<b>UYGARLIĞIN BEŞİĞİNDE SANCILI DÖNEMEÇ</b>\n\n9 Mayıs 2014 günü İstanbul`a indiğimizde, umduğumuzun tersine Berlin`i aratacak derecede somurtkan, soğuk ve arasıra da yağışlı bir hava ile karşılaşıyoruz. Bu nedenle de konuk olduğumuz evde.
9 Mayıs 2014 günü İstanbul`a indiğimizde, umduğumuzun tersine Berlin`i aratacak derecede somurtkan, soğuk ve arasıra da yağışlı bir hava ile karşılaşıyoruz. Bu nedenle de konuk olduğumuz evden dışarıya çıkmak aklımıza dahi gelmiyor. Ancak, ertesi gün, yanı ayın 10`unda Diyarbekir`e indiğimizde durumun çok farklı olduğunu görüyoruz. Havanın tam da istediğimiz gibi olduğunu görmek içimizi rahatlatıyor.
Hava alanı binasından dışarıya çıkar çıkmaz, Dr. Serhat, eşi Eylem ve çocukları Arda-Sabri ile Lorîn-Arya ile yüz yüze geliyoruz. Bizi karşılamaya gelmişler. Doğal olarak geceyi onlarda geçiriyoruz.
Bir kaç gün zamanımız var, onu nasıl değerlendirebileceğimizi konuşurken, Serhat`in köye gitme önerisi bir ilk adım olarak cazip geliyor bize. Çok geçmeden de oraya, yanî Hasolî köyüne doğru yola çıkıyoruz. Bu, bize Diyarbekir`in kırsal alanlarına bir gözatma olanağı vermiş olacak.
Hasolî, Hezro (Hazro) ilçesinin güney batısında kalıyor. Köye giderken de köy içerisinde de nereye baksak yemyeşil buğay tarlaları ile karşılaşıyoruz. Aggachsııy denilebilecek ölçüde chıplak köyler bir kenara bırakılırsa, dağlık olmayan ama yer yer engebeli bir yapıya sahip toprakların her karışı ekili. Buggday diz boyu. Dağ yamaçlarına ya da derin vadilere kurulu, ekilebilir arazisi alabildiğine az ama meyvesi bol Bingöl-Dersim yöresi köylerinden hayli farklı buranın doğal yapısı. Dersim`in boşaltılmış köylerinde artık nerdeyse hiç çocuğa rastlanmazken, Hasolî`de tersi bir durumla karşılaşıyoruz. Ev sayısına oranla hayli kalabalık gözüken çocuklar, özgürce çocukluklarını yaşıyorlar.
Köye ulaştıktan biraz sonra Serhat çevreyi tanıtma gezisine çıkartıyor bizi. Evin yanı başında, hayli geniş bir bağ ile bahçe var. Ne var ki bir kaç yıl önce dikildikleri için meyve ağaçları henüz normal büyüklüklerine erişebilmiş değiller. Çoğu bebek ya da çocuk ağaçlar arasında tamamlıyoruz gezimizi.
Köyeden kuzey yönüne bakıldığında, Hezro dağları ile yüz yüze geliyoruz. Kürdistan ölçülerine göre yüksek sayılabilecek dağlardan değiller bunlar. Uzaktan seçmemiz mümkün değil ama silsilenin köye göre kuzey-doğu kesiminde, Hezro ilçesinin yer aldıgı söyleniyor. Yine köylülerin verdikleri bilgilere göre bulunduğumuz yerden Hezro`ya kadar uzanan yerler eskiden Hezro Beyleri olarak bilinen aileye aitmiş. Ama şimdi artık durum eskisi gibi değil. Beyler araziyi elde çıkarmışlar. Ellerinde iki köy kalmış.
-Hezro Beyleri milliyeti nedir, Kürtler mi yoksa başka milleten mi? şeklindeki soruma aldığım yanıt, „Kesin belli değil. Türk oldukları söyleniyor. Ama artık kürtleşmişler. Osmanlı devleti bu yörenin beyleri olarak tayin etmiş kendilerini,“ yanıtını alıyorum.
-Çevre köylerin halkı ile ilişkileri nasıl?
-Aramız iyi, hem de çok çok iyi.
-Politik olarak nerede duruyorlar?
-Onlar AKP`li, biz ise BDP`liyiz.
-Farklı milletlerden olmak ya da farklı partilerde yer almak, gerginliklere yol açmıyor mu?
-Yok, asla! Öyle şey mi olur?
Havada Kalan Bir Kadın Eli
Laf lafı açar derken hayli düzgün bir kürtçe ile konuşan köylülerle sohbetimiz uzayıp gidiyor. Gitme zamanı geldiğinde dışarıya çıkıyoruz. Tam o siirada 5-6 kişilik genç bir grup yaklaşıyor. Bir tanesi konuğu olduğumuz aileden, ötekiler, ilk kez karşılaştığımız yabancı yüzler. Selamlaşıyor ve oradan-buradan konuşmaya başlıyoruz. Ne var ki bizim bu işe ayıracak fazla zamanımız yok, gitmemiz gerekiyor. Bu yüzden de vedalaşmaya başlıyoruz. Bu arada ikisi Gulîstan`a elini vermekten kaçınıyor, „Destmêj im“ diyor, yani abdestli. Gulîstan`niin uzatılmış elinin havada kalması, soğuk duş etkisi yaratıyor bizde. Müthish rahatsiizliik verici, sıkıcı bir durum ama yapacak bir şey yok. İslam dininin gerçekten böyle bir kuralı var mı bilmiyorum. Büyük ihtimal, İslam imparatorluklar dini haline geldikten sonra yaratıldı bu kural. Fakat çıkış kaynağı ne olursa olsun, bu, kadiina karshii küchük düshürücü, yaralayiicii bir davraniishtiir bizim ichin. Kim me derse desin, pratik islamiin reforma ibüyüyk htiyacı var. İslam dünyası, ancak büyük ve çok sarsıcı bir reformlarla mevcut çıkmazdan kurtularak dünya ile uyum içerisinde bir pozisyonu yakalıyabilir. Bunu yapamadığı taktirde İslam dünyasına ne barış gelir, ne adalet ve özgürlük.
Bu arada, köye yaptığımız bu gezi sırasında yaşlılarla uzun uzadıya sohbet etme fırsatını bulduk. Köyün yaşı ilerlemiş olanlarının, gençlere oranla daha aydın, sosyal ilişkilerde daha rahat olmaları çok dikkat çekici oldu bizim için. Buna rahatlıkla gezimizin en ilginç gözlemi diyebiliriz.
Son karşılaştığımız cansıkıcı olaya rağmen gülümseyerek vedalaşıyor ve sonsuzmuş gibi gözüken yeşil örtüyü geride bırakıp Diyarbekir`e ulaşıyoruz.
Heskîf Yolculuğu
Programımızda olduğu için ertesi gün Heskîf (Hasankeyf) gezisine başlıyoruz. Hamburg`dan gelmiş olan müzisyen Şener Yıldız, eşi Şirin ile 4 aylık bebekleri Tîroj ile birlikteyiz. Arabayı Şener kullanıyor.
Bir saatten faazla süren yolculuktan sonra Batman`ı geride bırakıyor ve kentin güney-doğusuna düşen Heskif`e doğru ilerlemeye devam ediyoruz. Her tarafımız, tıpkı bir gün önce Diyarbekir ovasında gördüğümüz gibi, topu-topu bir ay sonra sararacak olan yeşil örtü ile örtülü. Yola paralel dikilmiş elektrik direklerinin uçlarındaki leylek yuvaları, gezimizin en ilginç noktalarından bir diggerini oluşturuyor.
Derken bir ara, yine Kürdistan ölçülerine göre yüksek sayılmayan bir dağ silsilesi çıkıyor karşımıza. Eteklerine, kimi faal kimi hareketsiz petrol kuyuları serpilmiş. Kuyuları görünce, Raman dağı dibinde olduğumuzu anlıyoruz. Çünkü petrol o bölgede çıkıyor.
İlerlemekte olduğumuz vadi, çok gecmeden giderek daralmaya başlıyor ve doğal olarak Dicle`nin yeniden karşımıza çıkmsı fazla gecikmiyor. Ağır ve hayli sessizce akıyor, tarihin bu en eski tanığı. Tesadüf ya, suyu da alabildiğine berrak. İgne düşse, görülebilecek türden bir berraklık bu. Derken biraz ileride, yamaçlara serpilmiş Heskîf`ten bölümler gözükmeye başlıyor.
Bu, yöreye yaptığım ilk ziyaret oluyor. Doğal olarak Heskîf ile ilk kez yüz yüze gelip te heyecanlanmamak elde değil ve ben de bu heyecanı güçlü şekilde yaşıyorum. Oraya yaklaşırken, geriye dönüp tarih koridoru boyunca binlerce yıl geriye gidiyormuş hissine kapılıyor insan. Bu topraklar, tarih zincirine tesbih taneleri gibi peşpeşe dizili onlarca uygarlığın yeşerdiği yerleridir ve Heskîf bütün bunları sergileyen bir açık hava müzesinden öte bir şey değil. Evleri, giysileri, yiyecekleri, şenlikleri ve acılarıyla bunca uygarllığa bir anda tanıklık etmek olaganüstü derecede harika bir şey değil mi? Doğanın sunduğu harikalar, insan oğlunun keskin zekası ve hünerli ellerinin yaratıcılıği ile birleşince, ne kadar da müthiş şeyler çıkıyor ortaya!
İnsan olarak Heskîf`i görüp te etkilenmemek, onur duymamak elbette olanaklı değil. Bunca uygarlıktan oluşan birikimin mirasçısı olmak ise bu onuru kat-kat arttırıran bir durum. Buranın yerleşik halkları, örneğin, Kürtler, Süryaniler ve ötekiler, bu onurlu mirasın sahipleri oldukları için çok şanslı saymalılar kendilerini. Ah bir de sömürgeci boyundurğu kırıp özgür olmayı başarmış olsalardı!
Heskif`e girerken, gidiş yönünüze doğru sağ kolda; yani dicle ile aramızda tarihi bir yapı göze çarpıyor. Sonradan bunun hamam olduğunu ögreniyoruz. Eski dönemlede, kente alış-veriş ya da başka nedenlerle gelenler, burada konaklar, yıkanır, temizlenir ondan sonra kent merkezine girerlermiş. Bu, bulaşıccı hastalıklara karşı bir korunma önlemi olarak düşünülmüş. Mükemmel! değil mi?
Tarihi hamamı geride bırakıp Dicle`yi geçmemizi sağlayan köprüye yaklaşırken, bu kez vadiye serpilmiş ağaçlarda olgunlaşmış siyah, mor ve beyaz dutlardan ayrılmıyor gözüm. İştahla bakıyorum ama bunun bir yararı olmuyor, çünkü o ankı koşullar gidip toplamaya elverişli değil.
Devam edecek...