Şiddetin Yapısal Biçimleri: Entmenschlichung

Modern devletin uyguladığı şiddet yalnızca fiziksel ya da teknik bir yıkım biçimi değil; aynı zamanda bilgi üretimini ve toplumsal bilinci biçimlendiren çok katmanlı bir iktidar mekanizmasıdır. Holokost örneğinde olduğu gibi, Dersim 1937–38 sürecinde de bu şiddet biçimi, kurbanların insanlıktan çıkarılması (Entmenschlichung) üzerinden işletilmiştir.

Bu süreçte mağdurlar, devletin resmi söyleminde sıklıkla “çıban”, “ur”, “hastalık” gibi bedensel ve patolojik metaforlarla temsil edilir. Bu temsil biçimleri, sadece mağdurların fiziksel imhasını meşrulaştırmakla kalmaz; aynı zamanda onu bir devlet refleksi, hatta bir “temizlik” zorunluluğu olarak sunar. Türk-Sünni ulusal beden, bu temsiller aracılığıyla “arındırılması gereken” unsurlar karşısında savunulması gereken bir bütün olarak konumlandırılır ve mağdurluk tersinde işlenir. Bu biyopolitik tahayyül, bir çeşit “nasyonal hijyen” rejimi üretir.

Ulusal Mekân ve Kolonyal Dizayn: Tunceli

Dersim’in ‘Tunceli’ye dönüştürülmesi, basit bir isim değişikliğinden öte, topografik, mimari ve sembolik müdahaleler yoluyla ulusal beden içindeki ‘öteki’nin mekândan dışlanmasını ve bu coğrafyanın ulusal ideoloji doğrultusunda yeniden dizayn edilmesini ifade eder. Devlet, okullar, kışlalar, karakollar, yollar ve hatta bölgeye özgü olmayan çam ağaçlarıyla bu coğrafyayı kendi ulusal estetiği doğrultusunda maddi ve manevi olarak inşa eder. Bu inşa faaliyeti, yalnızca altyapısal değil; anlamlandırma rejimi açısından da ideolojiktir. Tek tip mimariye sahip okullar, anıtsal devlet yapıları, tören alanları, heykeller ve yer ve şahıs isimlerinin değiştirilmesi — tüm bu düzenlemeler, modern devletin mekâna müdahale eden bir tür sembolik, anlamsal ve maddi disiplin aygıtı işlevi gördüğünü ortaya koyar. Bu yönüyle Dersim, klasik dışsal sömürgecilikten farklı olarak, “iç kolonyal” bir mekân olarak kurgulanmıştır.

Sonuç

Dersim 1937-38 Tertelesi’ne ilişkin olarak Seyit Rıza ve Cemal Süreya’nın anlatıları, Cumhuriyet modernitesinde görünmez kılınan şiddetin epistemik ve yapısal boyutlarını anlamada kanonik örnekler olarak öne çıkar. Modern devlet, “medenileştirme” söylemi altında, ulusal bedenin homojenliğini sağlamak amacıyla insandışılaştırma (Entmenschlichung) ve yok etme süreçlerini teknik, söylemsel ve epistemik düzeylerde sistematik şekilde uygulamıştır. Böylece Dersim Tertelesi, devlet şiddetinin yapısal, örgütlü ve çıplak örneklerinden biri olarak okunabilir.

İmran Gürtaş; Weingarten Üniversitesi, Almanya- * Bu yazı Alevilerin Sesi dergisinin 294. sayısında yayınlanmıştır.

 

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Bu haber toplam: 3159 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:10:04:04
Bu gönderiye hiç yorum yapılmamış! İlk yorum yapan kişi olmak ister misin?
Nerina Azad
x