Sıfır noktası-Yıldırım Türker
Geçen gün bir tartışma programında değerli bir akademisyen memleketin son durumu üstüne yorumlarda bulunurken dayanamayıp birçok meslektaşı tarafından onaylanacak bir saptamayı dillendiriverdi. “Kürtler de çıtayı düşürdü”.
Geçen gün bir tartışma programında değerli bir akademisyen memleketin son durumu üstüne yorumlarda bulunurken dayanamayıp birçok meslektaşı tarafından onaylanacak bir saptamayı dillendiriverdi. “Kürtler de çıtayı düşürdü”.
Kürt siyasi hareketi, eleştirilemez değil elbet. Eleştirilmeli de. Ama her milli buhran döneminde dönüp “Kürtler”in hatalarından dem vurma refleksinin Türk solunun hemen her katında görülmesi bir şeyleri anlatmıyor mu?
Kürtlerin şehirlerde, dağlarda, Suriye’de ve dünyanın her yerinde bir sorun olarak karşımıza dikilmesinin ardındaki hepimize yerleştirilmiş-sarsılmasına izin verilmeyen hakikati dile getirmeye çalışırken durmadan George Orwell’in “alt sınıflar üstüne yazdıklarından ödünç alma ihtiyacı duyuyorum. Bize de atalarımıza da Kürtler pis kokar diye öğretildi. Orwell, Britanya’nın değişen sınıfsal çelişkilerini anlatırken üst-orta sınıftan gelme bir Britanyalı olarak şöyle diyordu: “Bize böyle öğretildi: alt sınıftan insanlar kokar. Bu noktada da, şurası çok açık ki aşılamaz bir hudut sözkonusu. Çünkü, hiçbir hoşlanma ya da hoşlanmama duygusu “fiziksel” bir duygu kadar asal değildir. Irk nefretinin, dini nefretin, bilgi, duygusal örgütlenme, eğitim farkının, hatta ahlaki ilkelerdeki farkların bile üstesinden gelinebilir ama fiziksel tiksintinin üstesinden gelinemez.”
Kürtlerin pis koktuğu bilgisiyle mücehhez bir ulus olarak ne kadar demokrat kaygılarına aboneysek de gün geliyor Kürtlerle konuşurken ses tonumuza ekmeği geç getiren kapıcıyla konuşuyormuşuz gibi bir tını yerleşiyor. Sıkıldığımıza karar veriveriyoruz. Sokma akılla ne kadar yol alınabilirse sonradan edinilmiş demokratlıkla da o kadar yol alınabiliyor. Karşılarında boyun büküp ‘Ben bu tarafta fazla bir şey yapamıyorum, sen de artık bir süre daha böyle idare et’ demiyorsak, onların akılsızlığından, siyasi hatalarından bezmiş olarak yanlarından çekiliveriyoruz. Üstelik vicdanımız da rahat.
Kürtlerin Cemaat ile AKP arasındaki büyük savaşta ille de bir taraf olmaya zorlanması, AKP’yi bitirecek olan son darbe ile görevlendirilmesi de kanımca aynı üstten bakışın bir yansıması. Kürt siyasi hareketinin soğukkanlı, kendi geleceğini hesaba katan bir duruş sergilemesi herkesin canını sıkıyor. Bütün savaşlarda olduğu gibi “Kürt Memet nöbete!” diye haykıranlar korosuna kalırsa “Kürtlerin” yapabildikleri de yapamadıkları da suç.
Acı ve zulümle yazılmış Kürt tarihinin tanık olduğumuz kadarı karşısında ‘biz ne yaptık’la başlamalı belki de düşünmeye. Hepimiz seyrettik; kimimiz tiksintiyle yüzünü buruşturarak kanal değiştirdi, kimimiz köklü devlet politikamızın dayattığı sinizmle inanmadı-ciddiye almadı-provokasyon okuması yaptı, kimimiz daha da sindi.
Burada çok önemsediğim için uzun bir alıntıyı birlikte okuyalım istiyorum. Zygmunt Bauman, “Modernite ve Holocaust”da şöyle diyor: “Unutmamak gerekir ki soykırıma katılanların çoğu, Yahudi çocuklara kurşun sıkmış ya da gaz odalarına gaz vermiş değildir... Çoğu bürokrat notları düzenlemiş, taslakları hazırlamış, telefonda konuşmuş ve konferanslara katılmıştır. Onlar masalarında oturarak tüm bir halkı yok edebilirler. Görünürde zararsız gayretlerinin nihai sonucunu bilselerdi, bu bilgi kafalarının uzak girintileri içinde kalırdı ancak. Yaptıklarıyla kitle katliamları arasındaki neden-sonuç ilişkisini bulmak zordu. İnsanların, gereğinden fazla kafa yormaktan kaçınma ve dolayısıyla neden-sonuç zincirini en uç bağlantılarına dek gözden geçirmeye yanaşmama gibi doğal eğilimleri ahlaksal yönden pek ayıplanamazdı. Bu hayret verici ahlaksal körlüğün nasıl mümkün olabildiğini anlamak için, silah fabrikasında çalışan, yeni büyük siparişler sayesinde fabrikalarının ‘idamının durdurulmasına’ sevinen, ama Etiyopyalılarla Eritrelilerin birbirlerine yaptığı toplu katliamlara gerçekten üzülen işçileri düşünmek; ya da ‘hammadde fiyatlarındaki düşüş’ dünya çapında iyi bir haber olarak karşılanırken ‘Afikalı çocukların açlıktan ölmesi’ne aynı şekilde, dünya çapında ve içtenlikle ağlamanın nasıl mümkün olabildiğini düşünmek yararlı olabilir.”
İşte, soluklanıp yeniden başlamamız gereken sıfır noktası budur.
Nerina Azad
Bu haber toplam: 1162 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:18:33:03